Bugüne kadar dünya siyaset sahnesinde göregeldiğimiz oligarşik yapının artık tükendiği, ABD’ye merkezi rol verilirken, yan rollerin de yeni sahiplerine dağıtıldığı bir süreç yaşanıyor. Avrupa ile İsrail ve siyonizm birincil konumlarından çıkarılırken, bunlarla bağlantılı sermaye grupları da eski konumlarını kaybetmeye başlamışlardır.
Dünyaya biçilen batı merkezli yeni düzenin İslam dünyası ile ilgili kısmı geçtiğimiz ay sahneye kondu. Mısır’ın Şarm el Şeyh vilayetinde, Gazze’de ateşkes imzalamak üzere neredeyse tüm devletler -İran dahi- davet edilirken, zirveden verilen toplu fotoğraflarda bazı devletlerin ön plana getirildiği, bazılarının ise arka plana alındığı görüldü. Mısır’daki toplantı batının yeni düzeninin, İslam dünyasında ana rollerin hangi devletlere dağıtıldığının ilanı olarak kabul edilmelidir. Bu bağlamda, ABD tarafından hazırlanan barış bildirisine ABD Başkanı Trump ile birlikte imza atan liderler arasında Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah el Sisi, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed Al Sani yer alıyordu. Suudi yönetiminin henüz bu rol için hazır olmadığı düşünülmüş olacak ki, bu isimler arasında Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed bin Selman’a yer verilmedi. Toplu resimde arkaya alınan Avrupa da imzacılar arasında değildi.
Gazze’ye barış getireceği iddasıyla imzalanan ve Trump’ın Gazze Barış Planı adı ile anılan 20 maddelik ateşkes anlaşması Gazze’ye, Hamas’a, İslam dünyasına ve İsrail’e yeni bir gömlek biçildiğinin habercisidir. Gazze’de iki yıl süren İsrail saldırıları ABD himayesi ve desteği altında bugüne kadar sürdürülmüş, ABD İsrail’in hiçbir saldırısını engelleme girişinde bulunmamıştır. Engellemesi yönünde dünyanın her tarafından yapılan baskılara karşı, başta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yapılan Gazze konulu toplantılar olmak üzere her platformda, tek başına siyonist rejime desteğini sürdürmüş ve bunu çok açık bir şekilde göstermiştir. Gazze savaşı ve ateşkes süreci, ABD’nin ana karar verici olarak lanse edildiği bir program olarak düşünülmüş, tüm vahşetine karşın İsrail’i siyasi olarak koruyan, askeri destek veren, her koşulda ‘sarsılmaz’ dostluğunu yineleyen ABD ve Trump, aynı zamanda savaşı bitiren tek devlet ve lider olmuştur. İki yılın sonunda İsrail’in dizginlerini ABD yeniden eline alırken, bu süreç, diğer devletlerin bu düzen içerisinde ne kadar etkisiz olduğunu ve Fransız devlet başkanının söylediği gibi, bir şeyler yapabilecek tek ülkenin ABD olduğu imajının dünya kamuoyuna işlendiği dönem olmuştur. Oysaki mevcut şartlar ana belirleyici olmuş, ABD şartların olgunlaştığını düşündüğü bir zamanda savaşı durdurmak için harekete geçmiştir.
İsrail’in Hamas’ı yok etmek amacıyla başladığı vahşi saldırılar gerçekte ABD’nin amacıdır. İki yıl süren savaş Hamas için bir test niteliği taşımıştır. İsrail’in vahşi saldırıları ve Gazze’de yapılan tüm provokasyonlara rağmen Gazze halkının Hamas aleyhine dönmemesi, Hamas’ın neredeyse tüm liderlerini kaybetmesine rağmen son güne kadar İsrail askerlerine saldırı kapasitesini yitirmemesi, İsrail ordusunun Gazze’nin tamamını işgal etmesine ve parçalara ayırmasına karşın her köşesinde operasyonlar düzenlemeye devam edebilmesi Hamas’ın İslami bir direniş örgütü olarak gücünü ve halkıyla bütünleşmişliğini ispatlamıştır. Bu noktada İsrail’in saldırtılmasının da bir önemi kalmamıştır, çünkü ne halkı Gazze’den çıkarmanın ne de Hamas’ı yok etmenin mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Ancak bu durum Hamas’ın ateşkes şartlarını belirleme gücü olduğu anlamına gelmemektedir. Savaşı durduran ABD şartları belirlemekte, Hamas’ı Gazze’de kabul etmekle birlikte Gazze yönetimini kendi kuracağı bir güce tevdi etmeyi düşünmektedir. Hamas’ın nasıl bir rol alacağı henüz bilinmezken, ateşkes sürecinde Gazze’de otoriteyi sağlamak için bir polis gücü olarak yaptığı hamleler ise bizzat Trump tarafından savunulmuş, bu da İsrail’in tepkisini çekmiştir.
Aksa Tufanı operasyonu sonrası İsrail’in pervasızca ve zalimce Gazze’ye saldırması için yaklaşık 22 milyar dolarlık silah ve mühimmat ile besleyen, aynı zamanda siyasi koruma sağlayan ABD, savaşın ikinci yılında derhal durdurulmasını isteyerek bir ateşkesi her iki tarafa da dayatmıştır. Savaşı başlatan, sürdüren ve durduran ABD böylece barış getiren aslan olmuştur. Hem savaş bitirilerek İsrail Hamas’ın peşinde koşmaktan kurtarılmış, hem İsrail içerisine ABD askerlerinin ve uluslararası bir gücün yerleştirilmesi sağlanmış, hem savaş sırasında İsrail’in 1945 sonrası edindiği büyük siyasi ve finansal güç kırılmıştır. En önemlisi de, İslam dünyasında ABD’nin ve Trump’ın yok olmak üzere olan imajı tazelenmiştir. Trump’ın Barış Planı, hem Ortadoğu’nun Müslüman halkları hem de dünya kamuoyunun gözünde, ABD’nin yerlerde sürünen imajını kurtarma operasyonu olmuştur. ABD’nin kronik düşmanları bile, savaşı durduran Trump’a memnuniyetlerini bildirmek zorunda kalmışlardır. Bunun ayrıca, Gazze ve İsrail’le ilgili sonuçları olduğu gibi, küresel yeni düzenle de bağlantıları bulunmaktadır.
Mısır’da imzalanan anlaşmada dikkat çeken maddelerden biri, askeri görev gücünün İsrail üzerinde tesis edilmesi ve bu görev kapsamında Amerikan askerlerinin İsrail’e gönderilmesiydi. Savaş sürecini yönettiği gibi savaş sonrasını da organize eden ABD, daha büyük bir getiri olarak İsrail içerisinde siyasi bir operasyona hazırlandığının sinyallerini vermektedir. Gazze için hazırlandığı öne sürülen askeri gücün karargâhı İsrail’de kurulmuş ancak yönetimi hem Centcom’a hem de Yemen’den İsrail’e gönderilen Ortadoğu deneyimli Amerikan büyükelçisine verilmiştir. Bu tür güçler askeri pozisyonları yanısıra ilgili ülkeler içerisinde siyasi olarak da önemli bir işlev görmektedirler. Bugüne kadar ‘yabancı’ bir ülke askerinin ayak basmadığı İsrail’e ilk kez Amerikan askeri yerleştirilmiş, İsrail Güvenlik Kabinesi ateşkes kararını 9 Ekim’de kabul etmesi ile hiç vakit kaybedilmeden 10 Ekim’de ilk Amerikan askerleri İsrail’e getirilmiştir. Peki ABD’nin İsrail’e yerleşmekteki amacı nedir? Zaten İsrail’in birçok hareketini kontrol etmekte değil midir? Bunun, değiştirilmekte olan küresel düzenle ilgisi nedir?
Siyonist rejimin kuruluş hazırlıklarının 1900’lü yıllarda İngilizlerin küresel olarak en güçlü olduğu dönemde başladığı hatırlanırsa, kurulan siyasi sistemin içerisindeki İngiliz ağırlığı da baştan anlaşılmış olur. İngilizlerin hem diğer sömürgelerinde hem Ortadoğudaki diğer Arap devletlerinde kurduğu statükonun bir benzeri İsrail’de kurularak, çift başlı bir sistem ile iktidarın bir ucunun İngiltere’ye bağlanması sağlanmıştır. 1948’de kurulan rejim, her ne kadar ABD döneminde kurulmuş olsa da altyapısı İngiliz patentli olmuştur. ABD ağırlığı başbakanlık ve kabine üzerinde hissedilirken, statükoyu temsil eden cumhurbaşkanlığı, anayasa mahkemesi ve yargı gibi kurumlar ise İngiliz etkisi altında kalmıştır. ABD’nin yeni dünya kurgusu içerisinde yapısal dönüşümle hedeflediği esas amaç, İngilizlere küresel bir etki gücü sağlayan, devlet mekanizmaları üzerindeki gücünün ABD lehine dönüştürülmesidir. Bu yapıların ortadan kaldırılmasından ziyade, sevk ve idaresinin Amerika yanlısı kişilerin ellere geçmesi tercih edilmektedir. Bu bağlamda Türkiye dahil birçok ülkede yaşanan sistem içi çatışmalar benzer şekilde tezahür etmiştir.
Bu durumun teşhisi, Avrupa merkezli seküler ideolojinin tezahürleri olan demokrasi, laiklik, özgürlük, insan hakları gibi kavramları ön plana çıkararak halk desteği arayan yapılara karşılık; ulusal güç ve çıkarlar, uluslararası kabul, savunma alanında atılımlar ve sert açıklamalarla kendini gösteren rakip yapıların mücadelesi üzerinden kolaylıkla yapılabilir. İsrail’de de benzer şekilde, esirlerin aileleri tarafından kesintisiz düzenlenen eylemler, savaş başlamadan önce demokrasi yanlılarının hükümet karşıtı sürüp giden gösterileri, yargının sürekli başbakanı tehdit altında tutması bu bağlamda okunmalıdır. Bu yapılar karşılıklı hamlelerle birbirini kontrol ve baskı altında tutmaktadırlar. İsrail’de tabiri caizse adam harcamak vakai adiyeden sayılır. İki yıllık savaş esnasında değiştirilen genelkurmay başkanları ve bakanların sayısı takip edilebilirken, arka planda ne kadar bürokratın değiştirildiği ise belirsizdir. Bu durum, içeride tek seslilik olmadığı, otoritenin merkezi bir elde toplanmadığının göstergesidir. Yeni küresel düzen için İsrail’in bu hali uygun görülmedi gibi, Ortadoğu’daki bir batı karakolunda böyle bir ikilik hali küresel politikaları doğrudan sarsacak niteliktedir. ABD’nin müdahalesi ile önümüzdeki süreçte mevcut siyasi yapıda bir dönüşüm beklenmektedir ancak bu dönüşümün süresini ülke içindeki yapıların dayanıklılıkları belirleyecektir.
Öte yandan, ABD’de yaşanan politik değişimin bir diğer yansımasıdır İsrail’de müşahede edilen. ABD-İngiltere-Avrupa ortaklığında kurulup işletilen 1945 sonrası küresel düzenin değiştirilmesi, sistemin aksaklıkları nedeniyle zorunlu hale gelmiştir. İsrail de bundan payını almaktadır.
İngilizlerle başlayan batının küresel hakimiyet arayışı, İkinci Dünya Savaşının ardından dünyaya dayatılan seküler düzen ‘küreselcilik’ anlayışı ile işletilmiş, sınırların azaltılması, sivil yönetimlerin kurulması istenmiş, serbest piyasanın (kapitalizm) kabul ettirilmesi ve Birleşmiş Milletler’in meşruiyet merkezi olarak tesis edilmesi ile toplumların hayat tarzları da ‘özgürlüklere’ teslim edilmiştir. Batının siyasi üstünlüğünün, imparatorluklar sonrası dönemde sürdürülebilmesi için bu şekilde yeni bir imparatorluk türü icad edilmiştir. Batının merkez olarak kabul edilmesi karşılığında ülkelerin hudutlarına saygı gösterilmiş ama devletlerin yönetim mekanizmaları ve ekonomileri ise tamamen batıya odaklı tutulmaya çalışılmıştır. Her ne kadar buna karşı çıkan başta İran gibi, Kuzey Kore gibi sistemin dışına çıkan devletler, kendilerini ayrı bir kutup olarak gören Rusya ve Çin gibi kısmi muhalifler olmakla birlikte, sistem bugüne kadar dayanmayı başarmıştır. İnsanın ve eşyanın fıtratına aykırı doğası nedeniyle, yürürlükte olduğu 80 yıl boyunca kan kaybeden sistem tümden çöpe gitmeden önlem almaya çalışan ise ABD olmuş, Trump’ın ikinci dönemi ile birlikte hızla harekete geçmiştir.
ABD’nin harekete geçmesinde esas etken 1945 sonrası düzenin işlevini yitirdiğini bilmesidir. Geniş halk kitleleri kendilerine empoze edilen batının ve fikirlerinin üstünlüğünü kabul etmemektedir. Batı hayranlığı akamete uğramış, ülkeler ve toplumlar kendi ‘varlıkları’na sahip çıkma yoluna girmişlerdir. Demokrasi, laiklik gibi kavramlar ‘gerçek’ten bir şey ifade etmediği gibi, toplumların Allah korkusu gibi güçlü duygularını, vatanseverlik, kadirşinaslık, alicenaplık, aile birliği, fedakârlık, şefkat vs. gibi temel bileşenlerini yok etmekte, ülkelerin geleceklerini tehdit etmektedir. Aynı tehdit batı toplumları için de söz konusudur. Toplumlar ve devletler siyasi ve toplumsal olarak batıdan uzaklaştığı gibi ekonomik olarak da artık kendi yoluna bakmaktadır. 1944’te uygulamaya sokulan Bretton-Woods sistemi -ABD dolarını merkeze alan- ömrünü tüketmiş, ülkeler kendi aralarındaki ticarette kendi para birimlerini kullanmaya başlamışlardır. Aynı şekilde Merkez Bankaları ülkeler içinde tepki çekmekte, hükümetler kendi ülkelerinde para politikasına müdahale edememekte, Bankanın uygulamasına göre pozisyon almak zorunda kalmaktadır. İktidarın paylaşımı anlamına gelen bu durumu devletlerin nereye kadar sineye çekmesi beklenecektir? Öte yandan, uluslararası kurumlar olarak yine bu dönemde kurulmuş Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, NATO, İslam İşbirliği Teşkilatı, Arap Birliği gibi demode kurumlar yeterince işlev görmemiş ve toplumsal desteği de kaybetmişlerdir. Bu noktada Gazze’de yaşananlar da bir turnusol görevi görmüştür. PKK terör örgütünün bitiş ve kendini fesih sürecine girmesi de yine eski düzenin sona ermesiyle ilgilidir. Ayrıca, Batı dışında küresel güney gibi, Orta Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkeleri de kendi aralarında birlikler kurmaya yönelmişlerdir ki bunun önünün de yeni düzenle alınması hedeflenmektedir.
Mevcut düzenin yıkılması ile en büyük darbeyi Avrupa alacaktır. Eskinin yerine koyacağı bir şey, sorulara verecek cevabı yoktur. Kendisini ABD’nin himayesinde korunmuş bir alanda tutan, sömürgecilik döneminden biriktirdiği servet ve güç ile varlığını sürdürürken hala dünyaya kibirle bakan Avrupa, gittiği yere kadar mevcut sistemle gitmenin hesabını yapmaktadır. Avrupa Birliği adı altında kurduğu birlik bugüne kadar Avrupa’yı bir arada tutmayı başarsa da içerideki paramparça yapı, bir adım ileri atmayı imkansız kılmaktadır. Amerikan şemsiyesi altındaki Avrupa, şemsiyenin Trump döneminde kaldırılması ile birlikte şaşkınlığa düşmüştür. Kendini bir fanus gibi dünyadan ayrıştıran Avrupa’nın bu tutumuna karşılık ABD ise dünyayı kendi hakimiyet alanında görmekte, yeni bir düzen kurup işletme hevesindedir. Bunun için Trump’ın ikinci kez hükümete gelişi beklenmiştir. Biden’dan görevin Trump’a devredilmesi ile birlikte hem içeride hem dışarıda harekete geçilmiştir. Hareketin ismi de MAGA olarak belirlenmiştir (Make America Great Again-Yeniden Amerika’yı Büyük Yap). Seküler-muhafazakar temeldeki bu hareket, yeni düzenin nasıl bir şekil alacağını da az çok ortaya koymaktadır.
Trump’ın daha yemin töreninde arkasına teknoloji baronlarını alarak verdiği fotoğraf, bu endüstrinin yeni düzenin önemli sacayaklarından biri olduğunun ifadesidir. İlk döneminde teknoloji dünyası ile savaşan Trump’ın ikinci döneminde teknoloji baronları ile uzlaşısı önemli bir sinyaldir. Ardından gelen, kripto paralar, yapay zeka ve çip üretimi ile ilgili hamleleri de bunu desteklemektedir. Trump’ın Merkez Bankası’na yüksek faiz oranları üzerinden yönelttiği sert suçlamalar, finans dünyasında esecek sert rüzgarların habercisidir. Diğer ülkelere karşı yükseltilen gümrük duvarları ve ardından tüm devletlerle teker teker yapılan ticaret anlaşmaları, küresel ticarette ABD’nin merkezi rolünü pekiştirmektedir. Küreselcilik çerçevesinde peyderpey kaldırılmış gümrük vergileri yeniden konulurken, bugüne kadar küreselciliğin maliyetini karşılayan ABD akışı tersine çevirmek istemektedir.
Trump’ın Birleşmiş Milletler ve diğer küresel kurumlara olan hasmane tutumu, BM kürsüsünde yaptığı konuşmada bile BM ile dalga geçmesi, bu kurumların yeni düzende, en azından bugünkü haliyle var olamayacağı yönündedir. Devletlerin meşruiyetinin BM’de tasdik edilmesi, dünya meselelerinin çözümü için BM’den yardım beklenmesi gibi özellikleri nedeniyle BM’nin henüz gözden çıkarılamayacağını, revize edilerek bir süre daha işletilmesi beklenmektedir. En önemli sorun ise Güvenlik Konseyi’ndeki düzenlemedir. Her ne kadar 5 devletin veto hakkı olduğu belirtilse de burada da güç esasında ABD elinde toplanmıştır. ABD’de demokratlara, üniversitelere, Avrupa ile bağlantılı kurumlara ilişkin hükümetin sert tutumu, dünyaya ideoloji taşıyan vakıf ve derneklerin fonlarının kesilmesi, hatta Soros’un ‘kötü adam’ ilan edilmesi de yine aynı bağlamda, 1945 sonrası düzenin taşıyıcılarına, küreselcilere ve Avrupa’ya karşı birer hamle niteliğindedir. ABD aynı zamanda, kendi içindeki güç odaklarına karşı da harekete geçmiştir. Ülkenin yönetim merkezi Beyaz Saray olmakla birlikte, iktidarın paylaşıldığı, ABD Dışişleri Bakanlığı, ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), Yüksek Yargı ve istihbarat kurumları ile de mücadele verilmektedir. ABD’deki İngiliz yanlısı kurumsal yapı ile mücadele MAGA’cıların ana hedefidir. Savaş oldukça sert geçmekte ve dünyanın başka yerlerinde de, kullandıkları yapılar üzerinden karşı karşıya gelmektedirler.
Dünyaya nizam vermek için harekete geçen ABD öncelikle Avrupa liderlerini Trump’ın karşısında yan yana dizerek liderlik rolünün ABD’de olduğunu dünyaya izletmiştir. Ardından Ukrayna ve Gazze savaşlarını bitirmek için harekete geçilmiş, Rusya ile beklenen uzlaşma sağlanamayınca orası bir miktar ertelenerek Gazze’ye dönülmüştür. Gazze’de Hamas zaten aylar öncesinden Trump’ın planına destek vermiş ancak ateşkes ortaya çıkmamıştı. ABD İsrail’e iki yıl tamamlanana kadar destek vermeye devam etmiş, filoların ve sokakların da iyice hareketlemesiyle devreye girerek savaşı durdurmuştur. Hem dünyaya hem de Ortadoğu’ya ABD’nin merkezi rolünü benimsetilmek istenirken, Trump liderliğindeki imza töreni ile ABD’nin Ortadoğu’daki imajı pekiştirilmiş, sahnedeki yeni rol sahipleri tanıtılmıştır.
Bugüne kadar dünya siyaset sahnesinde göregeldiğimiz oligarşik yapının artık tükendiği, ABD’ye merkezi rol verilirken, yan rollerin de yeni sahiplerine dağıtıldığı bir süreç yaşanıyor. Avrupa ile İsrail ve siyonizm birincil konumlarından çıkarılırken, bunlarla bağlantılı sermaye grupları da eski konumlarını kaybetmeye başlamışlardır. Siyonist lobi, siyonist sermaye, küreselcilik yanlısı, Avrupa yanlısı devletler, kurumlar, siyasi partiler ve kişiler de güçlü pozisyonlarından zaman içinde uzaklaşacaklardır.
Dünya üzerinde görülen büyük çalkantıların altındaki ana neden de budur. Asya’da, Afrika’da, Güney ve Orta Amerika’da ve diğer kıtalarda, devletler eski düzene bağlılıkları oranında ABD’nin husumeti ile karşılaşmaktadırlar. ABD her ülkede kendisine yönelen iktidarlar arzulamaktadır. Liderler Trump ile ‘dostlukları’ nispetinde korunup kollanacak, düşmanlıkları oranında ezilmeye çalışılacaktır. Bunun için siyasi, askeri, ekonomik tüm yolları zorlamaktadır. ABD’nin bu noktada başarısını ise karşısındaki direnişin gücü belirlemektedir. En net direniş İslami direniş gruplarından gelmektedir, tıpkı Gazze’de, Yemen’de ve Afganistan’da olduğu gibi. ABD bunlarla bir noktaya kadar mücadele etmekte, ardından masaya oturmaktadır. Afganistan’da bu mücadelesi yirmi yıl sürmüştü. Gazze ve Yemen’de anlaşma yaparak mücadeleyi bir başka boyuta taşırken, Lübnan’da ise baskıyı sürdürmektedir.
Yeni düzende Rusya ve Çin’in konumunun nasıl olabileceği de merak edilebilir. Rusya’nın mevcut düzen içerisinde edindiği konum, BM’de veto hakkına sahip olması, Afrika’daki varlığı vs. ABD tarafından göz ardı edilecek bir oyuncu olmadığını göstermektedir. Çıkarların zaman zaman çatışabildiği ancak savaş noktasına gelmeden uzlaşma sağlanabildiği zaten bilinmektedir. Öte yandan, ABD’nin Avrupa’ya karşı tutumu Rusya’nın da işine yaramaktadır. Çin’in ise, küresel kaynak sağlama ve satış ağları, kendisini mevcut düzene bağımlı kılmaktadır. Bugünkü haline çok çok uzak iken BM’de veto yetkisi verilmiş olması, batı düzeni için gerekli görüldüğünün kanıtıdır. Ticari ve askeri olarak gelişme göstermekle birlikte, batıyla yarışabilecek siyasi bir güce sahip değildir. Devasa miktarda ürettiği ürünü, tüketim kültürüne sahip ABD ve Avrupa’ya satmaktadır. Satamadığı takdirde ülkede sistemin nasıl döndürüleceği meçhuldür. Ülkeyi yöneten Komünist Parti, geçtiğimiz günlerde yapılan kongresinde, 2035’e kadar önemli ölçüde artan uluslararası etki, ekonomik ve ulusal güç elde etme ve ‘çok taraflı ticaret sistemini koruma’ sözü verdi. Aynı zamanda ileri teknoloji için batıya bağımlılığı azaltmayı, Çin halkının tüketim kültürünü artırmayı vaad etti. Bu haliyle Çin’in yeni düzene karşı eskiye bağlı kalmaya devam etmek istediği anlaşılmaktadır. Ancak batı, Çin’in dünya politikalarını etkileyecek gücü kazanmasını istememekte, edilgen pozisyonda tutmak istemektedir.
Nihayetinde bütün bu oyunların üzerine kurulduğu insanların hepsi Allah’ın kullarıdır. Bunların hakikati görmesini engelleyerek kendi küresel hükümranlığını sürdürmeye çalışan şeytan ve avanesi, Rabbimizin verdiği mühleti değerlendirmektedir. Bu oyunları görmek, anlamak, çözmek ve uyarmak bu sistemi dışından görebilen Müslümanların önemli borcudur. Kurulan hesaplar, insanları etkisiz nesneler haline getirerek basit birer üretici ve tüketici olarak konumlandırmaktadır. Oysaki insan, akıl verilerek Allah’ın büyük lütfuna mazhar olmuş, akıl vesilesiyle kulluğunu hakkıyla yerine getirmesi istenmiştir. Bunu yapabildiği takdirde hem bu dünyası hem de diğer dünyası bahtiyar olacaktır.
Kıbrıs’taki durum
Kıbrıs’ta statükonun devamını savunan Ersin Tatar ile federatif bir uzlaşma arayışındaki Tufan Erhürman arasındaki seçim yarışı, Erhürman’ın açık galibiyetiyle sonuçlandı. Bu durum Kuzey Kıbrıs’ta Rumlarla uzlaşmaya, sınırların kaldırılmasına ve federasyona yol açacağı iddiasıyla bir korku oluşturulurken en sert tepkiyi MHP lideri Bahçeli verdi. Bahçeli, Enhürman’ın galibiyeti üzerine, KKTC’nin 82. vilayet olarak Türkiye’ye bağlanmasını teklif etti.
Enhürman’ın seçim zaferi, Türkiye’den bir müdahale beklentisi doğurmakla birlikte adada geçen ay başgösteren laiklik tartışmalarından anlaşıldığı üzere Kıbrıs toplumunda farklı bir hava hakim durumdadır. Bunun farkında olan Türkiye, şuan sonuçları değiştirecek çapta bir şey yapılamayacağı için suyu şimdilik akışına bırakmış görünmektedir. CTP’ye yönelik mevcut algıyla mücadele etmek yerine, onun iktidara gelmesi ile oluşacak yeni durumdan fayda da umulmaktadır. Dünyada değişen dengeler ve Avrupa’nın Kıbrıs meselesindeki ağırlığı da göz önüne alındığında, sürece müdahale etmek yerine, oluşacak sorunların da hesabına yazılacağı sol bir parti olarak CTP’ye yol verilmesi daha uygun bulunmuş görünmektedir. Bu manada Bahçeli’nin açıklamaları da yeni lidere üstü kapalı bir uyarı olarak anlaşılmaktadır. Kıbrıs adası Türkiye’nin güvenlik politikaları açısından büyük önem arzetmekte, Doğu Akdeniz’de de önemli bir hareket alanı sağlamaktadır. Büyük bir değişiklik olmadıkça Türkiye’nin Kıbrıs politikasında bir değişiklik beklenmediği gibi, Kıbrıs’ta bir iktidar değişikliğinin de bunu sağlamak için yeterli olmayacağı bilinmektedir.
(İktibas Dergisi, Kasım ayı yorumu)













Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *