Müslüman, isminin gereği olan, Allah’ın ipi olarak nitelendirilen Kur’an ile ilişkisini ne kadar sağlayabiliyor ve hayatının ne kadarını Allah’ın kitabı ile yönlendirebiliyor?
Yaşadığımız hayatın ilahi bir disiplin içinde yaşanabilmesi için farklı imkânlara ve farklı kabiliyetlere sahip fertler olarak yaratıldık. İnsanlar arasındaki farklılıklar, yaratıcımızın planladığı dünya hayatının sürdürülebilir olması için, her insanın gücü dâhilinde bir yaşam var edilmiştir. Sosyal yaşamımızdaki birbirimize olan muhtaçlığımızla, yaşadığımız hayatın zor ve güç yetiremediğimiz (her insan güç yetirir de her şeye anında yetişemez) alanlarında yaptığımız iş bölümü, insan hayatını kolaylaştırır ve karmaşadan kurtarır. “Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip dağıtıyorlar. Onların dünya hayatındaki geçimliklerini, biz taksim edip aralarında dağıtıyoruz. İnsanlardan bir kısmının rızkını, bir kısmının üzerinde, daha çok vererek üstün tuttuk ki, iyi durumda olanların az verilenleri çalıştırıp işlerini gördürsünler diye. Rabbinin rahmeti, onların (dünyalık olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.”(43 Zuhruf 32) Her fert kendi başına buyruk yaşamaya kalkarsa kargaşa olur ve insanlar arasında kavga ve çekişmelerin ardı arkası kesilmez. Bunun içindir ki insanlar bir arada yaşamanın gereği olarak aralarında uyulması gereken kurallar (kanunlar, yönetmelikler) koyarlar ve toplumda alınan kararları uygulayacak güç (devlet) oluşturulur ve insanlar meydana getirilen bu yapıya uymaya davet edilir. Toplumun uymasını gerektiren gerek yapılması ve gerekse yapılmaması elzem olan yasaklar, yaptırımlar insanların hayatını kolaylaştıracak zorunlu uyulması gereken kurallardır. İşte bu kurallar toplumların dinlerini (yaşam tarzlarını) oluştururlar. İnsanların yaşamlarına yön veren bu dinler Allah’ın kitapta bildirdiği şekilde iki ana gruba ayrılırlar. Birincisi, menşei itibariyle ilahi din olarak, ana hükümlerini ve kurallarını her şeyi yaratan Allah tarafından, insan için indirdiği kitaplar ile belirlenmiş ve beşer elçiler aracılığı ile teklif edilen bu kurallar ve hükümler elçiler eliyle yaşanarak gösterilmiştir. Yaratıcımız Allah ile kulu arasındaki en doğru ilişkinin ve aynı zamanda insanların birbiriyle olan ilişkilerini en verimli ve adil bir şekilde düzenleyen ilahi kurallar, din olarak insanlara önerilmiştir. “Allah, Nuh’a vahiyle tavsiye ettiklerini, sizin için din olarak takip edeceğiniz kurallar (şeriat) yapmıştır. Sana vahy ettiklerimizi İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya ‘Yaşanacak bir din edinin ve bu dinde asla ayrılıklara düşmeyin’ diye tavsiye ettik. Allah’a çağırdığın bu tavsiyeler, müşriklere zor geldi. Allah dileyen kimseyi dinine seçer ve gönülden yöneleni de (kitapla belirlenen) doğru yola iletir.”(42 Şura 13) Ayeti kerimede görüldüğü gibi Allah’ın elçisi Muhammed (as)’dan önceki toplumlara ve onlara gönderilen elçilere tavsiye ettiği din (yaşam biçimi) aynı din ve bu ilahi dinin ismi de bizatihi Allah tarafından konulmuş İslam’dır. “Gerçekte Allah için ne kadar çalışabilirseniz, o kadar çalışın. O sizi kulluk etmeniz için seçti ve sizin uymanız gereken, koyduğu kurallarda (dinde) zorluk koymadı. O din ki, atanız İbrahim’in dini. Daha önceden size müslümanlar ismini koyan da Allah’dır. Müslüman olmanız konusunda elçi size ilk örnek olsun ve siz de müslüman olmakta, insanlara ilk örnekler olun. Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. Zira sizin sığınacağınız tek sığınılacak merci (mevla) O dur. Allah, ne güzel sığınılacak yer (mevla) ve ne güzel yardım edendir.”(22 Hac 78) İnsan için ve insanın yararına Allah tarafından belirlenmiş, insanın hayatını kolaylaştıracak bir başka din kesinlikle yoktur. Bu nedenle Rabbimiz bize din olarak seçtiği İslam’dan başka din aramamamızı tavsiye/emr ediyor “Kim İslam’dan başka din ararsa, asla ondan kabul edilmez ve o ahirette de kaybedenlerden olur.”(3 Al-i İmran 85) Muhammed (as)’a indirilen vahyin tamamı, insan hayatını şekillendiren ve kolaylaştıran, kuralları yerine getirildiğinde Rabbinin hoşnutluğunu kazanmış olarak, insanın gelecek ahiret yurdunda mutlu bir yaşam kazandırmasını sağlayacaktır. Peygamberimiz (as) ile birlikte, insanın bütün ihtiyaçlarını ve problemlerini çözeceği din tamamlanmış ve insanların önüne konmuştur. “Bugün inkâr edenler sizin dininizden (dönmeyeceğinizden) ümitlerini kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın benden korkun. Bu gün itibarıyla dininiz sizin için tamamladım (hiçbir eksiği bırakmadım) ve üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin İslam dininden (uymanız gereken yaşam biçimi) olmanıza razı oldum.”(5 Maide 3) Toplum olarak sosyal hayatımızda Allah’ın dini uygulanmıyorsa, müslüman olan ve Allah’ın dinine inanan her fert Allah’ın din olarak emrettiği her kuralı hayatına uygulamalıdır, yaşamalıdır ve her müslüman bunu yapabilir. Yaşadığı coğrafya gayri İslami topluluk olabilir. Ancak bir mü’min, müslüman için Allah’ın emrettiklerini fert olarak yapabildiği gibi, yasakladığı hiçbir şey de gayri islami yaşayan coğrafyada helal ve mübah olmaz. Çünkü Allah her nefse gücünün yetmeyeceği şeylerden sorumlu tutmuyor. Örnek istenirse, Yusuf (as)’ın Allah’ın dininin yaşanmadığı melikin dininde (12/76) ve melikin koyduğu kurallarla görev yapmasına rağmen, ferdii hayatında Allah’ın ona emrettiklerini yerine getirmiş ve yasakladığı yasaklardan uzak durarak, teslim olmuş ve Müslümanca yaşamıştır.
İslam dininin dışında kalan bütün dinler, Allah’ın katında geçersiz (batıl) olduğu ayetlerle açıkça beyan edilmiştir. Biz bu batıl dinleri üç gruba ayırabiliriz:
1. İnsanlar tarafından tahrif edilmiş (kadiim) eski “İlahi dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık).”
2. Kurallarını, hukukunu, örfünü, helalini haramını velhasıl, tamamını insanların oluşturduğu “Beşeri dinler” (demokrasi, kapitalizm, sosyalizm, komünizm, ateizm vs.). Yusuf suresi 76’ıncı ayetteki “fii diinil melik = melikin dininde” isim tamlamasını insanların oluşturduğu dine örnek verebiliriz.
3. Farklı tanrı inancına sahip bilge insanların oluşturduğu kabul edilen “Batıl dinler” (Budizm, Şamanizm, konfiçizm v.s). İnsan yaşamını biçimlendiren ve yaşam koşullarına şekil vermeye çalışan, insan hayalinin ürettiği dogmatik dinlerdir. Bu dinler gerektiğinde değiştirilebilir veya birbirlerinden katmalarla dini inanç ve karma yaşam biçimleri meydana getirebilirler. Türkiye Cumhuriyetini örnek olarak verirsek, Osmanlı şeriat hukukunun ilga edilmesinin ardından, ilk kurulduğu yıllarda Avrupa nın farklı ülkelerinden farklı hukuk sistemleri alınarak karma bir hukuk sistemi (din) oluşturulmuştur. İnsan yaşamını düzenleyen hükümlerin koyucusu Allah, dini İslam’a dışarıdan hiçbir katkı yapılmasına ve sokulmasına müsaade etmemiş ve bu müdahaleleri yapanların, kendilerini Allah’a ortak koşmuş olarak kabul etmiştir. “Onlar hala cahiliye dönemine ait hükümleri mi istiyorlar? Allah inancında kesin kanaat oluşmuş bir toplum için, Allah’dan daha güzel hüküm verecek kim olabilir?”(5 Maide 50)
Bu aşamadan sonra “Din” sözcüğünün ne anlama geldiğine bakalım. Arapça d y n harflerinden oluşan üç harfli “دان” dane fiilinin mastarı olup, borç almak borç vermek, borç ödemek anlamındadır. Nisa suresi 11 ve 12’inci ayetlerinde üç defa “دين = deynin = borç” olarak kullanılmıştır. Bakara suresinin 282’inci ayetinde اذا تداينتم بدين “iza tedayentüm bideynin = Birbirinize karşılıklı borç alıp verdiğinizde” cümlesindeki “tedayentüm ve deyn” kelimeleri aynı kökten türemiştir. Yevmüddin (din günü) tamlaması da, borç alıp verme, borç ödeme günü demektir. Bunun anlamı, Allah’ın insanı yaratması ile koruması, beslemesi, yardım etmesi ve bütün nimetlerini emrine vererek ihtiyaçlarını karşılamasının karşılığında kulun Rabbine borçlandığını, Rabbine borcunu ödemek isteyen kulundan istediği tek şey, belirlediği yöntem ve emirler doğrultusunda, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmadan kulluk etmesi ve ilahlığını, otoritesini kabul etmesidir. Allah insanı yeryüzünde adını İslam olarak belirlediği bu dinle denemekte olup, kabul edip veya etmemekte serbest bırakmıştır. Ancak öldükten, insanın yeniden diriltilmesinden sonra, yaptıklarından hesaba çekileceği, yeryüzünde iken Rabbinin insana verdiği nimetlerin, imkânların karşılığını ödeyeceği günün ismidir yevmüddin. Yani borç ödeme günü demektir. “Diinül İslam” tamlaması da Allah’ın belirlediği kurallara teslim olarak ve mensuplarının (müslüman) yaşamına uygulayacakları Allah’ın emrettiği ve yasakladığı hükümler bütünün adı “İslam dini”dir. Hak ve gerçek din, Allah’ın elçileri aracılığı ile indirdiği vahyin, yazılı kitap haline getirilmiş kuralların bütünüdür. Kitabın muhtevası emirler, yasaklar, tavsiyeler, müjdeler, uyarmalar ve geçmişteki Allah ve insani ilişkiler gaybi haberler olarak bildirilmiş ki, kullarının yaşadıkları hayatta, daha önce yaşanan olumlu veya olumsuz örneklere bakarak, kendilerinden istenen Allah’ın önerilerine teslim olmayı önceleyen bir yaşamı tercih etmesi teklif edilmiştir. Allah’ın indirdiğine inanan ve teslim olduğunu (kitabın içindekilerle yaşamını idame ettireceğini) beyan eden her fert, müslüman olarak Rabbi ile sözleşme imzalamıştır. Sözleşmenin şartlarını yerine getiren fertler, o dinin mensubu “müslümanlar” olarak Rablerine döneceklerdir.
Âlemlerin Rabbi Allah tarafından insanlara indirilen yüce kitabımız Kur’an, inanan ve o yüce kitaba tabi olan insanı en doğru yola iletecek “Ancak bu Kur’an en doğru yola iletir.”(17 İsra 9) kitap olarak tanımlamış ve Hud suresinde “Elif Lam Ra. İşte! Bu kitabın ayetleri (Allah tarafından) hükümlendirilmiş, sonra her şeyin hükmünü veren ve her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından açıklanmıştır ki, yalnızca Allah’a kulluk edesiniz diye. Ben de sadece kitabın içindekilerle sizi uyaran ve müjdeleyen birisiyim.”(11 Hud 1-2) Rabbimiz, kutsal kitabımızın indiriliş amacını ve elçisinin konumunu en kısa ve öz olarak bu ayetler ile açıklamıştır. Allah’ın elçisine ve o’na indirdiği kitabına inanan insan, Kur’an’ın yalnızca Allah’ın insanlar için indirdiği kelamı (hitabı) olduğuna, kitabın o’nu indiren Rahman tarafından korunduğuna (15/9) ve benzerinin hiçbir zaman meydana getirilemeyeceğine (2/23, 24) ve alternatifinin olmayacağına inanması gerekir. Kur’an öncesi toplumlar, kendilerine indirilen kitaplara sahip çıkıp koruyacaklarına, aynı zamanda insanlara açıklayacaklarına dair Rablerine söz vermelerine rağmen “Allah kitap ehlinden, insanlara (Allah’ın ayetlerini) mutlaka açıklayacaklarına ve ondan hiçbir şey gizlemeyeceklerine dair sağlam bir söz almıştı.”(3 Al-i İmran 187) sözlerinde durmamışlar kendi sözlerini kitabın içine katıp tahrif etmişlerdir “Onlardan bir grup Allah’ın sözlerini dinlerler, çok iyi anladıkları halde, bilerek Allah’ın sözlerini değiştirirler.”(2/75, 4/46, 5/13, 41) Böylece hem emanete ihanet etmişler ve hem de kitabın içeriğini değiştirmişlerdir.
Kitabı indiren Yüce Allah, kitabın indirildiği toplumun kitabın içeriğini ve indiriliş amacını en doğru bir şekilde anlamaları için içlerinden seçtiği ve kendileri gibi aynı dili konuşan o toplumun çok iyi tanıdığı “Biz hiçbir elçiyi, kendi kavminin dilinden başka bir dille göndermedik ki, onlara Allah’ın ayetlerini açıklasın.”(14 İbrahim 4, 12/2, 20/113, 26/195) içlerinde yaşamış (10/16), onların çok iyi tanıdıkları, kendi içlerinden seçip tercih ettiği bir insanı elçi (resul) olarak görevlendirmiştir. Allah insanlara kendilerini yaratan Rablerini, elçiler ve onlara indirdiği kitap vasıtasıyla en doğru şekilde tanıttığı halde, Kur’an dışı kaynaklardan yanlış yönlendirmelerle yaratıcılarını doğru tanıyamamışlar “Onlar gerektiği gibi Allah’ı tanıyamadılar (takdir edemediler).”(39 Zümer 67, 6 En’am 91, 22 Hacc 74) tanıyamadıkları için de kendi hayallerinde oluşturdukları ve menfaatlerine uygun ve işlerine geldiği gibi Allah tanımı yaparak, kafalarında bambaşka, insan gibi düşünen, insan gibi ihtiyaçları ve yeryüzünde temsilcileri olan, insanın işine karışmayan, yalnızca bağışlayıcı, affedici bir ilah oluşturmuşlardır. Bundan dolayı Allah’ın Elçisi Muhammed (as) alemlerin Rabbi Allah’ı, peygamberliğinin ilk dönemlerinde toplumuna tek ilahın, tek yaratıcının Allah olduğunu ve O’nun en doğru tanımını kendisine inen ayetler ile Mekke halkına sürekli anlatmıştır. O’nun hiçbir denginin (112/4) ve O’nun hiçbir benzerinin (42/11) olmadığını, insan idrakinin dışında yüce ve ulaşılmaz olduğu halde, kendisinin, “Kuluna yakın, hatta şah damarından da daha yakın.”(50 Kaf 16) olduğunu, pasif bir tanrı değil, her şeyi kuşatıp gözeten ve yöneten, yönetirken de, dilediği ve izin verdiği (melekler)’den başka hiçbir yardımcı edinmeyen (10/3), aktif bir ilah olduğunu hatırlatmış ve öğretmiştir. Kur’an’ın Allah hakkındaki doğru öğretilerinin, daha önceki ilahi kitaplarda anlatıldığında hiçbir şüphe yok. Buna rağmen ehli kitap olarak tanıtılan tabilerinin, Allah’a isnat ettikleri o inanılmaz ve normal akıl sahiplerinin reddetmesi gereken isnatlar, bağımsız düşünen birisi için kabulü mümkün değilken, hani bizim dilimizde çok kullanan deyim haline gelmiş “Senin bu söylediğini veya yaptığını çocuklar yapmaz” kabilinden söyledikleri iddialar akla mantığa sığacak gibi değil. Ellerinde hiçbir delil, dayanak olmadığı halde “Allah çocuk edindi (19/88), Allah oğul edindi (9/30) demişlerdir. Melekler Allah’ın kızları (43/16), bütün dişiler Allah’a ait, erkekler bizim (53/21) ve “Biz Yahudi ve Nasaralar Allah’ın oğullarıyız (baba Allah) ve sevgilileriyiz (5/18)“ gibi isnatlarla, Allah’ı kendileri gibi düşünen insan seviyesinde bir tanrı inancı oluşturmuşlardır. Böyle gördükleri ve böyle tanıdıkları için Allah adına günah çıkartmalar, bağışlamalar, affetmeler, O’nun adına cezalandırma, mükâfatlandırma işlemlerini kendi yetkilerinde toplamışlar ve hala bunlara yetkili olduklarını, insanları ve kâinatı yöneten tanrı değil, yönetilen bir tanrının varlığını kabul ettirmişler. Allah’ın yanlış tanımlamalarını yapan insanların, kendilerine inananları ikna ettikleri en büyük yalan, insanları en doğru yola ileten ve karanlık düşüncelerden aydınlığa çıkaran Allah kelamı kitapların, her insanın anlayamayacağını, kitabın ehil insanlar (âlimler, rahipler, hocalar) tarafından öğretilmesi, açıklanması gerektiğine ve onlardan öğrenilmesine inandırmışlardır. Hâlbuki fertlerin sorumluluğu kendilerine ait (53/38, 40) olduğu ve hesap gününde yalnız başına (19/95) Rabbine hesap verip, yalnızca Kur’an’a uyup uymadığının (43/44 ve 39/71) sorulacağı Allah’ın kitabında hatırlatılmaktadır. Bu nedenle Rabbine karşı sorumluluğunun bilincinde olan insan, Rabbinin emirlerini veya yasaklarını öğrendiği insanlardan, kendilerine öğretilen hükümlerin kaynağını sormaları, ikna olduklarında kabul veya reddetmeleri en tabi ve vazgeçilmez haklarıdır. Bunun yanısıra Allah’ın dinini öğreten insanların da insanlara öğrettiği hüküm ve kuralların kaynaklarını, dayanaklarını söylemeleri veya göstermeleri gerekir ki, onlar da sorumluluktan kurtulsunlar. Allah adına insanlara hüküm ve tebliğde bulunan insanlar, Allah’ın kitabından söylediklerine delil getiremiyorlarsa, Allah’a iftira atmış ve Allah adına yalan söylemiş olacakları (2/79; 3/78, 94; 6/20, 93, 144, 157; 7/28, 78, 169, 170; 10/15, 68; 11/18; 16/116; 18/15; 20/61; 29/68; 39/32, 60; 46/8; 61/7; 77/50) “Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır” bu ayetlerde açıkça belirtilmiştir. Üzerinden yükü atmak için daha önce yazılmış âlimlerin falanca eserlerinde peygamber efendimizin buyurduğunu veya yaptığını veya söylediğini belirtmeleri onları sorumluluktan kurtarmaz. Din âlimi Allah’ın elçilerinin Allah adına kendilerine vahyedilen kitabın dışında hiçbir kelam edemeyeceğini ve söz (hadis) söyleyemeyeceğini “Eğer (o elçi) bizim adımıza bir takım sözleri söylemiş olsaydı. Onu güçlü bir şekilde yakalar. Sonra onun, şah damarını koparırdık.”(69 Hakka 44, 46) bilmesi gerekir. İnsanlar, âlim olarak kabul ettikleri insanların ağızlarına ve söylediklerine bakıyorlar. Dinlerini o âlimlerden öğreniyorlar ve onlardan öğrendiklerini hayatlarına uygulayıp, hayata öğrendikleriyle bakıyorlar. Öğrendiklerini bir başkasında görürse kardeşi, görmezse sapık, kâfir, zındık, fasık gibi suçlamalarla o kişileri dışlıyorlar. Sonuçta bunlar Rabbimizin kesinlikle yasakladığı ve tehdit ettiği ayrılıkçılığı fırkacılığı meydana getiriyorlar. Bırakalım, uzak geçmişe gitmeye gerek yok, günümüzde “nurcu, süleymancı, fetullahçı, mevlanacı, nakşibendici, kadirici, menzilci, vahhabi, selefi vs…” bu isimleri daha da çoğaltabiliriz. Her fırka, mensubu olduğu fırka ile övünüyor (6/159, 30/32) ve insanları doğru ve hak kabul ettikleri kendi fırkalarına çağırıyorlar, diğer fırkaları sapık gördükleri için mensuplarının o fırkalardan uzak durmalarını, ilişkiye girmemelerini ve tartışmamalarını tavsiye ederek taraftarlarının değişmelerini engelliyorlar. Bir de bunu Allah’ın elçisi Muhammed (as)’ın ağzıyla “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Onlardan biri hak, diğerleri sapık” diye söyleterek yanlışlıklarını onaylattırıyorlar. Hâlbuki Allah kitabında “Allah’a ve O’nun elçisine itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz de etkiniz, gücünüz tükenir. O halde sabredin, Allah sabredenlerle beraberdir.”(8 Enfal 46) ve “Allah’ın ipine (Kur’an’ına) topluca sarılın ve ayrılığa düşmeyin.”(3 Al-i İmran 103) dediği halde, bu ayetler ve aynı konuyu işleyen diğer ayetler (3/103, 105; 6/159; 30/31, 32) olmasına rağmen, Allah’ın red ettiği fırkacılığı bir peygamberin görmemesi ve ayetlerle çelişen söz söylemesi mümkün değildir. Yine Allah’ın, Kur’an’ı Kerim’de insanların birliğini bozan ihtilaf etmenin ve çekişmenin yanlış olduğunu bildirmesi ve bundan uzak durulmasını emrettiği halde, peygamberimiz adına “Ümmetimim ihtilafı rahmettir” diye söylettirilerek çekişmelerin ve ayrılıkların önünü alabildiğince açmışlardır. Allah, ihtilafların ve çekişmenin tek çözüm yerinin Nisa suresi 59’uncu ayetinde “Ey İman edenler! Allah’a itaat edin, elçiye ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Herhangi bir şekilde aranızda tartışmaya girerseniz, (tartıştığınız konunun doğru olarak çözümlenmesi için) Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, tartıştığınız sorunu Allah’a ve elçiye götürün. Böyle yapmanız sonuç olarak daha hayırlı ve daha güzeldir.” Kur’an olduğunu gösteriyor. Bu ayetler bize ihtilaf etmenin ve çekişmenin ümmetin bölünmesine ve parçalanmasına sebep olan bir felaket olduğunu belirtirken, ümmetin ihtilaflarını çekişmelerini Allah’a ve elçisine götürüp vahyin hakemliğinde çözümlenmesini de rahmet olarak gösteriyor. Müslümanların Allah’ın bu çözüm yoluna sırtlarını dönmeleri, gerçekten Allah’a karşı samimi olmadıklarını gösterir.
Yaşadığımız coğrafya içerisinde birlikte yaşadığımız insanlarımız kendilerini müslüman olarak nitelendirdikleri halde, Rablerinin kendilerine Haşr suresi 18’inci ayetinde “Her nefis yarın için ne hazırladığına bir baksın.” Hatırlatıldığı gibi, müslüman isminin gereği olan Allah’ın ipi olarak nitelendirilen Kur’an ile ilişkisini ne kadar sağlayabiliyor ve hayatının ne kadarını Allah’ın kitabı ile yönlendirebiliyor? Bunu kendi nefsinde bir değerlendirmeye tabi tutabiliyor mu? Bu otokontrolü yapabiliyorsa, örf, gelenek, aile ve toplum baskısına rağmen, nefsinde yakaladığı yanlışları düzeltebiliyor mu? Bunun tespitini kişi yalnızca kendisi yapabilir. Zira her kişinin Rabbi karşısındaki sorumluluğu kendine ait olup, hesabını da yalnız başına (19 Meryem 95) Rabbine kendisi verecektir. Hiçbir fert Kur’an’dan sorumlu tutulacağının cahili olamaz. “Sen, sana vahyedilene sım sıkı sarıl. (Böyle yaparsan) Elbetteki dosdoğru bir yol üzerinde olmuş olursun. O vahy ettiğimiz Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür ve (Kur’an’dan) sorulacaksınız.”(43 Zuhruf 43, 44) ve haberim yoktu diyemez. Bir de ferdi sorumluluğunun yanında, toplumun din eğitiminin ve öğretiminin sorumluluğunu üzerine alan ve toplumları dini olarak yönlendiren hocaların, imamların, ilahiyatçı akademisyenlerin, müftülerin, diyanet işleri başkanlarının Allah’ın dinini insanlara anlatırken ve öğretirken ki sorumlulukları, fertlerin sorumluluğundan daha fazladır. Allah’ı, Allah’ın dinini, bu dini insanlara öğretmesi ve uygulaması için Allah’ın görevlendirdiği elçilerini, elçilerine indirilen kitaplarını ve kitapların içeriğini en doğru bir şekilde anlatmaları, kendi istekleri ve seçimleri olarak yüklendikleri bu görev, sorumluluk isteyen görevdir.
İnsanın kabiliyeti ile asla ulaşamayacağı gaybi bilgilerden olan Allah’ın kendisi, gelecekte olacakların (ahiret-hesap günü) ve geçmişte olanların (kâinatın ve insanın yaratılışı da dâhil) gaybi bilgileri, tamamen Allah’ın uhdesinde olan bu gaybi bilgiler, yalnızca dilediği elçilerin aracılığı ile yazılı belgeler (kitap) haline getirilmiş (72/26-27) kitapların içinde mevcuttur. Kur’an öncesi kitapların tahrif olması ve insanlar eliyle bozulması, önceki kitapların inandırıcılıkları kalmamış ve çelişkilerle dolu olduğu için, en son inen Allah’ın kelamı Kur’an, korunmuş sağlam belgeler halinde insanların ulaşabileceği yakınlıkta elinin altındadır. Allah’ın lütfu sayesinde elimizin altında olan ve bilgisine çok rahat ve kolayca ulaşabileceğimiz bir kitap olan Kur’an varken, yine de en çok istismar edilen ve Allah’ın bildirdiği konular insanı tatmin etmiyormuş gibi insanlar, Kur’an dışı kaynaklardan Allah’ın bildirmediği gaybi haberler üretmekte ve İslam adına insanlara servis etmektedirler. Servis edilen insan düşüncesinin mahsulü gaybi haberle iman ve akidevi esaslar belirlenmekte ve bu yanlış, tutarsız, Allah’ın kitabında yeri olmayan veya hiç bahsi geçmemiş konuları reddedenler, töhmet altında bırakılıp suçlu ilan edilmektedir. Bu konuyla ilgili bir örnek verelim. Allah insanın yaratılışını 6 ayette turaab (toprak)’dan (3/59, 18/37, 22/5, 30/20, 35/11, 40/67), 11 ayette Tiin (yapışkan toprak, balçık)’dan (3/39, 5/110, 6/2, 7/12, 17/61, 23/12, 28/38, 32/7, 37/11; 38/71, 72), 4 ayette de (15/26, 28, 33; 55/14) Salsaal (bekletilmiş çamur, balçık)’dan olarak toplam 21 ayette bildiriyor. Bu ayetler yok sayılarak, diğer insanlar gibi (topraktan yaratılan ilk insanlar ve İsa (as) hariç) insan bir ana babadan yaratılmış, insan bir elçi olan Muhammed (as)’ı, Allah’ın kendi nurundan yarattığını ve bütün kâinatın da Muhammed (as)’ın nurundan yaratıldığını mescitlerin kürsülerinde anlatıyorlar. İnsanın yaratılışı tamamen gaybi bir olay olduğu halde, Allah’ın beyanlarına rağmen, Allah insanı yaratırken Allah’ın yanındaymış gibi haber üretiyorlar. İnsanın yaratılışı ile iddialar, başka insanlar (İsa) için de söylenmiş olmalarına karşılık, onların bu iddialarına “Gökleri ve arzı yaratırken onları şahit yapmadığım gibi, kendi nefislerini yaratırken de onları asla şahit yapmadım. Herhalde sapkınları yardımcı edinecek değilim.”(18 Kehf 51) ayetinde Rabbimiz, insanın yaratılışıyla ilgili verdiği haberlerin dışında haber verenleri sapkın, yoldan çıkmış demek suretiyle Kur’an dışı yaratılış haberleri verenleri yalanlamıştır.
Yahudi ve Hıristiyan dininin mensuplarının “İsa ve Üzeyr Allah’ın oğullarıdır.”(9 Tevbe 30) diyerek ilahlaştırmalarına nazire yaparcasına, müslümanlar da Allah’ın elçisi Muhammed (as)’ın diğer peygamberlerden daha üstün olduğunu, bundan dolayı “övülmeyi hak ediyor” diyerek, peygamberler arası fazilet yarışına sokuyorlar. Peygamberimizi beşeri özelliklerinden arındırarak ilahlaştırma gayreti içine düşenlere örnek olarak bir vakıf yayın organı sayfalarında yazan bir yazarın, peygamber efendimizin Müslim/fedail bölümünden naklettiği hadise/sözlere bakalım. “Ben Muhammed’im. Ben Ahmed’im. Ben o Mâhî’yim ki küfür benimle mahvedilecektir. Ben o Hâşir’im ki insanlar benim ayağımın ökçesi üzerinde (yani beni takip ederek) haşrolunacaklardır. (Müslim, Fedail, 34)“ Kullandığı Mahi (Bir şeyi yok eden ortadan kaldıran) ve Haşir (Yeniden diriltip bir araya getiren, toplayan) kelimeleri bu hadis içerisinde Allah’a ait özelliklerin peygambere nisbet edilmesi bir müslümanın kabul etmesi mümkün olmayan bir söz. “Şüphe yok ki, göklerde ve yerde olanların hepsi, Rahman’a yalnızca kul olarak gelecektir. Rahman onların (dünyada yaşamış kullarının) hepsini hesap etmiş ve tek tek saymıştır. Ve hepsi kıyamet günü O’nun huzuruna yalnız başına gelecektir.”(19 Meryem 93) Rabbimiz haşr gününde yarattığı kulları ne şekilde nasıl toplanacağını haber verirken, kullarının arasından hiçbirini istisna etmeden, peygamber de olsalar ayrıcalıklarının olmadığını, onların da kıyamet günü Allah’ın dirilme yasasına uyacağını haber veriyor. Allah’ın kitapta gaybi haber olarak bildirdiklerinin dışındaki sözlerin, haberlerin hiçbirisine itibar edilmez. Allah, kitabı Kur’an’da elçisi Muhammed (as)’a, ne böyle bir görev veriyor, ne de böyle bir görevle görevlendirileceği bildiriliyor. Kıyamet gününe kadar iman da olacak küfür de olacak. Çünkü insanlar bu iki kelimeyle imtihan olunuyorlar. Doğrular ve gerçekler Allah’dan olup, peygamberler vasıtasıyla insanlara teklif ediliyor ki, dileyen iman edip hayatına uygulayacak, dileyen de doğruları, hakkı inkâr edip şeytanın yolunu takip edip inkârcı olacaktır. (18 Kehf 29)
Devam edecek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *