Eleştirel olmayan heyecanlar, duygusallıklar hepimizi çok ciddi bir biçimde yanıltıyor. Dünya olayları etrafında kuşatıcı bir siyasal farkındalığa, sorgulayıcı bir duruşa, eleştirel bir tavra ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız.
Olaylara, gelişmelere duygusal ya da ideolojik klişelerle yaklaştığımızda, hiçbir şekilde sağlıklı sonuçlar elde edemeyiz. Tarih boyunca yaşadığımız bilinç parçalanmaları, siyasal güç parçalanmaları, güç rekabetleri, İslam imparatorluklarını, devletlerini, İslamî bünyeyi çok ciddi bir biçimde zayıflattı. Kültürel bütünlüğün kaybıyla birlikte evrensel ufkumuzu kaybettik. 16ncı yüzyılla birlikte ekonomik/politik/küresel değişimi, yeni keşifleri, yeni zenginlik girişimlerini gereği gibi takip edememek, analiz edememek, değişen dünyanın dışında/uzağında kalmak; toplumlarımızı sömürge olmaya açık olacak kadar güçsüzleştirdi. Her alanda zenginlik üreten, yeni kurumlar, yeni yapılar, yeni bilgiler/fikirler üreten bir dünya karşısında her alanda mevcut olanı tüketen bir dünyaya dönüştük.
Günümüzde de toplumlarımız bilgi üreten bir dünya karşısında teslimiyeti seçmiş durumdadır. Daha çok üreten modern/seküler/liberal kültür, doğal olarak İslamî içerik üretemeyen toplumlarımızı istediği yönde dönüştürebilmektedir. Toplumlarımız bugün küresel-neoliberal dünyanın ürettiği değerler ve kültürlerin etkisi altındadır. Dünyayı daha çok ticari akıl yönetmektedir. Ticari akıl, insanları sorumlu davranmaya değil, girişimci olmaya sevk etmektedir. Neoliberal özgürlük yaklaşımı, bir ahlaka sahip olmadığı için, yalnızca kişisel çıkarlara hizmet ediyor. Toplumlarımız küresel neoliberal saldırılar karşısında savunmasızdır. Bu saldırılar nedeniyle toplumlarımız ahlakî altüst oluşlar yaşıyor. İletişimin, sermayenin, büyük şirketlerin ve tüketicilerin sınırsız dünyası hepimizin her alanda yeni değerlendirmeler yapmamızı gerektiriyor. Neoliberal saldırılar sebebiyle büyük bir anlam yoksulluğu yaşıyoruz, anlam üretmeyi başaramıyoruz.
İslam toplumlarında, bütün İslamî yapıların, cemaatlerin, düşünce ve kültür adamlarının, cemaat liderlerinin, statükonun çizdiği sınırlar içerisinde hareket etmek, bu sınırları takdis etmek gibi yapısal bir sorunu var. Her durumda ve her duruma itaat geleneğinin/zihniyetinin eleştiriye ve muhalefete tahammülü yok. Bunun yanında “ehven-i şer” tercihi gibi ilkesizliği, politikasızlığı, ikiyüzlülüğü meşrulaştıran bir başka geleneğimiz olduğunu da kaydedelim. Bu durum biz Müslümanları gerçek bir var oluşa sahip olmaktan alıkoyuyor. Sözünü ettiğimiz gelenekler/zihniyetler sebebiyle, hiçbir şekilde bilinçli bir farkındalık oluşturamıyoruz. Fikirlere değil de, kişilere odaklandığımız için, her durumda kendimizi dar bir alana kapatıyoruz.
İslamî meşruiyet referanslarımızı kaybettik.
Avrupa kavram ve kurumlarının ötesini düşünmeye cesaret edemiyoruz. Kendi kavramlarımızla nasıl düşüneceğimizi bilmiyoruz. Hayatın bütün alanlarını içerisine alan, İslamî dünya görüşünü ve hayat tarzını somutlaştıran bir çerçeveye, programa ve uygulamaya sahip olduğumuzu iddia edemeyiz. Bugünün dünyasında İslam’ın yalnızca manevi zenginlik üretmesi isteniyor.
Temel İslami ilkeleri/ölçütleri/değerleri/kavram ve kurumları gerçekliğe dönüştürmek üzere ortaya koyduğumuz bir mücadelemiz yok. Gündelik ahlak’la sınırlı bir dindarlık biçimiyle yetiniyoruz. Bu nedenledir ki; onurlu/özgür bir duruş noktası belirleyemiyoruz. İslam düşüncesinin, duygulara/duygusallıklara/hamasete teslim olması nedeniyle, gerçek konuşmalar, gerçek tartışmalar gerçekleştiremiyoruz. Bugünün gerçeklerine karşı kayıtsızız. Etnik köken/hizip/mezhep sarhoşlukları sebebiyle hiçbir çözümleme üretemiyoruz. Hamasî bir retorik hepimizi gerçek çabalardan alıkoyuyor. Hakikati temsil etmek yerine, taraftarları temsil etmek gibi bir ahlaksızlık yayılıyor. Hangi yorum temsil ediyor olursa olsun, her türlü dar kafalılık, dilini ve söylemini kontrol edemez. Bu nedenle de bu tür dar kafalılıklar küstahlığı ve kabalığı seçer. Bu tür bir dar kafalılık/hizipçilik, kalabalıkları heyecana sevk etmek, ne pahasına olursa olsun taraftar toplamak, taraftarlara ucuz umutlar telkin etmek için çaba harcar.
Müslümanlar olarak gücümüzün/imkânlarımızın farkında olsaydık, harekete geçebilecektik. Korkularımız sebebiyle hep ikili, çelişkili hayatlar sürdürüyoruz. Korkularımız her zaman zalimlere cesaret veriyor. Hangi nedenle olursa olsun, korku’ya mahkûm olanların, hiçbir biçimde özgür olamayacaklarını unutuyoruz. Bütün koşullara boyun eğen, hiçbir duruma itiraz etmeyen, sorgulamayan, hayır demeyen kişiliklerden özne olmaları beklenemez. Hayatımız üzerinde ahlakî bir denetim yok artık, yalnızca finansal bir denetim var. Bugünün dünyasında enformasyon ve iletişim yoğunlukları yaşanırken, her tür düşünme faaliyeti yüzeyselleşiyor. Enformasyon ve iletişim yoğunlaştıkça bütün nitelikler birer birer kayboluyor; dostluklar, sahici ilişkiler kayboluyor, bütün bu ilişkilerin yerini online ilişkiler alıyor. Küresel-kapitalist sistem bütün toplumları bir fabrika gibi düşünüyor, bir fabrikayı yönetir gibi yönetmeye çalışıyor. Sermaye hayatımızın bütün boyutlarını bir şekilde sömürüyor. Güvenlik rejimleri nerede olursak olalım, hepimizi gözetim altında tutabiliyor. Siyaset, adaletle yönetmek gibi temel bir ilkeden uzaklaşıyor, teknik bir sorun gibi algılanıyor. Modern-seküler bilim sermayenin ve kapitalizmin hizmetinde olduğu gibi, demokrasiler de kapitalist piyasaların hizmetinde bulunuyor. Piyasa hayatın tüm boyutlarını istila ediyor.
Sermaye her şeyi araçsallaştırıyor.
Bütün derinliklerin, anlamların, bilgeliklerin, niteliklerin, yoğunlukların buharlaştığı bir zamanda/dünyada/toplumda tek kaygı, günü yaşamak kaygısıdır. Hayatı günü yaşamakla sınırlı hale getiren sistem, zihnimizi de bir biçimde yönlendiriyor. Zihinlerimiz genel geçer algılama biçimleri doğrultusunda şekilleniyor. Genel geçer algılama biçimleri etkisiz, yersiz, boş varoluşlar oluşturuyor. Gerçekleri olduğu gibi görmeyi başaramıyoruz. Gerçeklerin çok uzağında yaşıyoruz. Düşüncesiz umutlar gibi, umutsuz düşünceler de yanıltıcı/aldatıcı sonuçlar doğuruyor. Temelsiz/ucuz iyimserlikler toplumları kötürümleştiriyor. Kendi yöntemleriyle büyülenenler, kendi yorumlarını mutlaklaştıranlar çevrelerini göremeyecek ölçüde ahlakî bir körleşme yaşıyor. Tevhidi düşüncede yaşanan parçalanma ve çözülmeler, tevhidi dünya görüşüne bağlı olduğunu iddia eden kişiliklerde de parçalanma ve çözülmelere neden oluyor.
Tarihten çekilmiş bir medeniyetin mağlup çocukları olduğumuz halde, medeniyet üzerinde çok spekülatif bir dil kullanıyoruz. İslamî bağlamda bir medeniyete sahip olmadığımızın farkında değiliz. Bir medeniyete sahip olsaydık Müslümanlar arası ilişkiler/tartışmalar medeni insanlara yakışır ölçüde olacaktı, bütün tartışmalar terbiye sınırları içerisinde yapılacaktı.
Kalabalıkların onayını almak, ilgisini çekmek için oluşturulan dinî bir tasavvur ile yeni bir kültür üretilemez. Bir kültürün ve medeniyetin tarihe yeniden dönebilmesi için, evrensel düşünce ve insanlık ufkunu kuşatabilen, öncü düşünürlerin, bilgelerin, filozofların, âlimlerin, müctehidlerin yetkin kadrolar halinde yetiştirilmeleri ve sorumluluk yüklenmeleri gerekir. Henüz bir tartışma terbiyesine bile sahip olmayan, lümpen İslamcıların, lümpen devrimcilerin hiçbir kültürel inşa’ya katkıları olamaz. Irkçılıkların, milliyetçiliklerin, mezhepçiliklerin, kabileciliklerin ve bunlar arasında halen sürdürülen kanlı çatışma ve rekabetlerin, iç savaşların gerçek olduğu bir dünyada ne uygarlıktan ne de medeniyetten asla söz edilemez. Modern zamanlar boyunca “uygarlık” kavramı hep terörize edici bir slogan olarak varlığını sürdürdü, bugün de sürdürüyor. Kendi inançlarını, düşüncelerini, İslam algısını, dünya görüşü ve hayat tarzını özgürleştirmeyi başaramayan toplumların bir medeniyetten söz etmeleri kadar büyük bir çelişki oylamaz. Her alanda sağlıklı yorumlar yapabilmemiz zihinsel ve kültürel dünyamızı yeniden inşa ederek, onararak mümkün olabilir.
Medya tiranları, finans tiranları, dini hayata musallat olan bütün tiranlar ufkumuzu kapatıyor, bu nedenle de karşı karşıya bulunduğumuz olaylarla ilgili olarak eleştirel bir duruş gerçekleştiremiyoruz, özgür bir vizyon oluşturamıyoruz. İslam algısı/tasavvuru bugün maalesef, milliyetçilik-sağcılık-muhafazakârlık-gelenekçilik-görenekçilik-hizipçilik-mezhepçilik-polülizm-hamaset-köylülükle malul hale gelmiştir. Çok daha vahim, çok daha beter bir durum dikkatlerimizden kaçıyor. Cemaat-hizmet olarak anılan topluluk Amerika’da Siyonist ve Evangelist lobilerin talepleri/beklentileri/önerileri doğrultusunda hareket edebiliyor. Bu çok kirli ilişki biçimi Neonurcu akımın kötü yola düştüğünü gösteriyor.
İslami bilinci, tevhid ve ümmet bilincini toplumsallaştırmayı başaramadığımız için, hiçbir bağımlılık biçimine son veremiyoruz. Bu bağımlılık ilişkileri sebebiyle, İslamî algı ve tasavvur laik/milliyetçi/ideolojik yapıların baskısından kurtulamıyor. Ulus devletlerin belirleyici bir güç haline gelmesi ile birlikte toplumlarımız önce kimliksizleştirildiler. Kimliksizleştirme süreçleri, kişiliksizleştirme süreçlerine dönüştü. Bu noktada sahte/taklit/kopya kimlikler icat edildi. Ulus devletlerin her projesi, Müslümanları ümmet bütünlüğünden uzaklaştırdı. Bugün, Neonurcu akım örneğinde de görülebileceği üzere, İslamî cemaatler milli kutsallar icat ettiler, milliyetçilikleri kutsallaştırdılar. Türkiye’de yaşandığı üzere Müslümanlar da, Kürt sorunu etrafında ulus devlet aklına tabi oldular, bu akla inandılar. Bugün İslamî cemaatler, cemaat liderlerine kurumsal/siyasal alanlar hakkında görüş belirtmekten imtina ediyor, kişisel dindarlıkla ilgili çalışmalar yapıyor, kişisel ibadetler bağlamında yorumlar üretiyor. Herhangi bir cemaete katılan bireyler kişisel ve benlik duygularını kaybediyor. Cemaat/hizip disiplini düşünmeye ve sorgulamaya izin vermiyor. Her cemaat mensubu bu cemaat liderlerinin nihai hakikati temsil ettiğine inanıyor.
Karanlıkların içerisinde kayboluyoruz.
İnsan olarak yaşamak yerine, nesne/eşya gibi yaşıyoruz.
Ne isteyeceğimizi bilmiyoruz.
Toplumsal-kitlesel ayaklanmaların yaşandığı Ortadoğu ülkelerinde kitleler diktatörlükleri reddediyor; ancak, reddettikleri yapıların yerine yeni bir yapı koyamıyor, öneremiyor, yeni bir sistem inşa edemiyor. Bu ülkelerde ayaklanmalar kurucu-inşa edici bir süreci başlatamadı. Siyasal bir program oluşturamadı.
Emperyalizmin geçici bir ideoloji olmadığını hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor.
Ortadoğu’ya yönelik emperyalist yeniden şekillendirme girişimleri “demokratikleştirme” üst başlığı altında sürdürülüyor. Bölgede Sünni kökenli İslamî oluşumlar/akımlar/partiler küresel sisteme dâhil edilirken, sistem karşıtı Şii unsurlar/hareketler etkisizleştiriliyor, marjinalleştiriliyor. Küresel sistem bu defa mezhepleri çatıştırıyor.
Mezheplerin çatıştığı, çatıştırılabildiği bir dünya korkunç bir dünyadır.
Mezheplerin çatışma halinde olduğu, çatışmaya açık olduğu bir dünyada ümmet’i gerçek kılmamız mümkün olamaz.
Evrensel ahlakî yasalar, ahlak merkezli bir uygarlık, medeniyet olmadığı için, bugün görüldüğü üzere her yerde faşizm, her yerde zulüm ve kötülük hüküm-ferma olabiliyor. Günümüzde yalnızca propaganda amaçlı olarak gündemde tutulan çok kültürlülüğün teorik bir çerçeveden ibaret olduğunu görebilmeliyiz. Tek model, tek uygarlık, tek paradigmanın şiddet yoluyla dayatıldığı bir dünyada karşılıklı anlayıştan, diyalog ya da hoşgörüden söz etmek kadar büyük bir saçmalık olamaz. Tek biçimlileştirilmeye çalışılan bir dünyada bütün bu kavramlar içi boş sloganlar olmaktan öteye geçemez.
Bugünün dünyasında yürürlükte olan pek çok kavram emperyalist dünya sisteminin ihtiyaçları/çıkarları doğrultusunda üretilmiş kavramlardır. Bu kavramlar emperyalist sömürüyü meşrulaştırmak üzere kullanılıyor. Faşist/ırkçı bir uygarlık anlayışı, Avrupalıların hayatlarını değerli/önemli bulurken, Müslüman hayatlara hiçbir şekilde saygı duymuyor. Avrupa, İslam’ı tarihsel bir dışsallık ve dinî fanatizm şeklinde kurguladığı için, ırkçı kategoriler hiç değişmiyor. İnsanlığını yitirmiş bir “uygarlık”, uygarlık misyonu maskesi altında, “özgürlük” maskesi altında, barbarlığını sürdürüyor.
Modern-seküler-liberal “insan hakları” retoriği kesinlikle Müslümanları kapsamıyor. Arakanlı Müslümanlara yönelik Budist terörü konusunda Batı dünyasından gerçek bir tepki yükselmiyor. Her zaman olduğu gibi bugün de mağdurları Müslümanlar olduğunda, hiçbir katliam/soykırım modern tarihin kaydına girmiyor. İnsan hakları dili propaganda aracı olan bir dildir. Bütün dünyada Müslümanların propagandadan ibaret bir dil aracılığıyla sistematik bir biçimde aldatıldıklarını hatırlamak gerekir.
Zihinsel bağımsızlık, zihinsel cesaret, üretkenlik, özgürlük., derinlik, nitelik, bütünlük, kuşatıcılık ve irade olmaksızın, asıl önemlisi dayanışma bilinci olmaksızın yeni bir tarih başlatmak mümkün olmayacak. Statükoların sınırlarını aşabilmek için kararlılık içerisinde zihinsel bir irade gerekir. Kimi korkularla malul bulunan kişilikler/cemaatler bu korkuları sebebiyle statükolarla bütünleşiyor. Zihinleri pek çok korku ile malul bulunan kişiliklerin/cemaatlerin gücü/etkisi korkusu kadardır.
İslam toplumlarında, milliyetçi akımlar çok derin çelişkiler içerir. Bu akımlar bir yanda emperyalizme karşı bir uyanıştan söz ederken, bir diğer yanda da batılılaşma yönünde girişimler başlatırlar. Ortadoğu’da içerisinde bulunduğumuz dönemde gerçekleşen ayaklanmalarda görülebileceği üzere, Arap-İslam toplumları, İran ve Türkiye de dâhil olmak üzere, özellikle genç kuşaklar Batılı düşüncelere maruz kaldılar, onlar gibi düşünmeye başladılar. Bugün, Batı’ya muhalefet eden unsurlar, bu muhalefetlerini batılı bir retorikle gündeme getiriyor. Ortadoğu’da yaşanan ayaklanmalar düşünceye yansıtılamadı. Yeni bir anlam sistemi oluşturulamadı. Yeni bir siyasal süreci başlatamadı. İran, kendi devrimini kendi kültürü ile gerçekleştirmişti. Bugünkü ayaklanmalar Batı kültürünün, küresel etkileri altında gerçekleşiyor. İran İslam Devrimi küresel sisteme karşı, kapitalist diktatörlüğe karşı ilk büyük ayaklanma özelliğini gösteriyor.
Bugünün biz Müslümanlar açısından en çarpıcı gerçeği ya da derin çelişkisi şudur: içerisinde Müslümanların yaşadığı toplumlar var, ancak Müslümanların oluşturduğu İslamî toplumlar yok. Kendisi olma bilincini yitiren, kimliğinin bilincinde olmayan bireyler ve toplumlar İslamî sorumlulukların hakkını veremiyor. Bu nedenledir ki, düşünme tarzımız, hayat tarzımız İslamî ilkelere göre bir bütünlüğü yansıtmıyor. Düşünme ihtiyacı duymayan, düşünsel merak içerisinde olmayan, sorgulama ihtiyacı duymayan, soru sorma yeteneğine sahip olmayan bireyler ve toplumlar bilincin kötürümleşmesine, çölleşmesine neden olurlar.
Müslümanlar olarak halen karşı karşıya bulunduğumuz utanç verici, aldatıcı, yüz kızartıcı etnik-hizipçi-mezhepçi karşıtlıklar, aşırılıklar ve çatışmalar nedeniyle hiçbir şekilde ve hiçbir zaman evrensel bir iddiada bulunamayız, evrensel çözümlemeler yapamayız, evrensel bir İslamî tasavvur oluşturamayız.
Bir insanın, bir hareketin ufkunun ve ilgilerinin herhangi bir etnisiteyle, yerellikle, hiziple, mezheple, tek yorumla, tek akılla sınırlandırılması demek, umutsuz bir taşralılığa mahkûm olması demektir. Taşralılığa mahkûm olan bir zihniyet dünyasının evrensel çapta etkiler uyandırabilecek bir kültür (medeniyet) inşa etmesi düşünülemez. Karşı karşıya bulunduğumuz taşralılık (köylülük) sebebiyle bugün bir yanda İslam ulusallaştırılırken, bir diğer yanda İslamî hareketler/partiler neoliberal gündemle uzlaşıyor. Neoliberal gündemle uzlaşmak, yalnızca bir ekonomik sistemle uzlaşmak anlamına gelmiyor. Çünkü neoliberalizm aynı zamanda ahlaksız bir hayat tarzı olarak, dünya görüşü olarak sunuluyor.
Günümüzde, biz Müslümanlar maalesef, başkaları tarafından dayatılan rencide edici kendilikler yaşıyoruz. Başkaları nasıl olmamızı istiyorsa öyleyiz. İslamî unsurların, cemaatlerin, mezheplerin her birinin kendilerine özgü, bir başka grupla paylaşmadıkları kendi bencil/narsist gündemleri var. Bu durum kabul edilemez. Bu asla onaylanamaz tablo sebebiyle ortak bir varoluşa, ortak bir bilince ve duyarlılığa sahip değiliz.
Çok ucuz iyimserlikler içerisindeyiz.
Eleştirel bir iyimserlik içerisinde bulunmayı hiç düşünmüyoruz.
Eskimiş ezberleri tüketmeye devam ediyoruz.
Zihinsel anlamda büyük bir perişanlık içerisindeyiz. Entelektüel dünyamızda büyük bir ıssızlık ve sükût yaşanıyor. Hayatın her alanında batı dünyasının tarihsel birikimi doğrultusunda yapılan kavramsallaştırmalarla kendimizi ifade etme çalışıyoruz. Devlet hayatı, siyaset hayatı, ekonomik hayat, kültür hayatı bu kavramlar merkezinde şekilleniyor. Bu kavramların izin verdiği ölçüde, bu kavramların müsamahasına sığınarak İslamî bir konum kazanmaya çalışıyoruz.
Moden-seküler bilinci sorgulamaya cesaret edemiyoruz.
Küre’nin küreselleştiği, her şeyin ekonomiye indirgendiği bir dünyada rekabet ve serbest piyasa ekonomisi tek belirleyicidir. Bu durum, bütün değer sistemlerini ve insani dünyaları alt-üst etmektedir. Siyaset her ülkede, küresel finans piyasalarının denetimi altındadır.
Bütün demokrasiler büyük bir gösterişten ibarettir.
İslam toplumları dehşetengiz gerçekliklerle karşı karşıyadır. İçerisinde yaşadığımız küresel süreçlere bilinçli bir biçimde tanıklık ederek, tarihi gerçeklere uyanmak durumunda bulunuyoruz. İslam dünyası tablosu belirsiz ve karmaşıktır. Düşünce hayatımız, entelektüel hayatımız belirsizlik denizinde yüzmektedir.
Bütün bir Ortadoğu’yu içerisine alan istikrarsızlık, kuşatma, belirsizlik, gerilim ve karşıtlıklar emperyalist dünya tarafından kışkırtılmaktadır. Suriye’ye tahmil edilen iç savaş emperyalist gündem ve çıkarlar doğrultusunda sürdürülmektedir. Bu gündem Müslümanlar tarafından gereği gibi tartışılmamış, teşrih edilmemiştir. Her tür mezhep karşıtlığı/gerilimi hangi mezhep adına sürdürülüyor olursa olsun utanç vericidir. Hiçbir tartışma hangi mezhep adına olursa olsun, mezhep merkezli bir yaklaşımla sürdürülmemelidir. Her şeyden önce ve her durumda Müslümanız ve daha sonra gerekiyorsa eğer mezhep yorumlarına başvurabiliriz. Amerika’nın Şii dünya ve hareketlilik karşısında Sünni bir çizgi/hat gerçekleştirmek üzere yoğun çalışmalar yaptığı hatırlanmalıdır. Sünni dünya bir kez daha Amerikan himayesine açık hale gelmektedir. Suriye’de sürdürülmekte bulunan kirli/kanlı iç savaşta muhalif unsurların emperyalistler tarafından icat edildiğini, yönlendirildiğini, silah/mühimmat/eğitim ve benzeri gibi yollarla desteklendiğini, Suriye’nin geleceğini Suriye halkının ya da muhaliflerin değil, emperyalist dünyanın biçimlendireceğini söylemek seküler/milliyetçi Baas tiranlığını desteklemek anlamına gelmez. Hiçbir Müslüman hiçbir gerekçeyle Baasçı olarak suçlanamaz. Suriye’de muhalefet ortak/toplu bir irade ve duyarlılık oluşturmayı başaramamıştır. Muhalefetin yüze yakın parçadan oluştuğu hatırlanmalıdır. Suriye halkı iç savaşla ilgili olarak kendi iradesini yansıtmamıştır. Muhalifler arasında bir ittifak ve uzlaşma olmadığı gibi ortak bir program da yoktur. Suriye’de yaşananlar etrafında hizip çıkarı adına, mezhep çıkarı adına manipülasyon ve aldatmacaya tevessül etmek ahlaksızlıktır. Suriye’de yaşananlarla ilgili olarak muhalif unsurları eleştirmek İran adına konuşmak, İran perspektiflerini paylaşmak olarak yorumlanamaz. İran’a karşı sürdürülen kuşatma dikkate alındığında İran-Suriye ilişkilerini anlamak hiç de onların yaklaşımı zor olmasa gerektir. Medya tarafından üretilen çarpıtmalar, medyatik dramatizasyonlar konusunda her zaman dikkatli olabilmeliyiz. Medya ve iletişim sistemi bütünüyle bayağılaşmış, savaşlar bile seyirlik hale getirilmiştir. Suriye konusunda Türkiye’nin küresel tahakküm sistemiyle birlikte hareket ediyor olması yanlıştır, büyük bir talihsizliktir. Suriye’de akan kanlar ve büyüyen acılardan, Suriye’de kentlerin/tarihsel/kültürel varlıkların tahribatından Türkiye de sorumludur. Türkiye’nin, biz Suriye halkının yanındayız yönündeki dış politika tercihi ikna edici olmaktan çok uzaktır.
Eleştirel olmayan heyecanlar, duygusallıklar hepimizi çok ciddi bir biçimde yanıltıyor. Dünya olayları etrafında kuşatıcı bir siyasal farkındalığa, sorgulayıcı bir duruşa, eleştirel bir tavra ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız.
Siyasal ahlak ve ilke noktasından bakıldığında bugünün dünyası sıfır noktasında bulunuyor. Günümüzde militarist/faşist her askeri girişim “demokrasinin yayılması” retoriği altında gerçekleştiriliyor. Geçmişte sömürgecilik “uygarlaştırma misyonu” klişesi altında sürdürülüyordu, bugün de “demokratikleştirme misyonu” klişesi altında sürdürülüyor. Modern uygarlık barbarlık biçiminde, hayâsızlık ve sapkınlık biçiminde temsil ediliyor. Sömürgecilik tarihi sömürdüğü, halen sömürmeye devam ettiği toplumlarda etnik-mezhepsel-kültürel farklılıklar oluşturmuş ve bunları kurumsallaştırmıştır. Bu yüzden, bugün toplumlarımız ithal yasalar, ithal zihniyet ve yaklaşımlar aracılığıyla yönetiliyor. Müslümanlar olarak bizler, toplumsal ve siyasal anlamda özgün ve özgür bir model oluşturmayı başaramıyoruz. Bu nedenledir ki, tarihin bu çok kanlı döneminde siyasal ve toplumsal bir kazanımdan söz edemiyoruz. Bugünü biçimlendirecek İslamî bir dil’e, bilince, bilgi ve birikime sahip olmadığımızı itiraf edebilmeliyiz. İslamî düşüncelerimizi İslamî pratiklerle buluşturamıyoruz. Avrupa paradigmalarıyla düşündüğümüz için kendimiz olmayı başaramıyoruz. Aziz İslam’ı ve İslamcı mücadeleyi, hasım ve rakip ideolojiler, Siyonistler ve Evangelistler nasıl tanımlıyorsa, bizler de öyle tanımlamaya çalışıyoruz. Sağcı/solcu/nurcu/muhafazakâr aydınlar zihinsel sömürge durumunu sürdürdükleri, düşünsel komadan çıkamadıkları için, İslamcı düşünceyi/davayı/kavgayı emperyalistler gibi ve onların yaklaşımlarıyla değerlendiriyor. Bizimle aynı hakikat algısına sahip olmayanların yorumlarını paylaşmak kadar büyük bir zillet olamaz. Bağımsız İslamî yorumlar, bağımsız İslamcılık yorumları bilinç yoğunlukları ister, cesaret yoğunlukları ister, siyasal cesaret ister. Koşullar doğrultusunda tercihler yaptığımız yol, yöntem, tarz belirlediğimiz için hiçbir şekilde sahici olamıyoruz. Koşullara göre vaziyet alanlar sahicilikten uzaklaşıyor. Koşullara göre vaziyet alanlar İslam’ı kendi çıkarları doğrultusunda, kendi konumlarına uygun bir biçimde, keyfi bir biçimde tanımlıyor. Düşünce hayatımız, kültür hayatımız zihinsel soykırıma maruz bırakıldığı için, İslamî özgürlük talebinde bulunamıyoruz. Aziz İslam’ın dünyaya/hayata/tarihe/topluma-siyasete yönelik içeriğini inkâr ederek “din işi gönül işi” tarzında basit, ucuz, bayağı, kolaycı tekerlemelere başvuruyoruz. Zihinleri sömürgeleştirilenler, İslam’ı bütün boyutlarıyla bütün iddialarıyla sahiplenmeye cesaret edemeyenler, kişisel dindarlığa sığınıyor ya da İslam’ı yerel bir folklöre/kültüre/geleneğe indirgeyerek temsil etmeye çalışıyor.
İçerisinde bulunduğumuz zihinsel perişanlık, hizipçilik, mezhepçilik, hizip-mezhep holiganlığı, cesaretsizlik, teslimiyetçilik sebebiyle, bugün Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere toplumumuz muhafazakâr-seküler-liberal bir dönüşüm yaşıyor. Bu nedenle de toplumlarımız köklü bir değişim arzusu ve iradesine sahip bulunmuyor. Aydınlarımız başka bir dünyanın, İslamî bir dünyanın mümkün olabileceğine inanmıyor.
Gerçek bir devrim, her alanda kökten, kuşatıcı, derinlikli bir değişimle mümkün olabilir. Gerçek bir devrim bütün bir varoluşumuzu yenileyerek, yeniden inşa ederek gerçekleştirilebilir.
İktibas, Eylül 2012, sayı 405
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *