Prof. Dr. Abdurrahman Ateş, ‘İslami hareketin değil, ona mensup Müslümanların, yaşadığımız coğrafya özelinde savrulmasından’ söz ettiği konuşmasında, bunun nedenlerini 5 ana madde içinde değerlendirdi. Bu konularda gereken önlemlere ilişkin Kur’an’dan bazı ayetlerin altını çizen Ateş, yeni bir eylem planı geliştirmek gerektiğini belirterek, ‘Müslümanlar için her ortamda İslam adına yapılması gereken bir iş vardır’ dedi.
Genç Birikim Dergisi tarafından 14 Aralık 2025 Pazar günü Kocatepe Konferans Salonunda gerçekleştirilen panele, konuşmacı olarak Ali Kaçar, Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş, Prof. Dr. Abdurrahman Ateş ve Doç. Dr. Vahdettin Işık katıldı.
İki oturum halinde gerçekleştirilen panelde Abdurrahman Ateş, “İslami Harekette Savrulma ve Dönüşüm” başlığı altında yaptığı konuşmada, savrulmanın ne olduğunu, nasıl tebarüz ettiğini ve bunun nasıl önlenebileceğine dair görüşlerini paylaştı. Müslümanların gevşeklik göstermemesi gerektiğini ve hiçbir zaman mücadelenin bırakılmaması gerektiğini vurguladı.
Prof. Dr. Abdurrahman Ateş’in konuşmasının geniş özeti şöyle:
• Sözlerime başlarken hepinizi en kalbi muhabbetlerimle, saygılarımla selamlıyorum, esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.
İslami harekette savrulma dendiği zaman başlıkta elbette burada bir sorunun olduğuna işaret var. Bir sorundan bahsedeceğiz özellikle ve öncelikle. Bununla birlikte hareketin kendisinde savrulma olmaz takdir edersiniz. Hareketin mensuplarında savrulma ve dönüşüm olur. Dolayısıyla hareketin kendisinden ziyade bu harekete mensup olan Müslümanların yaşadığımız coğrafya özelinde savrulmasından, dönüşümünden belki söz etmek mümkün olacaktır, bunu özellikle belirtelim.
• Beş madde üzerinden bunu ifade etmeye çalışacağım bu zaman çerçevesinde. Şunu da ifade edeyim, bununla sınırlı olmayabilir elbette, ama şunu özellikle altını çizmemde fayda var: Sadece dahili faktörlerden bahsetmiş olacağım. İslami hareketin savrulmasına ve olumsuz anlamdaki dönüşümünü etkileyen harici faktörlerden bahsetmiyorum. Yani Müslümanların kendi öz benliğindeki problemleri dikkat çekerek hatırlatmaya çalışacağım. Ve bu beş maddenin her biri diğeriyle belki birlikte, belki biri diğerini tetikleyen unsurlar olduğunu da özellikle belirteyim.
• İslami harekette özellikle bir temsiliyet sorunu belli başlı sorunumuz. Bütün zamanlarda var, ama özellikle yaşadığımız bu dönemde çok daha fazlasıyla olan bir durum. Yani eylemsiz söylem ya da söylemin eyleme dönüşmemesi ya da dönüşememesi dediğimiz bir problem ile karşı karşıyayız. Allah Teâlâ Müslümanları tanımlarken Bakara suresinin 143. Ayet-i Kerimesinde, Müslümanları tanımlarken, ‘Siz Müslümanlar olarak bütün insanlık için şahit, Resul de sizin için bir şahit’. Tabi bu kelimenin şahit olarak, tanık olarak tercüme edilmesinde bu anlam oturmuyor elbette. Ama şahit kelimesinin asıl anlamının, özgün anlamlarından birisinin de model olmak, gösterge olmak, bir şeyin işareti, bir şeyin alameti, bir şeyin örneği, modeli olmak anlamına geldiğini dikkate aldığımızda Allah Müslümanlara bir defa bir rol yüklüyor. Sizin göreviniz, sizin dışınızdaki bütün insanlar için model olmaktır, rol model olmaktır, örnek olmaktır. Peygamber de sizin için zaten bir modeldi, ama siz de insanlara. Yani insanlar size bakarak İslam’ı öğrenecekler. Kelam ederek değil, konuşmalarınıza bakarak değil, yaşantınızla bunu ortaya koyacaksınız ki insanlar size bakınca İslam’ın ne olduğunu anlar. Şehadet buydu. Hatta Allah yolunda öldürülenlere şehit diye ifade edilmesinin nedeni de budur zaten. Ölüm biçimiyle alakalı değil, hayat biçimiyle alakalıdır. Yani şehit ölen insanın adı değildir. Şehit, hayatıyla örnek olan insanın adıdır. Yoksa ölüm biçimiyle alakalı bir kavram değil, örnek olmadır. Hayatiyle örnek olanların ölüm biçimi Allah yolunda olunca adına şehit denir, şahit denir, yani örnek ve model insan anlamında.
• Bu girişi yaptıktan sonra şunu özellikle ifade edeyim: Müslüman aslında hem özellikle söylediğini yapan, hem de yapacağını ya da yapabileceğini söyleyendir. Güzel söz söyleyen insanın adı değildir Müslüman sadece. Sadece güzel konuşanın, güzel hitap edenin adı değildir. Yapacağını söyleyen ve söylediğini yapabilendir. Yani başkalarından istediği fedakârlığı önce kendisi yapandır Müslüman. Sadece söyleyen değil, aynı zamanda kendi hayatında da bunu uygulayandır. Olması gereken elbette bu, bu yönüyle. Allah Resulü’nün zaman zaman hayatında bunu görebiliyoruz.
Hudeybiye Anlaşmasının sonuçlandırılacağı bir zaman diliminde Müslümanlara getirdikleri kurbanlıkları kesmesi emrettiği halde Müslümanların o emri yerine getirmemesi bir tepkisel hareket olarak tabii ki sonucunda Allah Resulü’nün kendisi Ümmü Seleme annemizin tavsiyesiyle kurbanını kesmek suretiyle onlara uygulatmıştır. Uygulama sözlü olarak bir şey söylemekten çok daha önemli, çok daha öncelikli ve çok daha kıymetlidir. Dolayısıyla bu ifadeyle Allah Resulü’nün bu davranışıyla biz şunu özellikle hayatımızın merkezine koymak durumundayız: Söylemlerimizden ziyade eylemlerimiz insanları harekete geçirecektir eğer geçirecekse.
• Bir de yapmayacağı şeyi ya da yapamayacağı şeyi söylemeyecek Müslüman. Hani Saf suresinin ikinci ayetinde, “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyin niçin söylüyorsunuz?” Yapmadığınız değil de, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz ifadesinin arka planı bu. Bol keseden atmayın diyor. Planlayacağınız, yapacağınıza söz verdiğiniz şeyleri yapabileceğiniz şeylerden seçin. Yapmayacağınız şeyleri sadece toplumlara, kitlelere harekete geçirmek için konuşmanıza gerek yok. Palavraya gerek yok yani. Yapacağınız şeyleri söyleyin, sonra mahcup olmayın. Yani Allah bana imkân verirse ben bu imkânları Allah yolunda kullanacağım dedin mi bunu yerine getirmek zorundasın. O imkâna sahip olmadan önce söz vermek kolaydır, imkâna sahip olduktan sonra bunu yerine getirmek önemlidir.
Bu yönüyle, hem yapabileceğini söyleyen, hem de söyleyeceğini yapan bir Müslüman insan… Mesela bugün İslami hareketlerde özellikle lider kadroyla o liderlerin yönettiği kitleler arasında bu anlamda bir tutarsızlık var mıdır? Acizane benim gözlemlediğim kadarıyla, hem de çok müthiş bir tutarsızlık ve uçurum var. Bugün yeryüzünde bir hareketin lideriyle o hareketin diğer fertlerinin arasında farkın olmadığına dair en ideal örnek Gazze’deki Hamas Hareketi’dir. Lider kadrosu, yeryüzünde bu kadar diğer müntesipleri, diğer mensuplarıyla birlikte feda edilen, yok edilen başka bir hareket neredeyse gösteremezsiniz. Yani birilerinin canının emniyete alınması söz konusuyken diğerleri ortada boş bırakılmış değildir. Gazze bunun çok önemli ve tipik bir örneğidir bu anlamda. Hareketin lideriyle hareketin diğer mensupları arasında bu farkın olmaması gerekiyordu. Birine farklı bir imtiyaz sağlamıyor hareketin lideri olmak. Onun için özellikle lider kadroyla diğerleri arasında farkın olmamasının adıdır bu yönüyle.
• Bu açıdan baktığımız zaman Nebevi hareket metodunda özellikle Allah Resulü’nün davet hareketinde o hareketi 23 yıllık sürede getirdiği noktanın o sürecine baktığımız zaman özellikle ilk dönemlerde Allah Resulü’nün söylemlerinden ziyade onun duruşu etkili olmuştur. Vahyin hicretle alakalı neredeyse hiçbir pasajı yokken Müslümanlar kendi yurtlarını terk edip Habeşistan’ı tercih edebilmişlerdir. Hicretin faziletinden söz eden ayetler yoktur icabında ya da ilk şehit ailesi Yasir ailesinden şehitler verildiği zaman şehadetin faziletinden söz eden bir tek kelime yoktur vahyin iniş sürecinde. Peki, bu insanlar niye feda ettiler kendilerini? Memleketlerini terk ettiler. Niçin? Bir tek insanın hadi demesiyle midir, olacak şey mi bu? Duruş önemlidir. Muhammedül Emin’di çünkü. Emin vasfını, güven vasfını Peygamber olmadan önce de… Yani o açıdan Risaletle birlikte olan bir güven değil bu. Bilgiyle alakalı değil, ayetleri alt alta üst üste koymak suretiyle bir din anlatımı değildir. Allah Resulü’nün etkisi sadece sahip olduğu güvendir. İnsanlara verdiği güven duygusuyla alakalıdır. Onun için de mesela sahabenin “biz Kur’an’ı öğrenmeden önce imanı öğrendik tespiti” son derece dikkatli ve üzerinde düşünmeye değer. Kur’an’ı öğrenmeden önce imanı, emanı öğrendiler. Kur’an var olan imanın üzerine bir şey katar elbette, ama eman yoksa, güven yoksa Kur’an’ın vereceği başka bir şey yok. Yaşadığımız toplumda örneklerini çokça görürüz. Kur’an’ın bilgi olarak tümüne hakim olan insanların nereye savrulduğunu görebiliyorsunuz. Kur’an bilgi verir, bilinç vermez sadece.
• Bu yönüyle, bu açıdan bakıldığı zaman eğer güven yoksa, temsiliyet özelliği yoksa, evet o Kur’an bilgisinin sağlayacağı hiçbir şey yok bu açıdan. Ve Peygamber Aleyhisselamın hareket metodunda, bakın birlikte olmak için Müslüman olmak da gerekmediğini anladığımız, anlaşılan, birçok örnek vardır. Sadece bir tane tipik bir örnek vereceğim. Zamanımızı daha tasarrufu kullanmak adına hızlı anlatıyorum. Bakın Allah Resulü Mekke’den Medine’ye hicret ederken stratejik, son derece gizli, son derece önemli bir seyahat, bir yolculuk. Kimsenin haberi yok. Başına ödül konan iki kişiden bahsediyoruz Ebu Bekir’le birlikte. Fakat Allah Resulü birilerine yemek getir, birilerine süt getir dedi. Ama Abdullah bin Uraykıt adındaki müşrik kişiye de bize rehberlik yapmak için falan gün gel bizi mağaradan Medine yoluna koy, rehberlik yap dedi. Birlikte hareket etmek için Müslüman olmak bazen yeterli olmayabilir. Güvenli olmak, emin olmak yetiyor bakınız. Müslüman olmanız gerekmeyebilir birlikte hareket edebilmek için. Bu cümleyi bu modern dönemde söylemek biraz ağır gelebilir, ama Müslüman olmak yetmiyor, güvenilir olmak gerekiyor aynı zamanda. Allah Resulü’nün hayatında bu var. Dolayısıyla bu yönüyle bunlar temsiliyetle alakalıdır.
• Savrulma nerede peki yaşadığımız bu dönemde özellikle? Allah aşkına İslam âlimlerinin -bu âlim kategorisini hem yaygın eğitim, hem de örgün eğitim için söylüyorum, hem medrese, hem de akademik resmi formal bilgi için söylüyorum- ilim ehlinin, ilim adamlarının, bilim adamlarının, akademisyenlerin bu toplumdaki örnekliğinden bahsedebilecek miyiz? Sadece neden bahsedebiliriz biliyor musunuz? X alimi ya da X profesörü konuştuğu zaman onun alternatifi Y profesörü devreye giriyor. Tez-antitez üzerinden gidiyoruz. Toplumda insanların örnek olmasından ziyade, adeta birbirleriyle dalaşan ilim insanlarının yaşandığı ya da seyredildiği ya da izlendiği bir topluma dönüştük. Temsiliyet olmadığı zaman kusura bakmayın da genç neslin İslam’la alakalı bilgi, bir tasavvur oluşturmasını beklemeyin. Birbirleriyle kapışan insanların özellikle –affınıza sığınırım- horoz dövüşüne dönüştürülen İslami konulardaki tartışmaların topluma yansıyan şekli bugün her oturduğumuz mecliste, ortamda yakındığımız, serzenişte bulunduğumuz durum değil midir? Temsiliyet yok, sadece anlatım var. Kim kimi daha çok bastırabilir, kimin hocası kimin hocasını yenebilir. İslami hareketin savrulmasının en önemli nedenlerinden bir tanesi temsiliyetin olmamasıdır. Anlatım çok. Tarihin hiçbir döneminde bugünkü kadar dinin anlatıldığı ya da dini anlatanların bulunduğu bir dönem olmamıştır, ama bir o kadar da dinin bu kadar ayağa düştüğü ya da dinin bu kadar önemsenmediği bir zaman dilimi de belki olmamıştır, bu bir.
• İkincisi hedefe ulaşma, başarılı olma ya da ikna etme zorunluluğu adına, yani kendini böyle zorunlu hisseden mutlaka ikna etmeliyim diye düşünerek yola çıkan Müslümanların özellikle ilahi ya da nebevi hareket metotları dışında birtakım yöntemleri belirlemiş olmalarıdır. Bunu söylerken kastettiğim şu elbette: Allah-u Teâlâ, şunu da söyleyelim Allah isteseydi bütün yeryüzü insanlarını iman edecek bir durumda olur muydu? Olurdu elbette. Peygamberlere mucize verilmemesinin yani hepsine, sayılı birkaç kişi dışında Peygamberlere genel anlamda davetin bir unsuru olarak mucize verilmeyişinin nedeni de insanları Müslüman olmaya zorlamamaktır herkes kendi özgür iradesiyle Müslüman olsun diye. Allah-u Teâlâ bunu isteseydi yapardı, yapmıyor bakınız. Peki, neyi söylemeye çalışıyorum?
Şunu söylüyorum: Özellikle sorumluluklarımız sonuçla alakalı değildir, olmamalıdır Müslümanların, süreçle alakalıdır. Başarıyla alakalı değil sorumluluğumuz, gayretle alakalıdır. Dolayısıyla bu yönüyle biz En’am Suresi 35. ayetin ortaya koyduğu prensibi hayata geçirmek zorundayız. İnsanları ikna etmek için gökyüzüne merdiven daya. Yerin derinliklerine gir, tünel aç istersen, onları ikna etmek için delil getir. ‘Vazgeçti’ de bundan, bu sevdadan vazgeç. İlk muhatap Muhammed Aleyhisselam. Gökyüzüne merdiven dayayacaksın, yere tünel, delik açacaksın, onlara mucize getirip ikna edeceksin. Bundan vazgeç, bu sevdadan vazgeç… ‘Cahillerden olma’ de. Allah’ın nazarında böyle bir yöntem cehalettir Allah’ın belirlemediği yöntemlerle alakalı.
• Mesela İslami faaliyetlerde bu anlamda başvurulan yöntemlerimiz sade bir yalın bir din anlatımından ziyade birtakım aksesuar malzemelerle, biz adeta bir çeşniyle İslam’ı ortaya koyuyoruz. İslam aslında ortaya koyduğumuz birtakım faaliyetlerin, etkinliklerinin arasında -tabirimi hoş görün- bir meze hükmünde değerlendiriliyor. Ne gibi? Faaliyetlerimizi yaparken özellikle cafcaflı, havalı, fiyakalı ortamları tercih etmemizin nedeni bu. Onunla, bununla böyle bir etkinlik yapınca çok daha başarılı olacağımızı düşünüyoruz. Vitrinlere, tribünlere mesaj vermeye çalıştığımızı düşünüyoruz. Bunu yapmanın bir alemi yok, başarı buradan olmaz. Sadece vitrinleri muhkem kılmakla bu başarı elde edilmeyeceğini bilelim. Özellikle mesela birçok etkinlikte -bu toplumun maalesef bir gerçeğidir- mesela yaz Kur’an kurslarına bile -buradan hareketle ne demek istediğimi anlatabilirim umarım- yaz Kur’an kurslarını bile bugün sadece Kur’an’ın öğretildiği, sadece nebevi ahlakın öğretildiği mekanlar haline getirmekten öte, bunun yanı sıra her bir cemaatin, her bir camianın belirlediği birtakım listeler var farklı etkinliklerle. İşte yüzmeler var, turistik seyahatler var, geziler var, efendim şunlar var, müsabakalar var. İslami şeyler de orada bir aksesuar olarak duruyor. Yapılmaması mı lazım? Siz insanları özellikle rehavetin zirveye çıktığı bir yaz döneminde, yani zamanın en verimsiz kullanıldığı yaz döneminde Kur’an’ın öğretileceğine inanacaksınız, çocukları çağıracaksınız, sonra da diyeceksiniz Müslümanca bir nesil yetişsin. Kusura bakmayın da buradan bu çıkmaz. Ne olması gerekiyor ya? En verimli zamanlar buna tahsis edilecekti. Tatil zaten öğrencinin dinleneceği zaman, hayır siz diyorsun illa gel sana dini öğreteyim. Yetmeyince de, olmayınca da, ikna edemeyince de birtakım aksesuarlarla bunu desteklemeye çalışıyoruz. Yapmayın. Gökyüzüne merdiven de dayamanıza gerek yok. Yerden tünel açmanıza da gerek yok. Dini anlatırsınız, olur biter, kabul eden eder, etmeyen etmeyecek elbette.
• Mesela Müslümanların kimilerinin özellikle, yaptıkları faaliyetlerde toplumun nezdinde meşhur olmuş, ünlü olmuş, ama bu davayla İslami uyanışla, İslami hareketle zerre kadar alakası olmayan ama toplumda özellikle ünlü hale gelen, meşhurlaştırılan, ünlüleştirilen insanların konuşturulması, taltif edilmesi, onların onore edilmesi Müslümanlar için bir komplekstir, aşağılık duygusudur. Bununla İslami hareket güçlenmez Müslümanlar. Bununla İslami hareket güçlenmez. Kendi değerlerimize daha fazla değer vermek zorundayız. Ya da mesela İslam’ın daha çok barış dini olduğunu dile getirerek bu söylemden hareketle, efendim birileri İslam’ı farklı değerlendirmesin… Ya yamultmaya gerek yok. İslam’ın savaştan söz eden ayetleri, İslam’ın barıştan söz eden ayetlerinden katbekat daha fazladır. Niye bunu gizliyorsunuz ki? Niye? Tribünlere mesaj verelim, İslam sevgi dinidir, hoşgörü dinidir, sevgi fıtratını oluşturur. Öyle bir şey var mı dinde? O açıdan İslam’ın yalın bir şekilde ortaya konması anlamında.
• Mesela Müslümanların yaptığı etkinliklerde ortamın başkalarının ilkeleriyle, kurallarıyla düzenlendiği ortamların tercih edilmesi de bir garip şeye dönüştü son yıllarda zeminle alakalı, ortamla alakalı. Yani mesela canlı müzik eşliğinde programları yapan İslami çalışmaları biliyoruz. Niye? Çünkü prim yapıyor. Başka türlü çalışmalar da işin içerisine konabiliyor. Yapmak zorunda mısınız? Zemin, samimiyetinizin olup olmamasını etkiler. İbrahim Suresinde İbrahim Aleyhisselamın bir ifadesi vardır. Hacer’i ve İsmail’i oraya yerleştirdiği zaman… Devam ediyor İbrahim Suresinde, zürriyetimi bir vadiye yerleştirdim. Cümle bu değil aslında. Bu bitiyor, bu cümle bitiyor aslında anlamı tamam. Fakat yerleştirdim dediği vadinin vasfını söylüyor, ziraatı olmayan, ekini olmayan bir vadi. Bulunduğunuz zemin sizin samimiyetinizi etkiler olumlu ya da olumsuz anlamda. Onun için ekinin olmadığı, Müslümanların orada ibadet yapması gereken bir mekan, o mekanı farklı aksesuarlarla süslemenin, cazip hale getirmenin, çekici hale getirmenin, ibadetin samimiyetine zarar vereceğini hatırlatıyor sanki bu. Namazı kılsınlar diye ekinsiz, ziraatin olmadığı bir vadiye yerleştirdim. Bu zeminlerimizin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini hatırlatır bize. Yapacağımız faaliyetlerde bunları özellikle samimiyeti ortadan kaldıran, samimiyetimizi, ihlasımızı zedeleyen birtakım unsurlara, figürlere yer vermemek gerektiğini de hatırlatır bu yönüyle.
• Başarıdan sorumlu değiliz dedim tabii ki. Sonuçtan sorumlu değiliz. Süreçle alakalı sorumluluğumuz vardır. Hangi peygamber başarılı? Kavmi helak edildiği zaman Lut Kavminin sadece içinde bir tane Müslüman ev olduğunu söyler Zariyat 37. ayet-i kerimede. Bir tane evin Müslüman olduğu yıllara sari bir tebliğ, bir davet çalışmasında Lut Aleyhisselamı Allah-u Teala başarılı olarak takdim ediyor. İman eden, bu kadar insan sadece. Hangi peygamber başarılı olmuştur? Süleyman’ı ve Davud’u çıkar, neredeyse yok. Yusuf Aleyhisselamın son dönemleri hariç yok ya da Allah Resulü’nün Risaletinde bunu ortaya koyduğumuz zaman Ebu Bekir’de başarılıdır da Ebu Süfyan’da başarısız mı oldu 21 sene sonra Müslüman olmakla? Aynı babaya anlattı bunu. Ya da Ebu Talip’e anlattı anlattı destek verdi ama o Müslüman olamadı, başarısız mı oldu? Ebu Cahil başladığı gün neyse bittiği gün de oydu. Başarısız mı oldu? Başarı sonuca göre mi değerlendirilecekti yoksa benim sorumluluklarımı yerine getirip getirmemekte? Yasin Suresinde Kur’an’ın kalbi olan Yasin Suresinde bir pasaj var: Ashab-ı Yasin. Şehrin varoşlarından koşup gelerek tebliğe davetçileri arka çıkan adam. Şehit edildi. Şehit edilmesinin sebebi sahip çıkması, gelen elçilere sahip çıkması. Bunlar size ücret istemiyor, peşinden gidin bunlara, tâbi olun dedi. Dinleyin değil, tâbi olun. Bunlara hem dürüst söz eylem bir bütünlüğü var, hem de bunlar sizden bir karşılık da beklemiyor. Tamam o zaman tâbi olmanız gerekiyor dediği için şehit edildi. Sizce taktik hatası mı yaptı, biraz daha beklese miydi, biraz daha akıllı mı davransaydı, biraz daha stratejik mi davransaydı mesela? Davransaydı sonu cennet ve zaten Allah cennet diyor. Allah’ın bahsettiği cennetle bizim bahsettiğimiz cennet farklı mı ki acaba? Başarı değil mesele. Mesele, o sorumluluğun yerine getirilip getirilmemesidir.
• Üçüncü bir konu, hedef kitlenin tercih edilmesinde becerinin, insanların sahip olduğu becerinin, yeteneğin ya da işgal ettikleri statünün önemsenmesi, öncelikli olarak kabul edilmesi. Tebliği yaparken, hedef çalışmayı yaparken bizim hedef kitlemiz aristokrat kesim, entelektüel kesim, varlıklı kesim. Şirket mi kuracaksınız, ümmet mi oluşturuyorsunuz? Tarihte, yakın tarihte de, uzak tarihte de Müslümanlar bundan çok çekti. İslam bundan çok fazla zarar gördü bu yönüyle. Allah Resulü’nün döneminden itibaren de bu reddedilen bir taktikti. Peygamberden hadi yanındaki bu garibanları kov işte Bilal gibi, Selman gibi, bunlarla biz aynı ortamda bulununca karizmamız çiziliyor noktasına getirdiler.
Allah Resulü Aleyhissalatü Vesselam’a, zalimlerden olursun bunları kovarsan dedi Allah-u Teâlâ En’am Suresinin 52. ayetinde. Eğer bunları yanından kovarsan, zalimlerden olursun. Bunlar zaten çantada keklik diye düşünemezsiniz. Bunları kovsam da gitmez, hele şöyle geri durun deme teşebbüsünde bulunan Allah Resulüne diyor ki, sen zalimlerden olursun bunları kovarsan. Mesele nedir peki? Özellikle bunlar iman ederse, bunlar bizim camiaya gelirse Müslümanlar olarak, hareket olarak güçleniriz diyerek statü ve kariyer sahiplerine, para babalarına yönelmek ama etiketleri olmayanları görmezden gelmek, unvanları olmayanları yok saymak, Allah’ın ifadesiyle zulümdür. Bunu peygamber bile yapsa Allah-u Teâlâ bu niteliği onun için söyler, bu zulümdür. Bu açıdan bu husus özellikle statü ya da beceri öncelikli bu yaklaşımlar, insanları, kitleleri tercih ederken bunlara önem vermek, İslami hareketin en çok zarar gördüğü veya zarar görmesine neden olduğu faktörlerin başında gelmektedir.
• Dördüncü bir husus, inkârcıların yaklaşımları, zalimlerin Müslümanlara karşı duruş ortaya koyan adı ne olursa olsun rejim, sistem, figür, şahıs, her neyse. Bunların Müslümanları gevşekliğe sevk etmemesi, savrulmaya neden olmaması gerekiyordu. Oluyor mu peki? Tabii ki oluyor. Rum Suresinin 60. ayetinde bir kavram var. Bu kavramın Türkçeye çevirisi son derece çetrefilli olunca bu ayet karambole gidiyor. Bakınız Rum Suresinin son ayeti. Allah-u Teâlâ, peygamber şahsında Müslümanlara diyor ki, ‘Sabret, Allah’ın vaadi gerçektir. Seni hafifliğe, gevşekliğe düşürmesin iman edenlerin tavırları.’ Gevşeklik dediği ne? Bunu Firavun’dan öğreniyoruz. Firavun’un taktiğinden öğreniyoruz. Firavun da aynı şekilde bu taktiği uygulamıştı. Zuhruf Suresi 54. ayet-i kerimede. ‘Firavun da kavmini gevşekliğe sevk etti.’
Gevşeklik dediğimiz ne? Nedir biliyor musunuz, ben sadece ana başlıklarıyla söylemekle yetinmiş olacağım. Yani mesela Müslümanların zaaflarını kullanarak korkutmak, alay ederek azmini kırmak, tuzak kurarak kandırmak, vatan-millet edebiyatıyla küfürle uzlaşmaya razı etmek. Vatan-millet edebiyatıyla vatanın veya milletin kutsallığını ön plana çıkararak insanları küfre, insanların küfrün ya da zulmün egemenliğine razı etmeye çalışmak. Yani bükemediğin bileği aslında öptürmektir bunun adı. Allah-u Teâlâ bunu yapmasın size diyor. Peki, ne yapacak Müslüman, ne yapması gerekiyordu? Müslüman imanda sabit olduğunu ortaya koyarak tehditlerle korkutulmayacağını göstermeli en azından. Parayla kimsenin kendisini satın alamayacağı duruşunu ortaya koymalı. Yamanmamalı. Gözünü mevkilere, makamlara dikmemeli. Bir yere ulaşmak adına tavizler vermeyi peşinen kabul edecek bir tavır ortaya koymamalı. Senin duruşunu, bir Müslüman olarak senin duruşunu gören kişinin sana teklife cesaret edememesi gerekiyor kardeşim. O teklifi yapamaması gerekiyor. Yapamaması için de bir duruş gerekiyor tabii ki.
• Beşinci madde, -bunu başlık olarak söyleyeyim sadece, gerekirse izah etmeye çalışayım- fakirlikten kaynaklanan bir samimiyetimiz vardı, sonra, varlıktan kaynaklanan bir savrulmaya dönüştü Müslümanların tavırları. Bunu da inşallah ilave zaman diliminde eğer fırsat olursa izah etmeye çalışayım inşallah.
Hepinize saygılar sunuyorum.
Sorulara Cevaplar
• Yeniden selamunaleyküm. Bu beşinci maddeyle ilgili özellikle Araf Suresinde Rabbimizin İsrailoğulları ile alakalı anlattığı bir Cumartesi meselesi var. Olayın özü, özeti şu -163 ila 168. ayetler arasında- Allah-u Teâlâ bu toplumu imtihan etti. Geçimi balıkçılık olan bir toplum. Cumartesi günleri ibadet günü olduğu için ticaretle uğraşmak yasaklandı Allah tarafından imtihan amaçlı. Bu imtihanın en zor boyutu ise ticaretin yasaklandığı gün balığın bol olması. Diğer günlerde balığın hiç olmaması. Böyle olunca Allah-u Teâlâ bu toplumun üçe bölündüğünü, kimisi bu cazibeye dayanamayarak avlanmaya başladığını, kimisi bunu reddetmeye, engellemeye çalıştığını, kimisi de bana ne, sana ne modunda tarafsız kaldığını, neme lazımcı bir toplum olduğunu ama sonuçta alıkoyanların dışında diğerlerinin maymunlaştırıldığını Rabbimiz hatırlatır bize.
Niye mi söyledim bunu? Şunun için: Çare tükenmez diye bir mantık sahibi olmaya başladı Müslümanlar. Yani demokraside çare tükenmezi biliyorduk da bir de İslam’da da çare tükenmez moduna geldik. Karşılaştığımız her problemin yaşadığımız zeminle alakalı artık hareket kabiliyetimizi sınırlayan, bazen engelleyen her problemin çözümüyle ilgili biz kendi kendimize bir çözüm bulmaya çalışıyoruz ve buna da sözüm ona toplumun ıslahına katkı sunacak bir yöntem olarak görmeye çalışıyoruz. Bu Cumartesi yasağıyla bunu ilişkilendirmemin nedeni şu: Cumartesi yasağıyla alakalı konuda özellikle balık olmasaydı veya az olsaydı bunların samimiyetsizlikleri ortaya çıkmazdı. Samimiyeti ortaya çıkaran şey, cazibenin sebebi olan balığın ortaya konması, çıkması, fazla olmasıdır ve yasak olmasına rağmen.
Yaşanan her probleme çözüm arayışının asıl nedeni aynen buradaki gibi, imkânlardan mahrumiyettir ya da daha fazla imkâna sahip olma anlayışıdır. Buna sahip olma anlayışını geliştirdikçe dinden taviz vermeye, farklı alternatifler bulmaya çalışır Müslümanlar. İsrailoğulları’nın yaptığı da buydu. Doğrudan hükmü reddetme biçiminde değil, ama kendilerince bir kılıf olarak yaptılar. Havuzlar açarak veya ağa gelerek Cumartesi toplanan balıkları dokunmadan, çıkarmadan ama Pazar’dan itibaren pazarlamaya çalıştılar. Bu yöntemi Allah-u Teâlâ Müslümanlara geçmişte yaşanan dinle alakalı, Müslüman bir toplumla alakalı bir kötü tecrübe olarak anlatır bize. Bunun anlamı şu: Müslümanlar her imkâna sahip olmalı mı gerçekten? Bugünkü düzlemde söylüyorum. Bugünkü sistemde, bugünkü zeminde Müslümanların akıllarına gelen, akıllarından geçirdikleri her imkâna sahip olmalı mı, akıllarına gelen her şeyi yapabilmeli mi?
Kanaatimce bir Müslüman olarak her şeyi yapamamalı. Her şeyi yapamamalı ki, din adına ya da Müslümanlar adına daha güzel yerlere varabilmenin mücadelesini devam ettirelim. Yoksa her konuya din dışından bir çözüm getirdiğimiz zaman orada takılıp kalırız ve biraz daha ileriye dönük bir gelişmeye, bir geliştirmeye de imkân vermemiş oluruz bir defa. Olayın aslında özü, özeti bu. Her olaya kendi kafamızdan, her probleme kendi kafamızdan bir çözüm üretme zorunluluğumuz yok. Her şeye rağmen her alanda başarılı olmanın adıdır aslında bu. Yani imkânlar bizim taviz vermemizi ya da kendi kendimize birtakım çözümler bulmamızı ortaya koyuyor. Bu Cumartesi yasağının ihlaliyle birebir anlatılabilecek bir konu. Bunun adı da aslında biz fakirken, imkânlarımız yokken iyi bir Müslümandık, fakat denemeye tâbi tutulduğumuz zaman, imkânlarına haşır haşır neşir olduğumuz zaman başkalarının sahip olduklarına biz de sahip olmalıyız demeye başladığımız zamandan itibaren… İslam’la alakalı kimi rezervler var, kimi kırmızı çizgiler var, bunları da halletmenin yolunu farklı türlerden bulduk İslam’ın kendisinden değil ve sonuçta bir savrulma burada başladı. Vahdettin hocamın söylediği sekülerleşme belki değildir ama dünyaya odaklanma, dünyada mutlaka bir hedef belirleyip hedefe ulaşmak adına verilen tavizlerden bahsediyoruz elbette.
• Dolayısıyla bu beş hususun dikkate alınması ve bunların gereği olarak yeni bir eylem planı geliştirmek, en azından bu savrulmayı, bu savurmayı ya da bu kötü anlamda, olumsuz anlamdaki dönüşümü belki engelleyebilir diye düşünüyorum. Bununla alakalı hazirundan da birkaç hatırlatma var, özellikle İslami birtakım faaliyetlerle birlikte biraz daha cazibeli olsun diye insanların böyle dikkatini çeksin diye birtakım farklı etkinliklerle meşgul, elbette meşgul, meşgul olmayan bir şey değil bunlar, fakat samimiyetle alakalı o düşüncemiz, ihlasımızı zedelediği için ben eleştiri olarak bunu söyledim. Faydası olabilir elbette, birisi faydası olmuş diyebilir, kardeşlerimizden birisi öyle yazmıştı nitekim. Maksadım şu: Yani sade ve yalın bir şekilde din adına bir şey yapıyorsak, din adına yaptığımızı ortaya koymak zorundayız. Din adına değil de başka şeyler adına bunu yapıyorsak, onun adını da koymamız lazım. Yani çocuklara yüzme mi öğreteceğiz? Yüzme kursu açabiliriz. Ama Kur’an kursu adı altında yüzme etkinlikleriyle cazip hale getirmenin fazla bir âlemi yok diye düşünüyorum.
• Yaşadığımız dönemde kimi sıkıntılar var. Kardeşlerimiz üniversiteden ya da iş hayatında, iş dünyasından İslami bir hareket olarak, bir Müslüman fert olarak, camianın içerisine yer alan bir Müslüman olarak yapılması gereken, her dönemde, her zeminde yapılması gereken mutlaka bir şeyler vardır. Herkes aynı şekilde bir özelliğe, bir vasfa, bir role sahip olmayabilir. Gelen sorular üzerinden söylüyorum. Herkes aynı rolü üstlenmek zorunda değildir. Allah Resulü’nün en yakın arkadaşlarının hepsi Kur’an’la alakalı bir uzman değildir. Hepsi Peygamber Aleyhisselamın sözlerini toparlayıcı bir vasfa sahip değildir. Tüccarı da vardır, holding sahibi de vardır, ilim talebesi de vardır, hepsi vardır. Herkes aynı zamanda bütün özelliklere sahip olmak zorunda değil. Günde 14-15 saatini çalışarak geçiren bir Müslüman da belki ilimle uğraşmayabilir, onun da İslam’a ya da Müslümanlara farklı bir yönden katkı sağlama imkânı var mıdır? Vardır. Bu yönüyle ister üniversitede, ister başka bir alanda olsun, hiç kimse bulunduğu zemini, bulunduğu ortamı Müslümanca bir faaliyeti yapmanın önünde bir engel olarak göremez. Kur’an-ı Kerim’de Tahrim Suresinde, Firavun’un sarayında cennet ehli olduğunu Allah’ın tanıklık yaptığı, Firavun’un hanımı ile alakalı Rabbimizin şahitliğinin bir de bu yönden okunması gerektiğini düşünüyorum. Yani Firavun’un ortamında bile Müslüman olunabiliyor mu? Müslümanca bir hayat yaşanabiliyor mu? Allah’ın şahitliğiyle cenneti hak eden bir kadın orada ömrünün sonuna kadar Müslümanca bir hayat ortaya koyabiliyor mu? E peki o zaman içinde bulunduğumuz üniversiteler, iş hayatımız, sanayimiz, çevremiz, dünyamız, ülkemiz firavunun sarayından daha mı baskıcı, daha mı fazla engelleyici bir rol, bir faktöre sahip? Değildir elbette.
• Ben şu ayetle söyleyeyim: Musa Aleyhisselamın davetinden, Allah-u Teâlâ en fazla örnekleri ondan verir. O davetin bir kesitidir. Musa Aleyhisselam açık alanlarda Firavuna karşı yapılması gerekeni yapamadığı dönemler de olmuştur. İkinci soykırım safhası başladığı zaman Musa Aleyhisselam ve Harun’a Allah-u Teâlâ neyi vahyediyor? Yunus Suresinin 87. ayetinde, evlerinizi kıblegâh haline getirin. Dışarıda alanlarda milletin toplandığı, insanların toplandığı açık alanlarda firavuna meydan okuyacak türden söylemlerde bulunabileceğiniz bir zaman yok artık. Ne yapmanız gerekir? Eve hapsedilip dört duvar arası oturup dur hele bakalım ne olacak dememiz gerekmiyor. Her ortamda yapılması gereken bir iş vardır. Musa ve Harun’a söylenen şey, evlerinizi kıblegâh haline getirin. Yarın bu süreç bittikten sonra ortaya çıktığınızda Müslümanca bir hayatı yaşayabileceğiniz bir misyona sahip olmak için durmadan çalışın demektir.
• 28 Şubat yaşandı diye o sürecin kalkmasını beklemeye gerek yok. Faaliyetlerinizin şekli bir türlü iken, o süreçte farklı bir şekilde olabilir. Dur bakalım ne olacak derseniz, geldiğimiz noktada telafi edemeyeceğimiz bir açık ortaya çıkar. Mutlaka evlerin mabet haline gelmesi lazım. Kimse de dört duvarın arasına karışacak durumda da değil. Aslında bakın Müslümanlar bunu tam okuyamadılar, Musa Aleyhisselamın ve Harun’un taktiği de buydu. Herkesin her zamanda yapamayacağı şeyler olabilir, ama herkesin bir zamanda yapacağı şeyler var.
Hepinizi hürmetle selamlıyorum.
Ali Kaçar: Tevhidi uyanış ve bilinçlenme süreci devam ediyor
Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş: Bugünün fıkhını oluşturmak zorundayız













Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *