Eldeki veriler Kaşıkçı’nın MBS yönetimi tarafından öldürüldüğüne dair güçlü işaretler taşıdığına göre, kendisi de bazı açılardan bir ‘reformcu’ olarak görülebilecek MBS, niçin bir başka ‘reformcu’ olan Kaşıkçı’yı öldürmek istesin?
Suudi Arabistanlı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda öldürülmesi olayı, geçtiğimiz ayın ana gündem maddesiydi. Önce Türkiye gündeminin bir konusu olarak medyada yer alan olay, bir süre sonra dünya gündeminin de ana maddesi haline geldi ve hükümetlerin devreye girmesiyle, mesele, daha karmaşık bir hal aldı. Hala güncelliğini koruyan olayla ilgili dünya kamuoyunun vicdanını tatmin edecek bir açıklama da henüz yapılmış değil.
Hükümetler meseleyi ‘yargı süreci’ne bırakmak suretiyle konunun ‘soğuması’ yönünde bir temayül gösteriyor, fakat dünya kamuoyu da olayın aydınlatılması yönünde tatmin edici bir açıklama bekliyor. Öyle görünüyor ki, bu konu üzerinden yürütülen tartışmalar kısa vadede bitmeyecek. Çünkü meselenin birçok boyutu var ve özellikle de ‘siyaset’ alanı ile ilgili olanı yüzünden, konunun halli zor görünüyor. Konuyu bir ‘insan hakları’ (ya da ‘basın hakları’) meselesi olarak görüp gerekli soruşturmanın yapılmasını isteyenlerin dışında, meseleyi Suudi Arabistan rejiminin geleceğiyle (hatta Trump iktidarının sarsılmasıyla) ilişkilendirenler dahi var. Gerçekten de yaşanan gelişmeler, konunun, basit bir ‘cinayet’ hadisesi olmanın ötesinde boyutları olduğunu gösteriyor. Biz de bu yazımızda hadiseyi daha çok bu boyutuyla ele alıp değerlendirmeye çalışacağız.
Cemal Kaşıkçı, aslında kimliği konusunda kamuoyunun çok da aydınlatıcı olmayan malumatlara sahip olduğu bir kişiliktir. Cinayet hadisesinden önce, genel kamuoyu, sadece ‘Kaşıkçı’ soyadına aşinadır, o da Cemal Kaşıkçı’nın amcası olan Adnan Kaşıkçı yüzünden! Malum olduğu üzere, Adnan Kaşıkçı, 1980’li yıllarda Türk kamuoyunun ismini tanıdığı bir simadır. Özellikle de serveti ve maceralı hayatı nedeniyle sık sık magazin haberlerine konu olan Adnan Kaşıkçı, Türk kamuoyunda daha çok, yapmış olduğu silah tüccarlığı ve Topkapı Sarayı’ndaki Kaşıkçı elması ile bilinir. Bunun dışında, dünyanın dört bir yanındaki malikaneleri, özel uçağı ve yatıyla da dünya medyasında magazin haberlerine sık sık konu olmuştur. (Bu arada hatırlatalım, Kaşıkçı’nın yatını daha sonra satın alan kişi Amerika Başkanı Donald Trump’tır!). Daha sonra iflas eden ve geçen sene İngiltere’de bir hastanede neredeyse meteliksiz vefat eden Adnan Kaşıkçı, cinayete kurban giden Cemal Kaşıkçı’nın amcasıdır. (1997 yılında Paris’teki trafik kazasında hayatını kaybeden İngiltere Prensesi Diana’nın yasak aşkı olduğu söylenen Dodi el Fayed de Adnan Kaşıkçı’nın halasının oğludur.) Cemal Kaşıkçı’nın babası Ahmed ise, Suudi Arabistan’ın kurucusu kral Abdülaziz’in doktoru olan ve tahsilini Avrupa’da yapan Muhammed Halid’in bir başka oğludur. Görüldüğü gibi, Cemal Kaşıkçı’nın sülalesi, Suudi Arabistan’ın nüfuzlu ailelerindendir. Kayseri kökenli bir aile olmakla birlikte, üç kuşak öncesinde ailesinden bazıları Medine’ye göçüp oraya yerleşmişler, zamanla da ülkenin sayılı nüfuzlu ailelerinden olmuşlardır.
Cemal Kaşıkçı’nın bu soy kütüğünün bilinmesi, onun dış dünya ile ‘görece kolay’ irtibatını anlamak bakımından önemlidir. Nitekim üniversite tahsilini Amerika’da yapmış olması da yine aynı nedenden dolayıdır. Kaşıkçı ile ilgili bir diğer dikkati çeken husus ise, 2015 yılına kadar Suudi Arabistan’daki bağlantılarının güçlü olduğu şeklindeki enformasyondur. (Nitekim Der Spiegel dergisi, 2011 yılında, Arap Baharı’nın hararetli döneminde Riyad’ta Kaşıkçı ile yapmış olduğu bir röportajda, Kaşıkçı’nın: “Mutlak Monarşi’nin dönemi bitti. Tek çare demokrasi” sözünü söylediğini ve bu sözleri Suudi Arabistan’da başka birinin söylemesi durumunda hapse atılacağını yazmıştır!) Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan bağlantılarının kopuşu, veliaht prens Muhammed bin Selman’ın (MBS) iktidarı de facto ele geçirmesinden sonradır. Bu tarihe kadar Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’da öyle veya böyle popüler bir figür olması, onun için medyada çizilen ‘tam özgürlükçü’ gazeteci imajına ihtiyatla bakmayı gerektirmektedir. Nitekim Cemal Kaşıkçı’yı 25 yıldır tanıdığını söyleyen Amerikalı aktivist Halid Saffuri, onun kraliyet ailesi ile yakın ilişkileri olduğunu, hakeza Washington’daki Körfez Meseleleri Enstitüsü’nde çalışan ve Kaşıkçı’yı uzun yıllardır tanıdığını söyleyen Suudi muhalif Ali el-Ahmed de, Kaşıkçı’nın son zamanlara kadar kraliyet ailesine yönelik ciddi bir eleştiri getirmediğini, bilakis daha çok aileye sadık bir kişi profili çizdiğini söylemektedir.
Kaşıkçı’nın mesleki kariyerine bakıldığında da, MBS’nin iktidara gelişine kadar, Suudi rejimiyle ciddi bir probleminin olmadığı görülmektedir. 1980’lerin sonlarında Suudi rejimi tarafından o dönemde kendisine toleransla yaklaşılan Usame bin Ladin ile röportajlar yapması, 1991-1999 yılları arasında Medine dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapması, 2005 yılında Suudi Arabistan’ın Washington Konsolosu’nun baş danışmanı olarak çalışmaya başlaması, 2015 yılında Bahreyn merkezli bir televizyon olan El-Arab’a genel yayın yönetmenliğine getirilmesi, MBS’nin iktidara gelişine kadar Suudi televizyonlarında sürekli görünenlerden biri olması, vs. kendisi hakkında çizilen bu profili desteklemektedir.
Fakat bütün bu malumat, Cemal Kaşıkçı’yı Suudi rejimiyle doğrudan ‘irtibatlı’ bir kişi olarak görmeyi de gerektirmez. Batı’da aldığı eğitim ve Batılı çevrelerle olan ilişkilerine bakıldığında, bu tipolojiyi, ‘reformist’ bir kişilik olarak nitelemek daha doğru görünmektedir. (Nitekim Suudi muhalif Ali el-Ahmed’e göre de o, ülkede ‘tedrici reformlar’ yapılmasından yana bir kişidir!). Kaşıkçı’nın El-Vatan gazetesinde yazdığı yazılarda, radikal İslam’ın önüne geçebilmek için ülkedeki din eğitiminin gözden geçirilmesini ve din eğitimin yalnızca dini okullarda verilmesini, çocuklara bir dinin empoze edilmemesi gerektiğini savunması, ülkedeki din adamlarına İbni Teymiyye’nin görüşlerine itibar etmemeleri tavsiyesinde bulunması, bir Batılı dergiye yaptığı bir açıklamada, Suudi Arabistan’ın da bir gün diğer milletler gibi reform yapacağını söyleyip, Suudların da özgürlük, şeffaflık, hukukun üstünlüğü, seçilmiş bir başbakan ve gerçek bir parlamentoya ihtiyacı olduğunu söylemesi, Trump’ın başkan seçilmesinden sonra onu eleştiren yazılar yazması, ABD’nin Suriye’de izlediği politikanın İran’ı bölgede güçlendireceğini söylemesi, 2017’de MBS’nin yolsuzlukları önlemek amacıyla Suudi hanedanının diğer bazı üyelerine karşı izlediği sindirme politikasını eleştirmesi, fakat buna rağmen MBS’nin 2030 Vizyonu’nu desteklemesi, Müslüman Kardeşler’e karşı Mısır’da yapılan askeri darbeyi eleştirmesi, vs. de bu nitelemeyi doğrulayıcı niteliktedir. “Tanıdığım Usame bin Ladin” adlı kitabın yazarı Peter Bergen ise, bu konuda başka bir tespitte bulunmakta ve Kaşıkçı’nın son yıllarda “daha liberal ve seküler bir yol izlediğini” söylemektedir. Eğer bu doğruysa (ki, ülkesinden ayrıldıktan sonra Washington Post’ta yazdığı yazılarda bu tını vardır), Kaşıkçı tipolojisinin ana hatları kabaca ortaya çıkmış olmaktadır ki o da şudur: Kaşıkçı, ‘liberal’ ‘reformcu’ bir kişiliktir!
Burada akıllara tabiatıyla şöyle bir soru gelmektedir: Eldeki veriler Kaşıkçı’nın MBS yönetimi tarafından öldürüldüğüne dair güçlü işaretler taşıdığına göre, kendisi de bazı açılardan bir ‘reformcu’ olarak görülebilecek MBS, niçin bir başka ‘reformcu’ olan Kaşıkçı’yı öldürmek istesin?
Bu soruya cevap vermek için, öncelikle ‘reform’ kelimesinin her iki taraf için ifade ettiği anlamı iyi bilmek gerekmektedir. Evet, Kaşıkçı MBS’nin 2030 vizyonunu desteklemektedir, zira 2030 vizyonu bağlamında yapılacağı taahhüt edilen şeylerin bir kısmı, Kaşıkçı’nın arzuladığı ‘reform’ ile uyumludur. Fakat Kaşıkçı’nın asıl istediği şey, Suudi Arabistan’ın Batı-tipi bir demokrasiye geçmesidir. İşte burada, MBS’nin ‘reform’dan anladığı şeyle çelişen bazı hususlar mevcuttur. Başka bir ifadeyle, Kaşıkçı’nın istediği ‘reform’ tümüyle gerçekleştiğinde, krallığın varlığı da sorgulanır hale gelebilecektir. MBS gibi iktidar düşkünlerinin hazzetmediği işte budur. (Hatırlanacağı üzere, BOP projesi de Amerika tarafından 2000’li yılların başında dillendirildiğinde, buna ilk itiraz edenler Hüsnü Mübarek ve Zeynel Abidin bin Ali gibi liderler/diktatörler olmuştu!) MBS ise, “eğer ülkeye komünizm gelecekse, onu da biz getiririz” diyenlerin zihniyetine sahiptir. Bu, aslında, ‘koltuk düşkünlüğü’ ile izah edilebilecek bir şeydir. Yani MBS gibileri sahici bir ‘reform’ çabası içinde değildirler. Bunların gözü krallık rejiminde de reform sürecinde de hep koltuktadır. Eğer şartlar değişmiş ve Ortadoğu’da artık krallık rejimlerine ihtiyaç kalmamışsa, bu tipoloji, (koltuktan vazgeçmemek kaydıyla) krallık rejiminin ‘demokrasi’ye (veya başka bir rejime) dönüşmesine itiraz etmez. Bunu, basit manada, ‘iktidar hırsı’ kavramıyla da (ya da Nietzsche’nin “iktidar istenci” kavramıyla) izah etmek mümkündür. Kaşıkçı gibi tiplerin ‘reform’ talepleri işte bu yüzden bu türden rejimler için ‘tehdit’ olarak görülmektedir. Eğer bu cinayetin arkasında Suudi rejimi varsa, hadisenin gerekçesini bu şekilde izah etmek mümkündür.
Tabii burada başka ihtimallerden söz etmek de mümkündür. Örneğin, hadisenin arkasında Amerikan parmağı olduğuna dair spekülasyon bu açıdan değerlendirilebilir. Muhammed bin Selman’ın Trump yönetimiyle arasının iyi olduğu bilinmekle birlikte, eğer Batı’nın planı, orta veya uzun vadede Suudi Arabistan’da bir rejim değişikliği ise, Kaşıkçı cinayeti gibi hadiselerin, MBS gibi liderleri ‘köşeye sıkıştırmak’ için bilinçli bir şekilde tezgahlanabileceği de (yahut da hadise spontane bir şekilde gelişse bile sonrasında bu amaç doğrultusunda kullanılabileceği) gözden ırak tutulmamalıdır. Çünkü Batı hegemonyası altında yerel iktidarların ‘keyfi’ icraatlar yapmalarına izin verilmez. Bazı yerel liderlere, bazı sınırlar içerisinde görece serbest hareket etme imkanı tanınabilir, ama küresel düzenin işleyişine zarar verecek icraatlar genellikle bu düzende cezalandırılırlar. Örneğin, yakın geçmişte Mısır’da iktidara gelen (yahut getirilen) Mursi’nin bir askeri darbeyle devrilmesi hadisesinde bu durumu görmek mümkündür. Mursi, açıkça, Batı desteğiyle iktidara gelmiştir ve bir takım ‘acemilikler’ yaptığı için de iktidardan alınmıştır. Hatırlanacağı üzere, seçimlerin yapılmasından 6 ay sonra Mursi, anayasa değişikliği yapmak için bir girişim başlatmış, kamuda çok hızlı bir şekilde kadrolaşmaya gitmek istemiş ve bu tür acurlukları yüzünden bir askeri darbe ile iktidardan uzaklaştırılmıştı. Burada Mursi ve taraftarlarına verilen mesaj çok açıktı: tanımlanan sınırların dışına çıkıldığında, küresel iktidar müdahale ediyordu! Aynı mesajın, Kaşıkçı cinayetiyle birlikte, Suudi Arabistan’da bir ‘reform’ programı uygulayacağını açıklayan MBS’ye verilmesi de mümkündür. Eğer bu hadisenin arkasında ABD veya Batı varsa, verilmek istenen mesaj muhtemelen şudur: “reformu, muhaliflerini katlederek yapamazsın. Bilakis reformu bizim istediğimiz şekilde yapacaksın!”
Burada ‘liberal reformcu’ bir figürün katledilmesinin, Suud rejimi üzerinde etkili bir ‘baskı’ unsuru olacağına dikkat edilmelidir. (Örneğin katledilen bir ‘radikal İslamcı’ muhalif olsaydı, Batı ülkeleri bu denli ayağa kalkmaz, Suudi Arabistan’da yapılan bazı organizasyonları boykot vs. etmezlerdi!”). Eğer böylesi bir plan yoksa ve hadise spontane bir şekilde gelişmişse de, Batı ülkelerinin bu olayı yine MBS iktidarını ‘ılımlı’ reformcu çizgiye çekmek yönünde kullanacakları da öngörülebilir. Bu noktada özellikle, Amerika’da Demokratlar’ın, Avrupa kıtasında da liberal ve sosyalist kesimlerin etkin bir propaganda faaliyeti yürüteceği beklenebilir. Zira Batılılar, hep ‘kontrollü reform’dan yanadırlar. Üçüncü Dünya Ülkelerinin kendi başlarına, kendi hakları için bir ‘reform’ yapmalarını istemezler, buna izin de vermezler. Çünkü bu, ‘bağımsızlık’ imajını güçlendiren bir şeydir. Batılı ülkeler ise, doğrudan sömürebiliyorlarsa doğrudan sömürürler, o olmuyorsa, dolaylı sömürüye de razı olurlar. Ama ‘bağımsızlık’ (ya da ‘tam bağımsızlık’) asla tahammül edebilecekleri bir şey değildir!
Hadisenin Türkiye medyasında (ve ardından global medyada) yer alış süreci de, yaşadığımız dönemde ‘insan hakları’ ve ‘devletin çıkarı’ kavramlarına dair bazı yorumlar yapmaya imkan vermektedir. Hatırlanacağı üzere, Ekim ayının başında yaşanan olayı medyaya ilk duyuranlar, Kaşıkçı ile kişisel dostlukları bulunan bazı gazeteciler ve siyaset adamları idi. Burada özellikle de gazeteci Turan Kışlakçı’nın ismi öne çıkıyordu. İlk günden beri Kaşıkçı’nın öldürüldüğü yönünde güçlü emareler olduğunu söyleyen ve hemen bütün televizyon kanallarına çıkıp bu yönde açıklamalarda bulunan Kışlakçı, bir süre sonra ekranlarda görünmez oldu! Bunun nedeni, besbelliydi ki, olaya “devletin el koyması” idi. Esasında Kışlakçı da, bazı bilgilere yine ‘resmi’ kanallar aracılığıyla ulaşıyor ve onları medyaya servis ediyordu. Fakat hadise dünya medyasının gündeminin ilk sırasına oturunca (yani bir anlamda ‘siyasi’ bir mahiyet kazanınca) Kışlakçı ekranlara çıkamaz oldu. Tabiri caizse, birileri tarafından ‘susturuldu.’ Zira burada tipik manada ‘hasar kontrol mekanizması’ devreye girmişti ve süreci devlet yönetmek istiyordu. Türk medyasına servis edilen haberlerin bir süzgeçten geçtiği o denli belli oluyordu ki, hadise hakkında detay öğrenmek isteyenlerin tek alternatif bilgi kaynağı CNN ve BBC gibi yabancı medya kuruluşları olabiliyordu! Nitekim Kışlakçı, ısrarla Kaşıkçı’nın ‘öldürüldüğü’nü söylerken (ihtimal olarak % 99 rakamını veriyordu), bir süre sonra resmi makamlar, medyaya ‘öldürülme’ olayının kesin olmadığı, Suudi yetkililerle ortak bir ‘araştırma’ yürütüleceği bilgisini sızdırmaya başladılar. Ardından da araştırma sürecinin görüşmeler sonucunda ‘uzatılacağı’ yönünde güçlü işaretler gelmeye başladı. Hadisenin ‘siyasi’ boyutunun küresel bir mahiyet alması üzerine de, Trump yönetimi dahi ‘hasar kontrol mekanizması’nı işletti ve zamana yayılma sürecini destekleyici bir tutum takındı. Bütün bu gelişmeler şunu gösteriyordu: eğer bir hadise ‘kontrolden çıkma’ temayülü gösteriyorsa, burada ‘iktidar’ alanı devreye giriyor ve kamuoyunu yönlendirici bir siyaset izliyordu.
Şu ana kadar yaşananlara bakıldığında, Amerika’da Watergate skandalında izlenen sürecin bir benzerini, Kaşıkçı cinayetinde de görmek mümkündür. Hükümetler, böylesi hadiselerde devreye girmekte ve kamuoyunu kendi amaçları doğrultusunda manipüle etmeye çalışmaktadırlar. Eğer ‘bağımsız’ bir medya varsa, bu manipülasyonun etkilerini azaltmak mümkün olmaktadır, ancak o da yoksa kamuoyunun aydınlatılması hayli zorlaşmaktadır. Belki Batı basınının, Kaşıkçı cinayetinin çözülmesi sürecinde bir takım avantajlara sahip olduğu söylenebilir ama Suudi Arabistan yahut Türkiye gibi ülkelerde bu şansın pek olmadığı izahtan varestedir. Bu da şu gerçeği bir kez daha hatırlamamıza yardımcı olmaktadır: (istisnalar hariç olmak üzere) ana akım medya, iktidarın kontrolü altındadır. Ana akım medyanın haberleri dikkatle izlenmeli ve manipülasyon tuzağına düşülmemelidir!
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *