Şehirler büyüdükçe büyüyor, mesafeler uzadıkça uzuyor, bu da insan ilişkilerine yansıyor, tıpkı mesafeler gibi, kişisel yakınlıklar, sevdalar, sevgiler, saygılar da alıp başını gidiyor.
Bu tekerlemeyi hatırlamayanımız hemen hemen yok gibidir. Ramazan dediniz mi, mutlaka baklava ya da bir sürü tatlı çeşitleri oruçluların gözleri önünde sıralanır. Oruçlu olmak demek bazı hazları, bazı özlemleri, diğer din kardeşlerimizle aynılaştırarak yaşamak demektir, işte bu düşünceden yola çıkarak, geçmiş Ramazanlara, hatta çocukluğumdaki Ramazanlara doğru bir yolculuk yaparsam pek çok tatlı acı anıyı paylaşıp, hatta belleğimizde hala cevap bekleyen bazı soruların cevaplarını da birlikte bulur, kalbimiz mutmain olur diye umuyorum.
Benim gibi herkesin tatlı acı ramazan hatıraları vardır. Hatta bunların pek çoğu birbirine benzer. Bu sebeple, haydi gelin hep birlikte gidebildiğimiz kadar geriye gidelim. Tabii ki pek çoğunuzun benim kadar geriye gitmesi mümkün değil, benim de direkler arasına gitmem olanaksız!..
“Direkler arası”! Bu ne demek acaba diyenler olacaktır gençler arasında. Osmanlı’nın son zamanlarında, İstanbul’un belli bir semtinde Ramazan eğlenceleri düzenlenirdi. Teraviden sonra başlar, sahura kadar sürerdi bu eğlenceler, ne kadar İslamî idi, o ayrıca tartışılır. Osmanlının batıya açılmasıyla birlikte içine düştüğü çıkmazın, karmaşanın bir aynasıdır direkler arasında olup bitenler.
Bu konuda bu kadar açıklama yeter. Çünkü direkler arası apayrı bir konu, diyorum ve ben kendi yaşamımda belleğimin ulaşabildiği yere kadar gidiyorum.
Benim çocukluğumda Ramazanlar bayram sevinciyle karşılanırdı. Bayramlarda da bir yıl sonra buluşmak üzere bizi terk eden bu güzel günlerin buruk tadı yaşanırdı. Bayram hem sevindirir hem de hüzünlendirdi. Bu duygu belki hep yaşanıyor ama eskisi kadar güçlü ve belirgin değil. Tıpkı hala sahur davullarının duyulur duyulmaz sesi gibi. Halbuki bir zamanlar, maniler tekerlemeler, davulcuların davullarını konuşturan tokmak sesleri ne güzeldi; iftarı haber veren top sesleri, sahurdaki davul sesleri adeta Ramazan ile özdeşleşmişti. Bunları o zamanlar kimse yadırgamazdı ama artık özgürlüğüne düşkünlerimiz çoğaldı, rahatsız olmak istemiyorlar. Efendim, Avrupalı olmaya da az kaldığına göre, sanırım bu cılızlaşan sesleri de duyamayacağız artık.
Aklımın erdiği en gerilere gittiğimde, çocuk ruhumun coşkularını hatırlamak o günlerin tadını damağıma getirir hep. Bu tat aslında ruhumuzu saran bir hazdır, damaktaki tat lafın gelişi. Hala o günleri yaşarım, uzaktan da gelse sahurda duyduğum davullara inen tokmakların sesiyle. Kulaklarımda o maniler, o tekerlemeler çınlar hep.
Davulumun ipi kaytan
Sırtımda kalmadı mintan
Verin davulcunun bahşişini
Gidiyor şehr-i Ramazan
Sanırım ben altı yaşındaydım erkek kardeşim dört, hatırlayabildiğim en eski Ramazanı hayatımın. Babam yedek subay, biz babaannemle dedemin yanındayız. Kocaman iki katlı ahşap bir ev burası. Hemen önünden köy içine inen yol geçer, karşısında köyün tek camisi. Evin arka tarafında bir avlu ve hemen avlunun devamında oldukça büyük bir bahçe.
Aylardan Ramazan, mevsim yaz. Mevsimin yaz oluşunu avluda kurulan sahur sofralarından çıkartıyorum. Biz annem ve kardeşimle üst kattaki odalardan birinde yatıyoruz. Köyün davulcuları babaannem tarafından tembihli, kapının önünde davul çalmamaları için; çünkü biz uyanmamalıymışız. Halbuki ninem bir bilseydi sahura kalkmanın benim için ne anlama
geldiğini, benim için inanılmaz önemini, böyle davranır mıydı? O günlerde Ramazan demek sahur demekti benim için; oruçtan pek haberim yoktu. Uyanamadığım gün öyle bir boşluk hissederdim ki içimde. Onun için de ninemin tedbirleri bana sökmezdi. Davulun sesine ne hacet, uzaktan da gelse annemin sessizce kalkışını, aşağı inişini duyar, ama uyuyor gibi yapardım, uyandığımı belli etmezdim, çünkü bilinçli bir şekilde uyanmak demek “sesini çıkarma kardeşin uyanmasın, sen de çabuk uyu, sakın kalkma” tehdidini duymak demekti. Bunu denemiştim, istediğim sonucu alamayınca da annem indikten epey sonra, feryadı basıp korkmuş gibi yaparak kardeşimin de kalkmasını sağlıyor, onu da sahur şenliğinden mahrum bırakmıyordum. Çünkü sahur bana göre de ona göre de gerçek bir şenlikti. Benim feryadım üzerine yukarı fırlayan annem ile ninem beni kucaklar, “korkma kızım bir şey yok bak” diye teselli ederlerdi. Bu arada kardeşim de uyanmış olur, hep birlikte aşağı inerdik ve sofraya kurulurduk. Ninem ile dedem bizi hem severler hem de nasıl uyandığımıza akıl erdiremezlerdi.
Avlunun sarı toprakla sıvalı bir köşesine serilmiş hasırın üzerindeki büyük siniye kurulurdu sahur sofrası. Kenarda yanan ocağın üzerinde pişen bazlamalar yağlanır, ayran veya çay eşliğinde siniye konurdu. Bazlamanın yerinde bazen gözleme bazen de yumuşacık lokmalar olurdu.
Ben o güzel sahurların büyüsünü hala ruhumun derinliklerinde hissederim. Siyahi lacivert gök kubbede asılı duran yüzlerce yıldızı ve ninemin o gökyüzüne bakarak “daha vakit var, yiyebilirsiniz, on beşinden sonra hava ağarana kadar yenir” dediğini hiç unutmadım.
Bu doğallıkları hep kaybettik. Bu doğal davranışların bazıları çok doğru yerlere oturmuştu inanç dünyamızda. Ama biz kolayı zor yapmayı severiz ne hikmetse!.. Allah’ın bize sağladığı pek çok kolaylığı içinden çıkılmaz hale getirmekte üstümüze yoktur. Yani yorgunu yokuşa süreriz hep. Neden böyle düşündüğümü, geçmiş ile bugünü karşılaştırdığımda siz de anlayacaksınız.
Mesela, bir zamanlar Diyanet’in tayin ettiği imsak saati, insanlara adeta “oruç tutamazsınız, bu iş çok zor”, demek ister gibiydi. O uzun ve sıcak günlerde oruç tutanlar, imsak vakti geldi diye, niyetlenip yatıyorlar, sabah namazı için de tekrar kalkıyorlardı. Her şey son derece dakikti. Kuran’daki siyah ve beyaz çizgi kimseye bir şey söylemiyordu ama ninem bunu biliyordu, Güneşin yüksekliğine, gölgelerin boyuna bakıp namaz vakitlerini tahmin ederdi.
…Aradan dört koca yıl geçmiş, ben on yaşıma gelmiştim. O zamanlar dört yıl kocaman bir zaman dilimiydi benim için; ama artık kırk yıl bile kocaman değil; arkama baktığımda en uzak geçmişim bile daha dünmüş gibi geliyor. Evet aradan dört yıl geçmiş, biz yine bir Ramazanı dedem ile ninemin yanında geçiriyoruz; yine yaz, yine sıcak ve uzun günler. Ama artık ben sadece sahura kalkmakla kalmıyor, çoğunlukla oruç da tutuyordum. Gelgelelim o oruçlar ne kadar yerini buluyordu bilemiyorum. Dayılarımın çocuklarıyla bütün gün tarlalarda, bayırlarda, kırlarda koşturuyorduk.
Başka bir görevimiz de kimin annesi, ablası saklıca oruç yiyor onları yakalayıp sorguya çekmekti. Onların korkulu rüyaları da bizim gibi gevezelere yakalanıp rezil olmaktı. “A!… Unutmuşum” diye sorularımızdan nasıl kaçtıklarını hatırlıyorum da güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum. O insanlar yemek istemedikleri halde, orucu yemeye zorunlu hissediyorlardı
kendilerini. Çünkü, adetli kadın pisti, mundardı, kendini böyle hissetmesi için şartlandırılmıştı. İftara on dakika kala adet görse kendini suçlu hisseder; orucunu bozardı. Kutsal olan her şey ona yasaktı. Yani adetli kadın, adeta dinin dışına itiliyordu. Bu anlayış maalesef hala yürürlükte. Niye mi, çünkü hala bu toplumun Kur’an ile arasında büyük engeller var. Bu engeller din simsarları; ne yazık ki adları hacı hoca. Kur’an’dan nasibini alamamış olmanın sonucu bütün bu gereksiz saplantılar. Kur’an’daki; “Nisa-43 ve Maide-6 daki ayetler dikkatle okunduğunda, abdestin sadece namaz için gerekli olduğu anlaşılacaktır. Dileyen hep abdestli de gezebilir. Ama bunu başkalarına dayatarak dinin bir gereği gibi göstermek, Allah’ın kolay kıldığını zorlaştırmak, kimsenin haddi değildir. “Sadece namaz için abdestli olmakla emrolundunuz” hadisi de ayrıca bu ayetleri açıklamaya yeterli değil mi? Hayızlı olmanın bir rahatsızlık olduğu da ayet ile sabit olunca, anlıyoruz ki, hasta olanlara verilen izin hayızlı kadın için de geçerlidir, kendini iyi hissediyorsa niye suçlu gibi saklanarak oruç yesin, hem huzursuz olsun hem de borçlansın. Bu konuda Kur’an’daki tek bilgi, kadının bu özel durumunun bir rahatsızlık olduğuna dairdir, onun mundarlığı konusunda herhangi bir bilgi yok. Bundan sonra kime ne demek düşer? Kimin hakkı var, orucunu tutmak isteyen kadına bunun aksini yaptırmaya? Hayızlı kadına Kur’an; hasta olarak bakılması gerektiğini söylüyorsa, hastalık halindeki bir insanın ne yapması gerektiğini de söylüyor. O zaman kadın da hasta kimse gibi, namazdan muaf değildir. Yani namaz kılamaz diye bir yasakla yasaklanmamıştır. Sadece sevgili Peygamberimizin; bazı sıkıntılı durumların ortaya çıkmasından ötürü, bu durumdaki hanımlara bir ruhsat tanıdığını Hz. Ayşe’nin rivayetlerinden öğreniyoruz.
…Neredeeen nereye geldik bir anda. Konu hemcinslerimin sorunları olunca kendimi kaptırıveriyorum, elimde değil.
Tekrar bıraktığım yere dönüp, geçmiş ramazanları yadetmek, o ramazanların anılarını elimden geldiğince size tatlı bir sohbet havasında sunup, birlikte hoşça vakit geçirmek ve geçirtmek için söze devam niyetim…
Çocukluğumuzda bir başka görevimiz de kaybolan inekleri, eşekleri, keçileri aramaktı. Kim bilir belki de bizi başlarından savıyorlardı ayak altında dolaşmayalım diye. Yine böyle bir gün çoğumuz oruçlu, dayımın kaybolan danasını arıyoruz. Ağustos üzümleri olmuş, koca salkımlar toprakta yatıyor, az ilerde ormandan gelen dere çağlayarak köye doğru iniyor. Suyun taşlardan atlarken çıkardığı ses öyle davetkar ki, inanılmaz. Bizim ise dilimiz damağımıza yapışmış, danayı aramaktan da vazgeçemiyoruz, çünkü bulana ödül var. En çıkar yol, ara sıra dereye girip ağzımızı çalkalamak, bu arada da kazara boğazımıza kaçan suyu da görmezden geliyoruz. Serinleyip serinleyip danayı aramaya devam. Bu arada itiraflar da başlıyor; herkesin boğazına kazara su kaçmış, fetva da peşinden geliyor, “Bilerek değil, onun için oruç bozulmaz,” oruca ve aramaya devam, ama danayı bulamadık. Perişan bir vaziyette eve döndük. Vicdanımız rahatsız, kendi kendimize verdiğimiz fetvaya rağmen, dayıma kazara boğazımıza kaçan sudan bahsettik, çok güldü ve bir daha yapmayın dedi. Şimdi kimse inanmaz ama o zaman derenin suyu içilirdi, pırıl pırıldı tıpkı kaynak suyu gibi. Çünkü o zamanlar, insanların içtiği suyu kirletmenin günahından korkuyordu herkes, insanlardaki Allah korkusu ‘doğa’yı koruyordu. Ama şimdi, ne insan hakları ne de çevrecilerin feryatları ‘doğa’nın katledilmesinin önüne geçebiliyor.
Yukarıdaki olaydan birkaç gün sonra yaşadığım bir komik olayı da anlatmadan edemeyeceğim, bu pek çoğumuzun defalarca yaşadığı bir yanılgıdır, unutarak oruç yemek. Ama asıl mesele oruçlu olduğumu hatırladığım zaman kafamdan geçenler.
Bizim köyün armutları inanılmaz güzeldi o zamanlar. Bahçedeki armut ağacına çıkıp dalda oturmayı çok severdim; köy çocuklarının çıkamadığı yerlere tırmanmak bana gurur verirdi. Yine böyle bir gün, kocaman sulu bir armudu afiyetle yemeye başladım. Tam yarısına geldim ki oruçlu olduğum aklıma geldi. Armut elimde kala kaldı. Aklımdan geçene inanamazsınız demeyeceğim, çünkü böyle bir anda pek çoğumuzun böyle hissettiğinden eminim; hem armuda bakıyor, hem de keşke armut bittikten sonra hatırlasaydım, diye çok hayıflanıyordum. Bunlar yaz Ramazanları, buzdolaplarının olmadığı yılların Ramazanları. Suyu soğuk çeşmelerden iftar sofralarına toprak testilerle yetiştirdiğimiz Ramazanlar. Anne babalarımızdan; “su kadar aziz ol duasını aldığımız günler o günler.”
Kış Ramazanlarının da ayrı bir tadı ayrı bir havası vardır, iftara evine yetişebilenler, dışarının soğuğundan yuvasının sıcaklığına, içini ısıtacak bir tas buğusu üstünde çorbaya koşarlar. Günümüzde artık soğuk günlerin oruçlularının iftar sofrası başında toplanmaları pek de mümkün olmuyor. Talebeler okulda, çalışanlar iş başında.
Halbuki ne güzel olurdu, bu bir ay, işe, okula gidenler daha erken saatlerde gidip, evlerine de erkenden dönebilselerdi. Bireysellik kaderimiz oldu. Herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda. Kişinin yalnız kalması, yalnızlık duygusuna mahkum edilmesi, küreselleşmenin günahının bu dünyadaki azabı. Yalnızlık kadar insanı kendinden uzaklaştıran, acı veren bir başka duygu yoktur gibime geliyor.
Kış aylarında insanların yürekleri daha bir yumuşak olur yoksullara, sokakta kalanlara karşı. Dışarıdaki dondurucu soğuk, ne hikmetse, insanların yüreğine tam tersi yansır, yürekleri sımsıcak ve merhametli kılar, insan sevgisiyle ısınır bu yürekler. Buna bir de, oruçlu olmanın hassasiyeti eklenince, insan ruhunda beklenen, amaçlanan merhamet duygusu güçlenir.
Yardıma ihtiyacı olanlara daha bir sahip çıkılır.
Ama ne yazık ki, hemen yanı başımızda, dozerlere hedef olan küçücük çocuklar için sadece yüreklerimiz yanıyor, kanıyor. Savaşın korkunç yüzünü her an karşılarında gören, bombaların toza dumana, kana buladığı harabeler içinde Ramazanlarını geçirmeye çalışan din kardeşlerimiz için dua etmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Keşke yapabilecek bir şeyler olsaydı.
Şehirler büyüdükçe büyüyor, mesafeler uzadıkça uzuyor, bu da insan ilişkilerine yansıyor, tıpkı mesafeler gibi, kişisel yakınlıklar, sevdalar, sevgiler, saygılar da alıp başını gidiyor. Artık insanlar toplum olarak yaşamaları gereken hazları, acıları, yalnız yaşamak durumundalar, çağın gereği! Tam tersi, İslam’ın gereği bu değil, İslam, inananların yardımlaşmasını, insanların birbirlerinin acılarını da imkanlarını da paylaşmalarını önerir, Allah’ın elçisi; “Komşusu aç iken, tok uyuyan bizden değildir” derken, Müslüman nasıl bireysel olabilir!..
Umarım bu Ramazan günleri yaşamlarımıza Kur’ani güzellikler getirmiştir. Bizlerin doğru düşünmemize, olan biteni görüp değerlendirmemize, gönlümüzü ve zihnimizi İslam’a açmamıza vesile olmuştur. Daha nice Ramazanlara ulaşmanız dilekleriyle, hayırlı bayramlar diliyorum.
Telefonuma gelen bir Ramazan mesajını ben de sizlere iletiyorum: “Uykuyu Kabre, gururu Mahşere, zevki Cennete bırakan ve nefislerini satıp Cenneti alan, kurtuluş kervanında daim olmanız dileğiyle”
İktibas, Kasım 2004
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *