Küresel çağda var olabilmemiz, karşı karşıya bulunduğumuz alçaltıcı meydan okumaları, baskı ve şiddeti etkisiz kılabilecek yeni bir akla, yeni bir kavrayışa, yeni bir duyuş düşünüş ve iradeye sahip olmakla mümkün olabilecektir.
Özellikle Ortadoğu’da meydana gelen olaylar/olgular toplumlarımız üzerinde ürküntü veren baskılar oluşturuyor. Karşı karşıya bulunduğumuz düşünsel, kültürel, entelektüel, siyasal ve ekonomik bütün dayatmaların, çok açık bir emperyalizmden başka bir şey olmadığını fark edemiyoruz. “Teröre karşı savaş” gerekçesi kullanılarak dünya çapında Müslümanlara karşı bir savaş sürdürülüyor. Küresel sistem tek bir dünyayı, tek bir modeli dayatmaya devam ediyor, farklı bir modelin, İslamî bir modelin olabileceğini kabul etmiyor. Modern-seküler-liberal diktatörlük/tiranlık farklı dünyaların, farklı dünya görüşlerinin, hayat tarzlarının, farklı gerçekliklerin, farklı yorum biçimlerinin olabileceğini konuşmamıza bile izin vermiyor. Hepimizi doğrudan ilgilendiren konularda İslamî bir görüş belirtemiyoruz. Hemen her konuda Yahudi-Hıristiyan ve Aydınlanma düşüncesi tarafından tanımlanıyoruz. Sınırlarımızı, ufkumuzu, ilgilerimizi, ufkumuzu bu düşünce tayin ediyor.
Ne yapmamız, nasıl yapmamız, neye, nasıl, ne kadar inanmamız konusunda seküler-liberal düşünce tarafından uyarılıyoruz, yönlendiriliyoruz. Anglosakson dünyasına özgü paradigmalar dokunulmaz kılınıyor. Toplumlarımızda genç kuşaklar neoliberal-kapitalist dünya görüşü yaklaşımı içerisinde yetişiyor. İletişim devrimi bütün toplumlarda siyasal uyanışı hızlandırdı, siyasal farkındalık düzeyini yükseltti. İnternet, genç kuşakların ilgilerini dünya ölçeğinde genişletti. Her ülkeden genç kuşaklar, Ortadoğu ülkelerinde yaşandığı üzere birbirleriyle bilgi, enformasyon, tecrübe alışverişi yapıyor. İnternet, genç kuşakları yerel gerçekliklerden bağımsızlaştırarak, yerel kısıtlamaları aşmaları konusunda onlara cesaret veriyor. Yerel bağlılıkların kısıtlayıcı baskısından özgürleşen genç kuşaklar, bu defa küresel gerçekliklere bağımlı hale geldiler. Görsel iletişim yoluyla, birbirlerine bağımlı hale gelen bir dünyada, her tür etkileşim kolaylaşıyor, bu etkileşim Ortadoğu toplumlarında da izlenebileceği üzere genç kuşakları, üniversite gençliğini, işsiz genç kitleleri harekete geçiriyor, genç kuşaklar ayaklanmalar yoluyla siyasal alana dahil oluyor. Bu toplumlarda neoliberal-demokrasi tayin edici tek standart haline geliyor. İslam, tayin edici bir standart olmaktan çıkarılıyor. Toplumlarımızda genç kuşaklar Batılı kültürel-siyasal çerçevelerin vesayeti altında tercihler yapıyor. Bu toplumlarda İslamî duyarlılık, ilgi, söylem düzeyinde var, ancak gerçekte yok. Toplumlarımızda, Türkiye’de olduğu üzere, düşünsel dünya, fiili dünyayı etkileyemiyor, dönüştüremiyor. Düşünsel dünyanın, fiili dünyadan ciddi bir biçimde kopuk olduğunu görüyoruz.
Dini hayatımız, her geçen gün daha çok ayrıntılar içerisinde kayboluyor; ilkesel tercihlerden, duruş ve tavırlardan uzaklaşıyor. Dini hayatın ana yoldan, nassların belirlediği yoldan çıkarak, yan yollara saptığını, masallar/menkıbeler/rüyalar âleminde yol aldığını, rayından çıkmış/çıkarılmış bir din algısının yaygın hale geldiğini, içerisinde yaşayarak müşahade ediyoruz. Günümüzde dini hayat, İslam’ın ve Ümmetin çıkarlarına göre değil; kimi cemaatlerin, hiziplerin, hizmetlerin, mezheplerin çıkarları doğrultusunda yapılandırılıyor. Cemaat çıkarı İslam’ın çıkarlarından daha öncelikli hale gelebiliyor. Cemaat/hizmet çıkarı adına İslam millileştirilebiliyor, her tür ahlak dışı propaganda meşrulaştırılabiliyor. Dilsel bir milliyetçilik adına, masum çocuklar bir cemaatin güçlendirilmesi adına propaganda nesneleri olarak araçsallaştırılıyor, sonuna kadar sömürülüyor.
İslam ve Müslümanlar küresel bir tehdit altındayken, Müslümanların bu tehdide karşı direnmeleri gerekirken, bu acil sorumluluklar tehir edilebiliyor, savsaklanabiliyor, dini motifler de içeren popülist bir milliyetçilik adına kitleler hamasi bir dille manipüle ediliyor. Müslüman kitleleri gerçeklikten uzaklaştıran cemaat/hizmet uyuşturucuları dalga dalga yayılıyor. Hiç bir sorgulamaya ihtiyaç duymaksızın kayıtsız şartsız itaat geleneği, Müslüman toplulukları kişiliksizleştiriyor, düşünsel sorgulamalar yapma ihtiyacı duymayan kalabalıklar köleleştiriliyor. Medya uyuşturucularına, cemaat/hizmet uyuşturucularına, ideolojik uyuşturuculara bağımlı hale gelenler derin, anlamlı sorular sorma yeteneklerini kaybediyor. Her düşüncesizlik, aynı zamanda bir iradesizlikle sonuçlanıyor. Karşı karşıya bulunduğumuz düşüncesizlikler sebebiyle, ideolojik, hizipçi, cemaatçi, mezhepçi günahlar işlemekten hiç çekinmiyoruz. Kendi peşimizden koşturduğumuz için, cemaat/örgüt liderinin/liderlerinin peşinden koştuğumuz için, tercihlerimizin sonuçları üzerinde düşünme ihtiyacı duymuyoruz. Eleştirel düşünme geleneğimiz olmadığı için, günümüzde dini hayat efsanevileştirilmiş/putlaştırılmış kişilerin tahakkümü altındadır. Aziz Peygamberimiz Efendimizin (s.a.v.) hayatlarında, mücadeleleri sırasında, dil ve söylemlerinde, hayatın her alanına yönelik açıklamalarında, hiç bir zaman, hiç bir biçimde gizli-ezoterik-esrarengiz bir içeriğe rastlamadığımız halde, bugün dini hayat büyük ölçüde olağanüstü-esrarengiz öykü üretimiyle sürdürülüyor. Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) “geleceğe dair herhangi bir hazineye ya da herhangi bir bilgiye sahip olduğumu asla söyleyemem” buyurdukları halde, bugün sayıları hızla çoğalan “mürşid-i kamiller”, “mehdiler”, “üstadlar”, “hocaefendiler” bu tür bir uyarıyı asla umursamaksızın, dikkate almaksızın, din diliyle kitlelere narkoz veriyor, kitleleri uyutuyor, kitleleri bir şekilde dolandırıyor. Hayatta hiç bir şey din aracılığıyla dolandırmaktan daha iğrenç ve utanç verici olamaz. Kimi eski otoritelerin kendi zamanlarıyla/dönemleriyle ilgili görüşlerini tekrar etmekten, nakletmekten ibaret bir dini söylemle, bugünle ilişki kurulamaz. Bu tür bir söylemle kendi çağımızın kültür ve siyaset iklimini etkileyemeyiz.
Müslümanlar olarak hepimiz çok ciddi, çok tehlikeli, çok vahim yanılsamalar içerisindeyiz.
Müslümanların karşı karşıya bulundukları hayati sorunların farkında ve bilincinde değiliz. Hiç bir asimilasyon girişimine direnemiyoruz. Siyasal özne haline gelemediğimiz için, kendimize özgü, siyasal bir modele sahip olduğumuzu anlatamıyoruz. Türkiye’de içerisinde yaşadığımız üzere, kapitalist/liberal/seküler sisteme ve hayat tarzına her geçen gün daha çok entegre oluyor, İslamî bütünlüğe, Ümmete yabancılaşıyoruz. İslamî bütüne, Ümmete yabancılaştığımız için, milliyetçi-türkçeci-propagandacı dindarlık gösterileriyle iftihar edebiliyoruz.
Bizleri hizaya getirmek, sürünün bir parçası haline getirmek isteyenlerin karşısında uyumsuzluğu/muhalefeti seçmek gibi bir tavır sergilememiz gerekirken; dışlanan, aşağılanan, ötekileştirilenlerin yanında olmamız gerekirken; biz Müslümanları aşağılayan, tahkir eden, ötekileştiren, sömürgeleştiren, Müslümanlara zulmeden, işkence eden, katliama tabi tutanların yanında hizalanıyoruz. Kalabalıkların çekiciliğine kapılarak, her tür İslamî ölçüyü ayaklar altına alabiliyoruz. Egemen düşünce çevrelerinin takdirini/onayını alabilmek için her tür tavizi verebiliyoruz. Cemaatler de artık kitlesel pazara hitap eden ucuz gösterilere ve propaganda yalanlarına başvuruyor. Zihinsel bağımsızlığa sahip olmadığımız için, hiç bir gelişmeyi, oluşumu, olguyu doğru/isabetli yorumlayamıyoruz.
Muhalefet etme, sorgulama, hesap sorma iradesine ve yeteneğine sahip olmayan topluluklar/cemaatler/kalabalıklar kendilerine dayatılan her tür söylemi, propagandayı ve masalları kayıtsız, şartsız kabul ederler. Çürütücü alışkanlıklar, öykünmeler, katı muhafazakârlıklar, hareketsizlikler, üretkenliğin reddi, düşüncenin dondurulması, bizleri muktedirlerle/müstekbirlerle onların çıkarları doğrultusunda hareket eden bilinçsiz varoluşlara, sahte varoluşlara sevk ediyor. Karşı karşıya bulunduğumuz bütün sömürgeleştirme biçimlerini “hoşgörü” ile karşılayan, pasif, uydu, teslimiyetçi konumlarımız sebebiyle, ilkeli, onurlu bir varoluşsal duruş sergileyemiyoruz.
Ruhani liderliklerin yanılsamalara, teslimiyetçiliklere dayalı diktatörlüklerini sorgulamak yerine, ruhani diktatörlerin peşinde sürükleniyoruz. Zihni yetersizlik ve gelişmemişlik nedeniyle ezber ve taklitten, kopyalamadan ibaret bir ibadet hayatımız var.
Günümüzde, İslamî hayatlar, duyarlıklar, hareketler, cemaatler, partiler, yorum ve yaklaşımlar sistemin içerisine çekiliyor. Tarihsel açıdan nerede durduğumuz, nereye yöneldiğimizi tartışmıyoruz. Büyük sayılara sahip olan cemaatler/partiler, aynı zamanda büyük bir bencillik ve benmerkezcilik sergiliyor. Her tür bencilliğin, benmerkezcilik ve kibrin sahiplerini körleştireceği, hakikatten uzaklaştıracağı unutuluyor. Her tür bencillik ve benmerkezciliğin insanları olduğu kadar cemaatleri de, partileri de ortak sorumluluk ve dayanışma bilincinden, ahlakından uzaklaştırdığı hatırlanmıyor. Bugün, siyasal hareketlerin de, cemaat/hizmet hareketlerinin de Batılı kavram/kurumların vesayeti, himayesi altında sürdürüldüğünü, dolayısıyla bu hareketlerin hiç bir şekilde özgürleşme iradesine sahip olmadıklarını ısrarla belirtmek gerekir.
15nci ve 16ncı yüzyıllardan bu yana Batı’nın İslam toplumlarına yönelik aşağılayıcı baskıları ve bakış açıları hiç değişmedi. Kendisini her alanda üstün ve özgürlükçü olarak tanımlayan Batı; Doğu toplumlarını despotik rejimlerin baskısı altında, geri kalmış toplumlar olarak gördü, bu nedenle de bu toplumları yönetmesi gerektiğine inandı. Hâlbuki bilgi zenginliği açısından Avrupa, Rönesans’a kadar, İslam toplumlarından çok daha geri bir noktada bulunuyordu. Avrupalılar, İslamî Doğu’ya, Çin ve Hindistan’a açılmasaydılar Rönesans olmayacaktı. Buradan hareketle İslamî düşünce hayatının, 16ncı yüzyıldan sonra toplumlarımıza ne oldu, toplumlarımız hangi nedenle tarihin dışında kaldılar sorusunu cevaplandırabilmeleri gerekir. Batı, içerisinde bulunduğumuz dönemde de kendisini tarihin öncü ve belirleyici gücü olarak görüyor.
İslam toplumları, İslamî cemaatler/hizmetler, partiler ancak Batı’ya öykünerek, Batı’nın onayını alabilecek biçimde yapılanarak, Batı’nın rızasını alabilecek bir dil, yöntem, program oluşturarak varlıklarını sürdürebiliyor. İran, İslam Devrimiyle birlikte Batı’nın vesayetine son verdiği için, emperyal-küresel bir abluka-ambargo-savaş tehdidine tabi tutuluyor.
Bugünün dünyasında ideolojik-ırkçı bakışlarla, gerçeklikler, uygulanan politikalarla sonuçlar arasında büyük boşluklar ve uçurum var.
Statükoları onaylayan cemaat/hizmet akımları, bu defa statüko tarafından, bürokrasi ve devlet aygıtları tarafından onaylanıyor, tebcil ediliyor, alkışlanıyor. Modern-seküler-liberal meydan okumalar karşısında, İslamî bağlamda üretken yanıtlar vermesi gereken cemaatler/partiler sessizliği ve teslimiyetçiliği seçiyor. Sessizliği ve teslimiyetçiliği seçen unsurlar, büyük sayılarla ilişkilerini sürdürebilmek için ucuz, bayağı, kokuşmuş popülizmlere sığınıyor. Bu dil aracılığıyla toplumlarımız, küresel etkiler altında bulundukları halde, sık sık millileştirme girişimlerine sahne oluyor. İslamî anlamda kolektif varoluş bilincini, iradesini ve etkinliğini tarihe yansıtmamız gerekirken, milliyetçi dindarlıklardan, dindar milliyetçiliklerden medet ummak kadar büyük bir zihinsel/ruhsal sefalet/düşüş olamaz.
Bireyler de, toplumlar da, bağımsız bir irade, düşünce, eylem ortaya koyduklarında gerçek bir varoluş sahibi olurlar.
Sahte/kopya varoluşlarla sayılar çoğaltılabilir, ancak hiç bir mücadele yürütülemez.
Sahte/kopya varoluşlara yaslanmak bir strateji değil, ancak büyük bir aptallık olabilir. Kant’ın söylediği üzere “aptallığın çaresi yoktur.”
Niteliğin çöküşü sebebiyle evrensel bağlamda bağımsız bir zihin, ufuk, tarz, üslup, biçim, dil oluşturamıyoruz.
Hem modern-seküler kültür, hem de cemaat/parti/hizip kültürü insanları bir tür otomata dönüştürüyor. Otomatların idrak gücünden, algı düzeylerinden söz edemeyiz. Otomatlardan farklı bir bakış, muhalif bir ses sadır olamaz. Otomatların, ikonlaştırma dışında hiç bir işlevi yoktur. Sorgusuz bağlılıkların ahlaki temellerden yoksun olduğunu görüyoruz.
İslamî her tercih, her ilgi, derin bir dürüstlük, derin bir içtenlik, derin bir sorumluluk ister.
İnançlarımız, düşüncelerimiz, hayatımız, kimliğimiz her şartta bir bütünlüğü yansıtmalıdır. Ruhsal anlamda, zihinsel anlamda bölünmüş kişiliklerden, kendilerini bütün koşullara intibak edecek şekilde, Amerika’nın ve İsrail’in beklentilerine, önceliklerine göre konumlandıran kişilerden/cemaatlerden/hizmetlerden hiç bir gelecek umut edilemez. Samimi olmakla akıllı olmak, akıllı olmakla bilinçli olmak, bilinçli olmakla cesaret sahibi olmak ayrı ayrı şeylerdir. Entelektüel bir savaşçı hem samimi, hem akıllı, hem birikimli, hem bilinçli hem de cesaret ve bağımsızlık sahibi olmak zorundadır.
Hayatın her alanında varoluşsal bir seçim yapmak ahlaki bir zorunluluktur.
Varoluşsal seçim yapmak öncelikle bilinç inşa etmekle mümkün olabilir.
Basmakalıplaştırılmış bir din algısı karşısında eleştirel bir söylem geliştirilebilmelidir.
Düşünce, davranış, tercih, yaşayış tarzlarımızı etkileyen ve dönüştüren şimdiki zamanın güçlerine karşı, zihinsel bir direniş ortaya konulabilmelidir.
Bilinç inşa etmek, cami/okul benzeri yapılar inşa etmekten çok daha önemlidir.
Koşullara göre teslimiyetçi seçimler yapmak, yazılar yazmak, konuşmalar yapmak ahlaki bir zaafa düştüğümüzü gösterir. Kapitalist ekonominin, tüketim ekonomisinin neden olduğu ağır patolojiler içerisinde ahlaki bir güce sahip olunamaz.
Neoliberal özgürlük yaklaşımının, bütün değerleri, ölçüleri, sınırları ve ahlakı yıktığı, özgürlüğün hayâsızlığın hizmetine girdiği bir dönemde Müslümanların liberal bir dünya görüşünün himayesi altında meşruiyet arıyor olmaları, hiç bir gerekçeyle kabul edilemez.
Bizler, Müslümanlar olarak modern-seküler-liberal meydan okumalara gereği gibi karşılıklar veremediğimiz için bilincimiz sömürgeleştirildi. Bilincimizi bağımsızlaştırma iradesi gösteremediğimiz için, modern-seküler-liberal dünya görüşünün, hayat tarzının içerisinde kaybolduk, savrulduk. Düşünsel-kültürel üretkenlik yeteneğimizi kaybettiğimiz ve yenilenmeye ihtiyaç duymadığımız için, düşünsel-kültürel köleliği seçtik, geçmişçi bir tekdüzeliğe ve kalıplaşmaya mahkûm olduk.
Zihinsel kölelikle ilgili olarak yalnızca kültürel sömürgecilikleri sorgulayamayız. Zihinsel kölelikle ilgili olarak, Müslümanlar da samimi bir özeleştiri yapmak durumundadır. Sömürgecilik döneminde Batılılar sömürgeciliği meşrulaştırmak üzere, ırkçı görüşlere dayalı olarak insanlığı farklı biyolojik topluluklara ayırmıştı. Bu görüşler, Batılıların daha çok akla sahip oldukları, Doğuluların daha az akla sahip oldukları yönünde icat edilmiş görüşlerdi. Ancak, bir diğer yanda İslam toplumlarında da aklı bütünüyle tahkir ve tahfif eden tasavvufi akımlar olduğunu, bu tür akımların günümüzde de bir şekilde etkili olduklarını itiraf etmek gerekir.
Küresel çağda var olabilmemiz, karşı karşıya bulunduğumuz alçaltıcı meydan okumaları, baskı ve şiddeti etkisiz kılabilecek yeni bir akla, yeni bir kavrayışa, yeni bir duyuş düşünüş ve iradeye sahip olmakla mümkün olabilecektir.
Zihinlerimize yönelik muhasarayı kaldıramadığımız takdirde doğru düşünmemiz, doğru görmemiz ve doğru yorumlamamız mümkün olamaz. Tarihsel gerçeklerle, bunaltıcı gerçeklerle mücadele etme yeteneğine sahip olmayanlar, bu gerçeklere karşı duyarsızlığı seçenler, bu seçimleriyle hiçliği seçmiş olurlar.
Kendi zamanımızın yapısal sorunları ve bu sorunlara ilişkin çözümlemeler üzerinde yoğunlaşmadığımız, bu bağlamda yeterli sorumluluklar almadığımız için, etrafımızda cereyan eden gelişmelerle ilgili olarak doğru tavırlar alamıyoruz.
Emperyalist/küresel sistem, İsrail’in bölgesel hegemonyasının önündeki muhtemel bütün engelleri tasfiye etmek üzere, kontrol edilebilir istikrarsızlıklar, çatışmalar, gerilimler, iç savaşlar çıkartıyor, kaotik bir politik iklim oluşturuyor. İsrail’in ırkçı/siyonist/faşist sömürgeciliği hiç ara vermeksizin yoğun bir biçimde devam edebiliyor. Sömürgeci sistemle işbirliği yapmayan rejimler her durumda çok ciddi tehditlerle/tehlikelerle karşılaşabiliyor. Ortadoğu’da İran’ın nüfuz kazanmasını önleyebilmek için bu defa emperyalist sistem Şii karşıtı bir projeyi, Suudi Arabistan aracılığıyla Sünni toplumların gündemine kazandırmaya çalışıyor. Müslümanlar, mezhep rekabetleri/gerilimleri/çatışmaları etrafında farkına varmaksızın Amerikan ve Siyonist görüşleri/yorumları paylaşıyor.
Mezhep rekabetleri/gerilimleri konusunda çok yanlış, çok çarpık, çok kirli varsayımlara dayalı algılar üretiliyor. Gerçekliği çarpıtan bilgi biçimleriyle yanlış yönlendiriliyoruz.
Koşulları, statükoları, alışkanlıkları, yerleşik kalıpları aşma iradesi gösteremeyenler, hiç bir şekilde bir özgürlük mücadelesi veremezler.
Özne olmak demek kişilik ve karakter sahibi olmakla birlikte, bağımsız bir bilinç sahibi olmak demektir.
Çığır açıcı bir dil oluşturmaya, ancak kendi tercihlerinin öznesi olanlar cesaret edebilir.
Modern-seküler-liberal tiranlık, Avrupa değerlerinin evrensel olduğunu, bu nedenle de, bu değerlerin bütün dünyaya dayatılmalarının meşru kabul edilmesi gerektiğini savunuyor. Avrupa modeli toplumlarımızda güç/şiddet kullanmak suretiyle uygulama alanına konuluyor. İdeolojik/seküler dil aracılığıyla toplumlarımız vesayet altında tutuluyor, denetleniyor. Bizler, Müslümanlar olarak, bizlere dayatılan kavram kurumların dayatılmış olduklarını maalesef fark etmiyoruz. Tek modelin, tek kültürün, tek dünya görüşünün, tek hayat tarzının şiddet yoluyla dayatılabilir olması, farklı modellerin değersiz, yetersiz, aşağı vb. olduklarını ileri sürmek demektir.
Tarihin Avrupa-merkezci paradigmalar aracılığıyla kurgulanması karşısında eleştirel bir duruşa sahip olmadığımız için Müslümanlar olarak hepimiz marjinal alanlara, marjinal ilgilere, marjinal bilgilere ve etkinliklere sürgün edildik, bir biçimde mahkûm edildik. Bu nedenledir ki; bu marjinal konumumuz nedeniyledir ki; hayatın/düşüncenin/kültürün/siyasetin/sanatın merkezinde değiliz. Müslümanlar olarak, varlığımızı marjinal alanlarda daha çok bir halk söylemi ve kültürü şeklinde sürdürüyoruz, sürdürebiliyoruz.
Marjinal alanlarda kalmayı sürdürdüğümüz takdirde, küresel çağda var olamayız.
Gerçek umutlar üzerinde konuşabilmek için, tarihe müdahale edebilecek, tarihi dönüştürebilecek bir bilinci/özgüveni ve iradeyi oluşturmak gerekir.
Gerek modern anlamda, gerekse geleneksel anlamda içerisinde bulunduğumuz kısıtlamaları aşamadığımız takdirde, hiç bir dönüşümü gerçekleştiremeyiz. Hamasi bir retorikle bilinç üretemeyiz. İçerisinde bulunduğumuz zihinsel bunalımı konuşmamak, itiraf etmemek, bunalımın derinleşmesine neden oluyor. Bunalım derinleştiği için koşullara dayalı sentezci çözümlemelere/oluşumlara yöneliyoruz. Sentezci çözümlemelere yönelmek, İslam’a yönelik özgüvenimizi/inancımızı yitirdiğimiz anlamı taşır.
İslamî cemaatler/hizmetler/partiler/gruplar/cemaat liderleri büyük sayıları kontrol edebilmek, büyük sayıların ilgisini kazanabilmek için kullandıkları duygusal ve romantik dili ne pahasına olursa olsun terk etmelidirler.
Sıkıcı, bunaltıcı, utanç verici neoliberal bayağılıklara tahammül etmek zorunda değiliz. Neoliberal dünya görüşünün ve hayat tarzının hâkim olduğu bir dünyada ahlakî temelleri olan bir düzen kurulamaz.
Farklı yorumları paylaşan Müslümanların birbirlerini bir propaganda nesnesi olarak görmek yerine, birlikte düşünmeleri, birlikte üretmeleri ve birlikte sorumluluk almaları gerektir.
İslamî bilgi’nin, bilincin, düşüncenin, toplumun, siyasetin, İslamî temeller üzerinde yeniden inşasını gerçekleştiremediğimiz takdirde entelektüel/zihinsel teslimiyetçiliği ve köleliği aşmayı başaramayacağız, dünyayı İslamî değer sistemi içerisinde tasarlayamayacağız.
Küresel çağda İslamî varoluş, hayatın her alanında İslamî referans sistemini özgürleştirmekle mümkün olabilir.
İktibas, Ağustos 2012, sayı 404
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *