Kafir ve küfür cephesi o kadar parçalanmışlığına rağmen tek bir ümmet gibi hareket ediyor ve Müslümanların burnu küffarın eliyle alabildiğince sürtülmek isteniyor. Çünkü onlara göre karşılarında ezeli bir düşman olan İslam ve Müslümanlar var. Kimse kimseyi aldatmasın şu an tüm dünyada Müslümanlar öteki, öksüz ve yetim olarak küffarın vicdanına terkedildi…
Ahmet Durmuş / Venhar
Kur’an’da adı geçen nebi ve rasullere baktığımızda yaptıkları tebliğ sonucu kısa zamanda etraflarında az sayıda da olsa birtakım insanların kümelendiğini ve davete icabet ettiğini görürüz. Zaten çağıranın da çağırılan şeyin (dinin) de amacı insanları biraraya getirmek ve bireysel kullukla beraber toplumsal bir yaşam/cemaat/ümmet oluşturmaktır. Cemaati, ümmeti bir araya getiren şey hakikatin gücü olmakla beraber bir öncünün ilkeli duruşu, bir liderin dirayetli oluşu, aynı zamanda metaneti ve sabrı da inkar edilemez bir gerçektir.
Bunun içindir ki davet edildikleri hayat tarzının hakikat, hakikate çağıranın da Allah’ın elçisi olduğuna inanan insanlar için vahiy ve vahyin tebliğcisi olan nebiler, müminler için sığınılacak bir liman, güvenilecek bir otorite ve bir dost olarak görülmüştür. Belki bu yüzden davete ilk koşanlar daha çok mustazaflar, mazlumlar ve yalın ayaklılar olmuştur. Bu kulak kesilme aslında insan için fıtridir. Fıtri özelliğinden dolayı insan tek başına dünya hayatını yaşayamayacağı için yine fıtratına en uygun bulduğu düşünceye, dine, topluma, yaşam biçimine yakınlık duymuştur ve ona intisap etmiştir.
Ama ne hikmetse hakikatin tüm çıplaklığına rağmen insanlığın büyük çoğunluğu atalarından devraldıkları yaşam biçiminden, sapkınlıktan vazgeçmemiştir. (Maide: 49) Vahyin ta kendisi olan İslam’a ve tebliğcisi olan Allah’ın elçilerine her dönemde çok az insan tabi olmuştur, ki bunun en büyük ve en müşahhas örneği Nuh (as)’dır. (Hud: 40). (Selam O’nun üzerine olsun)
Ancak Davud, (as) Süleyman (as) gibi nebilerle beraber bir de nebi olup olmadığını bilemediğimiz Zülkarneyn’in durumu diğer nebi ve rasullerden farklılık arz ediyor. Bu iki Nebi ve Zülkarneyn büyük bir güç ve ihtişam sahibiydiler ve bu güce bu ihtişama içeride başkaldıracak bir çete veya başka güç odakları yoktu, eğer olsaydı Kur’an bize bundan bahsederdi.
Hatta Zülkarneyn’e Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı bir set yapması için vergi vermeyi teklif eden kavmin teklifini Zülkarneyn elinin tersiyle itiyor, reddediyor ve onların sadece beden gücüyle yardımlarını kabul ederek rabbinin katından verilenlerin kendisi için daha hayırlı olduğunu söylüyor. (Kehf: 94-95). Süleyman (as) ise “Allah’ın bana verdikleri sizin verdiklerinizden daha hayırlıdır” diyerek Belkıs’ın hediyesini geri çeviriyor ve ekliyor; “bununla ancak sizin gibi insanlar sevinir. (Neml: 36). Süleyman’ın (as) bu ilkeli duruşu modern insana ne anlatır, onu da sizin taktirinize bırakıyorum.
Dikkat edersek diğer elçilere gösterilen tepki, başkaldırı ve direnç örnek verdiğimiz şahsiyetlerde söz konusu değil. Çünkü çok güçlü bir temsiliyet makamı var ve insanlar bu güce karşı isyanı değil itaat etmeyi tercih ediyorlar. Buradan anlıyoruz ki toplumsal adaletin, güvenin ve huzurun kaynağı adil ve güçlü bir otoritedir. Bu yüzden Allah demiri ve mizanı indirmiştir. (Hadid: 25). Ve bu yüzden adalet ve güç sahibi elçiler müşrik, fasit, zalim ve ilahlık taslayan otoriteleri boyun büktürüp itaat etmek zorunda bırakmışlardır.
Yeryüzünün insanlar tarafından fesada sürüklenmesi, ekinin ve neslin bozulması sebebiyle Allah’ın müdahalesi tarihin her döneminde vuku bulmuştur. Tuğyan eden insan için sık sık elçiler gönderilmiş, uyarılmış, ikaz edilmiştir. Ama nankör (17: 67) olan insan bunu büyük oranda anlamamış veya anlamak istememiş ve elçilerin bir kısmı yalanlanırken bir kısmı da sürgün edilmiş veya öldürülmüştür. Son olarak ise risaleti Hz. Muhammed’in (sav) devralmasıyla İslam tevhidi yürüyüşünü sürdürmüştür.
Ve Miladi 610 yılında Hz. Muhammed’in (sav) ağır bir yükü yani nübüvveti (Müzemmil: 5) yüklenmesiyle beraber İslam yeniden tarih sahnesine çıkmıştır. Atası İbrahim’in (as) dinine (Nahl: 123) uymakla emrolunan Muhammed’le (sav) beraber yeni bir hayatın ışıkları da ilk olarak karanlığın ortasındaki Mekke’de yanmaya başlamıştır.
Nübüvvetin başlamasıyla Muhammed’in (sav) on yıllık Mekke dönemi de yukarıda kısaca bahsettiğimiz nebilerden çok farklı değildi. Küfür cephesi tarafından atalarının uğradığı hakaretlere, aşağılamalara, işkencelere, yalanlamalara maruz kaldı Allah’ın Rasulü ve Müslümanlar. Küfür karşısında güç olarak çok zayıf olan Müslümanlar, baskılar karşısında çareyi önce kısmi olarak Habeşistan’a daha sonra da Medine’ye hicret etmekte bulmuşlardı. Bir çıkış yolu ve aranan çarede ise sevki ilahiyi görmezden gelmek inanan insan için asla mümkün değil, çünkü Allah’ın tarihe ve topluma yön verdiğini ve her an müdahil olduğunu unutmamalıyız..
Hicretle beraber değişen şartlar ve mekanın baskıdan uzak oluşunun etkisiyle her geçen gün sayıları artan Müslümanlar kısa zamanda güçlendiler. Dün insan yerine bile konmayan bu bir avuç Müslüman bugün hesaba katılması gereken bir temsiliyet ve bir otorite haline geldiler. Artık gündemi İslam, Allah’ın elçisi Muhammed (sav) ve Müslümanlar belirliyordu. Bundan böyle başlarında lider ve otorite olarak Allah ve Rasulü vardı. Ve artık söz Kur’an’ındı.
Yapılan bir sözleşmeyle Medine İslam devletinin temelleri atılmış, herkesin insanca yaşayabileceği bir ortam tesis edilmiş, ancak İslam’ın kesin belirleyici oluşu hükme bağlanmıştı. Daha düne kadar inandıkları Nebi’nin, liderin, baş komutanın dahi kendilerine sahip çıkamadığı; horlanan, aşağılanan, aç bırakılan, kızgın kumlara yatırılıp üzerlerine taş yığılan, sürgün edilen Mekkeli Müslümanlar bugün artık hürdüler ve söz sahibiydiler. Medine’de Muhacir Ensar kardeşliğiyle beraber büyük bir güç olma yolunda hızlı adımlarla ilerlediler.
Başlarındaki Allah’ın elçisinden başka kimsenin bir mezhebi, bir cemaati veya şeyhi yoktu. Nihayet zaman hızlı akıyordu ve 630 yılının ocak ayında Mekke fethedildi. Bu fetih ne Rasul’e ne de Müslümanların çoğunluğuna tevazuyu asla unutturmadı ve başları eğik ama vakarlı bir şekilde Mekke’yi fethetmenin gururunu yaşadılar. Artık devlettiler, güçlüydüler ve bu güçle beraber bu devletin adil bir lideri ve güçlü bir temsiliyet makamı vardı.
Çok ilginçtir, kısa zaman öncesine kadar yalanlanan yok hükmünde kabul edilen İslam’a, artık insanlar fevç fevç (Nasr: 2) akın ediyordu. Çünkü artık İslam belirleyici bir güç olmuştu ve bu gücün önünde durmak hiçbir kafirin haddi değildi. Allah Rasulü ve ona yürekten iman eden Müslümanlar Allah’a güvenmenin, yalnız onu ilah ve rab tanımanın mükafatını almışlar ve bir devlet olarak ödüllendirilmişlerdi. Bundan sonra bu devleti korumak ve yaşatmak Müslümanların ilk günden itibaren durdukları yeri terk edip etmeyeceklerine bağlıydı. Eğer bozulur ve dağılırlarsa güçlerinin gideceği uyarısı Allah tarafından bizzat yapılmıştı. (Enfal: 46).
Buraya kadar söylediğimiz sözler ve verdiğimiz örnekler gösteriyor ki, İslam devletsiz olmaz. Müslümanlar da başsız/lidersiz olmaz. Eğer olursa tıpkı Filistin gibi, Irak gibi, Suriye gibi, Lübnan gibi olur. Hatta sözüm ona tüm İslam ülkelerini buna dahil edebiliriz. Çünkü hiçbirisi ne İslam’ın ne de Müslümanların temsilciliğini yapamadığı gibi menfaatini, özgürlüğünü ve maişetini de düşünmüyor. Eğer bugün İslam devlet olsaydı Müslüman’ım diyen bizler de bu devlete sahip çıkabilseydik bu böyle olmayacaktı. Bugün İslam coğrafyasının en büyük sorunu temsiliyet meselesidir.
Kafir ve küfür cephesi o kadar parçalanmışlığa rağmen tek bir ümmet gibi hareket ediyor ve Müslümanların burnu küffarın eliyle alabildiğince sürtülmek isteniyor. Çünkü onlara göre karşılarında ezeli bir düşman olan İslam ve Müslümanlar var. Ya Müslüman cephesinde ne var dersek; bizde meşrepçilik, mezhepçilik, kavmiyetçilik, konforculuk ve ekonomicilik var. Halbuki biz bunları tartışırken kafirlerin kurşunlarıyla kadınlarımız, çocuklarımız ve İslam’ın yiğit evlatları her gün kırkar, ellişer ve yüzlercesi toprağı kanıyla sulamakta. Bunun tek sebebi gücümüz, devletimiz, ümmet bilincimiz ve sabitelerimizin olmaması.
Kafir ve küffar ordularının bu kadar pervasız, bu kadar acımasız ve bu kadar korkusuz davranmalarının sebebi bu. Çünkü mevcut şartlarda hiçbir gücün karşılarına çıkamayacağını çok iyi biliyorlar. Hamaset diliyle, kınamayla, kendilerinin kurduğu BM’ye AB’ye şikâyetle bu kafir Siyonist sürüsü durdurulamaz. Kimse kimseyi aldatmasın şu an tüm dünyada Müslümanlar öteki, öksüz ve yetim olarak küffarın vicdanına terkedildi. Başımıza gelenleri hak ettik mi dersek Kur’an’a göre hak ettik, ama bu başka bir konu başlığı. Şu an yapılacak tek şey Siyonistlerin anladığı dilden konuşabilmek, ancak böyle bir çıkış ufukta gözükmüyor. Eğer İslam’ın tek Allah’a kulluk eden bağımsız bir devleti ve Müslümanları temsil edecek bir başı veya hilafet makamı olsaydı bu böyle olmazdı, olamazdı. Çünkü Allah bizi Enfal suresi 65-66. ayetlerde müjdeliyor. Yani sorun bizim sayımızın ve teknolojimizin az olması değil, sorun bizim İslamî bir devletimiz ve Ömer (ra) gibi Ebu Bekir (ra) gibi adil ve dirayetli bir liderimizin olmayışıdır.
Bütün bunları hesaba katarak Müslümanlar lüzumsuz tartışmalardan ve abesle iştigal etmekten vazgeçip ümmet olmanın yollarını aramalı ve buna kafa yormalı. Gazze’de şehit düşen herhangi bir Müslümanla düşünce yapın, beslendiğin kaynak bire bir uyuşmayabilir, ama bundan dolayı onların davasına sahip çıkmamak tek kelimeyle yanlıştır ve kafirin işini kolaylaştırmaktır. Allah’ın Rasulü aralarında olmasına rağmen sahabe arasında farklı kişilik ve farklı düşünebilen şahsiyetler olabiliyordu. Fakat aynı sahabe İslam ordusuna katılıp Müslüman kardeşleriyle beraber Allah için omuz omuza savaşıyordu. İşin içerisinde şirk yoksa Allah’ı tek ilah ve Rab olarak kabul ediyorsa ona sahip çıkmak her Müslümana farzdır. Hatta Müslüman olmasa bile bizden yardım isteyen mazlum bir topluluğa yardıma koşmak biz Müslümanların görevidir.
Bugün Suriye’de yaşanan karmaşa bu düşüncemizin çok açık kanıtıdır. Tüm dünya kafirleri birleşmiş Suriye’de bir oyun kurmanın ve Şii-Sünni gerilimini artırmanın peşinde. Ama diğer taraftan daha ilk günden itibaren Siyonist orduları kınamalar eşliğinde çok rahat bir şekilde ta Şam’a kadar ilerledi ve bunu tüm dünya seyretti. Onların bu azgınlığının tek sebebi var o da İslam dünyasında onları durduracak güçlü bir temsiliyetin olmayışı. Eğer gelişmeleri doğru okuyacaksak Hz. Süleyman’ın, Hz. Davud’un ve Zülkarneyn’in adilce, merhametlice ama dirayetlice yaptığı temsiliyeti bugün ABD ve müttefikleri zalimce, zorbaca, barbarca ve kafirce yapıyorlar. Neden? Çünkü güçleri var ve tüm dünyaya adeta diz çöktürmüşler ve mazlum milletleri inim inim inletiyorlar.
Son olarak bazı İslamcı aydınların İslam devlet önermez güzellemesine, hadi oradan deyip onların bu çıkışlarının ne kadar mesnetsiz ve tutarsız olduğunu bugün Filistin ve Suriye bize şahitlik etmektedir. Biz diyoruz ki hayır, sizin dediğinizin tam tersine İslam devlet önerir ve hatta bu İslam’ın olmazsa olmazıdır. Senin ne olduğunu bile tam olarak tanımlayamadığın demokrasinin tüm dünyaya söyleyeceği bir sözü, önereceği bir modeli, bir kurallar bütünü var da İslam’ın yok öyle mi? Tam tersi yarın bir gün demokrasinin esamesi bile okunmayabilir ki öyle olacağına inanıyoruz. Ama İslam evrensel bir dindir ve kıyamete kadar da bu böyle devam edecektir. Çünkü o evreni yaratan yegane gücün eseridir ve çağlar üstüdür. Hasılı kelam İslam ve onu bize bahşeden Allah çok güçlüdür, önemli olan İslam ümmeti bu gücü doğru idrak edebilsin. Bugün İslam ümmetinin büyük çoğunluğu bunu hakkıyla idrak edemedi. (Hac: 74). Ne zaman bu dinin kadrini bilir ve ümmet bilinciyle hareket edersek inanıyoruz ki o zaman bir devletimiz ve bir temsiliyet makamımız olacaktır. Bu elbette şu anlama gelmez, biz dünyada bir cennet inşa edeceğiz! Hayır kastımız tüm insanlık adına huzurun ve güvenin hakim olduğu ve İslam’ın söz sahibi olduğu bir dünyayı inşa edip gelecek nesillere miras bırakmaktır. İbrahim (as) diyor ya “Rabbim! Bana gelecek nesiller arasında doğrulukla ve hayırla anılmayı nasip et” (Şuara: 84). Mutlak doğru Allah’a aittir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *