ABD Seçimleri ve Büyük Uğursuzluk

ABD Seçimleri ve Büyük Uğursuzluk

Trump’ın seçilmesi ile, Ankara’dan Washington’a ulaşan ‘dostluk’ mesajı ve ABD’de yönetimi Ocak ayının sonunda devralacak olan Trump kadrolarından Türkiye ile ilgili gelen mesajlar, Türkiye’nin, sistem içindeki yerinde tutulmak istendiğini göstermektedir.

Yeryüzündeki bütün siyasi sorunların baş müsebbibi, şeytanizmin merkez üssü ABD’de, Türkiye’de ana akım medyayı en az bir sene meşgul eden başkanlık seçimini Cumhuriyetçi partinin adayı Donald Trump kazandı. Seçim kampanyası döneminde kurşunun kulağını sıyırıp geçtiği Trump az kalsın bir mağdur edebiyatının nesnesi bile yapılacaktı.

Türkiye’de basın yayın kuruluşlarında ABD hakkında Müslümanların beklentilerine uygun hemen hiçbir değerlendirme yapılamamaktadır. ABD’de yaşayan Müslümanların bir kısmının Demokratların adayına, bir kısmının da Cumhuriyetçilerin adayına oy vermeleri gibi, burada da -tarihin en hazin hikayelerinden biri olarak- medyanın bir kısmı Demokratlardan, bir kısmı Cumhuriyetçilerden yana olmaktadır.

Kendisi gibi arsız ve uzlaşmasız bir yönetim kadrosu hazırlamakta olan Trump’ın, İsrail diye bir devlet olmasaydı da onu mutlaka icat ederdik diyecek kadar Siyonizm tutkunu olan Biden’ı aratacağından hiç kuşku yoktur. ABD büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımış olan Trump’ın; Gazze’de, Filistin genelinde, Beyrut’ta ve Suriye’de İsrail’in sürdürdüğü Müslüman katliamına koşulsuz destek vereceğinden kuşku duymak için bir neden bulunmamaktadır. Belki ‘belirsiz’ bir konu varsa o da Trump’ın, Türkiye’ye ‘komşu’ olarak tasarlanan ikinci İsrail’in ‘Balfour’u’ olup olmayacağıdır.

‘Ortadoğu’ gibi İngiliz patentli kelimelerle genel vaziyeti bulanıklaştırmaya gerek yoktur. ‘Ortadoğu’ dedikleri İslam beldelerinde ‘sorun’ İslam’ın bizzat kendisidir. ABD’nin ve batılı müttefiklerinin siyasetlerinin özünü, “İslam ile hesaplaşmak” oluşturmaktadır. Bu yeni model haçlı seferini durduracak bir Müslüman gücü olmadığı gibi, İslam’dan alacağı meşruiyetle haçlı saldırganlarının içine işleyecek bir cümle kuracak bir temsilcimiz de bulunmamaktadır. Filistin’in kaderi bütünüyle, her gün yüz civarında evladını şehid veren Gazzeli Müslümanların, tanımlamakta kelimelerin kifayetsiz kaldığı mücadelelerine kalmış bulunmaktadır. Filistin’i kurtarırsa -Allah’ın izniyle- Gazzeli Müslümanların akan kanları kurtaracaktır. Allah’ın kahhar ismini, azizün zü’ntikâm ismini tecelli ettirecek bir Müslüman gücü zuhur etmezse, kahhar ve azizün zü’ntikâm isimlerinin İslam ümmetinin aleyhine tecelli etmesinden korkulur.

Kâfir düşman, İslam ülkeleri denilen beldelerimizdeki komiserleri vasıtasıyla yaptığı ‘normalleşme’ anlaşmalarıyla hedeflediği sonuçlara adım adım ulaşmaktadır. Kendisini dünyada Filistin’e en büyük desteği veren lider olarak tanıtan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Donald Trump’ın başkan seçilmesini “dostum Trump’ı tebrik ediyorum” sözleriyle kutlaması, dünya siyasetinin en az yarısını özetlemektedir desek abartı olmaz. Yeni dönemin kazananı ABD’nin Cumhuriyetçi başkanı ise, kaybedeni kimdir acaba? Tayyip Erdoğan’ın dostu Donald Trump ise, düşmanı kimdir? Trump’ı Türkiye’nin, Mısır’ın, Suudi Arabistan’ın, Ürdün’ün, BAE’nin ve diğerlerinin dostu yapan şey nedir? Bu sorular cevaplarını aramaktadır.

Ankara’dan (Tel Aviv’e uğradıktan sonra) Washington’a ulaşan ‘dostluk’ mesajı ve ABD’de yönetimi Ocak ayının sonunda devralacak olan Trump kadrolarından Türkiye ile ilgili gelen mesajlar, Türkiye’nin, sistem içindeki yerinde tutulmak istendiğini göstermektedir. Zaten bunun zıddına bir sonuç beklemek de saflık olurdu. İkinci Dünya Savaşı akabinde kurulan ve sık sık yenilenen ‘yeni dünya düzeni’nde Türkiye, İslam’dan dokuz talakla boşanmış ‘yeni’ kimliğiyle, batılı değerlere tam bağ(ım)lı, İsrail’le ilişkilerinde ‘istikrarlı’, İslam’a kaymak gibi ‘tehlikelerden’ uzak, güvenilir bir müttefik olarak kurgulanmış olup, ‘dostları’na güven vermeye devam etmektedir.

En büyük uğursuzluk olarak ABD seçimleri ve ABD’yi kimin yönettiği meselesinin, Müslümanların gündeminden düşmesi için bir bilinç devrimine, gerçek bir tevhid bilincine ihtiyaç vardır. Tüm dünyanın selameti Müslüman denilen varlığın yeniden özneleşmesine bağlıdır. Müslümansız hayat hayat değil, çiledir, zindandır.

Bu cümleden olarak, şeytanizmin merkez üssü ABD’nin İsrail’le (Hizbullah değil) Lübnan arasında 27 Kasım sabahı saat 04.00’ten itibaren başlattığı ve iki ay sürmesi öngörülen ‘ateşkes’ anlaşmasına da kısaca değinmek istiyoruz. Sözde ‘ateşkes anlaşması’ Siyonizmi İsrail’de değil ABD’de aramak gerektiğinin en önemli belgesi olmuştur. 13 maddelik ateşkes anlaşmasını yazan kalemler, tamamen İsrail lehine mürekkep akıtmıştır. Sözde ateşkes anlaşması Lübnan’ı Hizbullah’ın başına amir yapmış, Hizbullah’ın silah teminini, Lübnan içerisinde silah üretimini vb. denetime açmış ama İsrail’e bu anlamda herhangi bir yaptırım getirmemiştir. Bu sonuca şaşmamak gerekir çünkü Hizbullah’ın ve Hamas’ın Allah’tan başka yardımcıları bulunmamaktadır.

TOPLUM NEREYE GİDİYOR?

Toplum belki de tarihinin en zor sınamasıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Toplumu ve daha özelinde aileyi bir arada tutan, fertlerini sıkı sıkı birbirine bağlayan değerleri artık tek tek çözülmektedir. Küçücük kız çocukları bizzat aileleri tarafından öldürülmekte, babalar ya da anneler kendi çocuklarını, evlatlar ana-babalarını hatta tüm ailesini katletmektedirler. Daha önce batıda örneklerini sıkça duymaya alıştığımız olaylar ülkemizde de görülür oldu, şaşırtıcı olmaktan da çıkmaya başladı! Karı-koca ilişkileri bozulup yüzeyselleşmekte, öfke nöbetleri neticesinde gücü yeten eş, eşinin gırtlağına sarılmaktadır.

Ülkeler deprem, sel gibi tabii afetlere uğradığında bunların maddi telafisi mümkün ve toplumu da bir arada daha sıkı durmaya iten faktörler olurken, sosyal afetlerin [belaların] sonuçları ise bunun tam tersi neticeler vermektedir. İnsanın ve toplumun bozulması, tahmin dahi edilemeyen vahim sonuçların doğmasına neden olmaktadır. Haber bültenleri bu haberlerle dolup taşarken, medyanın bu facianın daha da yayılmasındaki rolü ayrıca başlı başına bir tartışma konusudur.

Öte yandan bu can yakıcı olaylar ya şahısların psikolojilerinin bozukluğuna ya ekonomik krize ya da kişisel hırslara indirgenmek suretiyle tamamen hiçliğe hapsedilmektedir. Gerçekte ise olayları, toplumsal yasaların nasıl işlediğine bakmadan bu nedenlere bağlamak, onları çözümsüzlüğe mahkûm etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Mesela artan cinayetlere gerekçe olarak ekonomik krize işaret edilmekte ama diğer taraftan da sınırsız bir tüketim sevdası -aynı mihraklar tarafından- körüklenmektedir. Yeni kuşaklar için “ayağını yorganına göre uzatmak” gibi bir mefhum hiç bilinmemekte, tamamen yadırganmaktadır. Ulaşmak istenilen maddi hedefler ‘hemen-şimdi’ istenmekte, aksi halde insanların psikolojileri kolayca bozulmaktadır. Cep telefonu, araba sevdası, kredi kartlı bir hayat… Bunlar olmadan insanların psikolojisi bozulmakta, olunca daha da bozulmaktadır. Hayat Allah için olması gereken temelinden kaydırılarak dünyevi geçici hevesler uğruna tüketilir hale gelmekte, kitlelerde kapitalist para babalarının doymak bilmeyen kazanma aşkları uğruna aşırı bir tatminsizlik peyda edilmekte, genç nesil zengin olma serabı peşinde koşturulurken, nasıl oluyorsa, hiçbir şeyden memnun olmamak gibi bir illete müptela olmaktadır.

Toplumsal sorunları, İslamî düzene göre yaşayan toplumlarda da görmek mümkündür elbette. Ancak İslamî toplumun özelliği, doğası gereği, bu sorunları toplumsal bir bozukluğa dönüşmeden, yayılmasının önüne geçecek tedavi edici tedbirlere sahip olmasıdır. Bu tedbirlerin etkinliği, İslam’ın insan ve toplum hayatında ne kadar sahiplenildiği (bir başka ifadeyle, İslam’a ne kadar teslim olunduğu) ile doğru orantılıdır. İslami olmayan hayat tarzının ürettiği problem tabi ki toplumun tamamına yayılmaktadır. ‘Çözüm’ olarak öne sürülen; cezaları artırma, kadını ve erkeği birbirinden veya çocuklardan tecrid etme, çocukları devlet korumasına verme gibi tedbirler, ağır bir hastalığı aspirin gibi hafif bir ilaçla tedavi etmeye çalışmaktan öteye geçmemektedir. Toplumun İslam’a dayalı ahlaki değerlerinin sağlamlığının bu sorunun asli çözüm yolu olduğu gerçeği bir türlü görülmek istenmemektedir.

Tanzimat döneminden bu yana batıya duyulan hayranlıkla birlikte farkında olmadan içeri aktarılan batının hayat tarzı, toplumu içten içe kemirmeye devam etmektedir. Neredeyse iki yüz yıldır devam eden sürecin sonunda elde edilen, sadece bir hüsrandan ibarettir. Batının laiklik temelinde, demokrasi ile elde ettiği güce duyulan hayranlık, bu kavramların İslam coğrafyasına taşınmasına uygun zemini hazırlamıştır. Fakat ithal edilen bu kavramlar batıya kazandırdığı somut gücü bize -doğal olarak- kazandıramazken, sadece batıdaki toplumsal bozukluğun bir bütün halinde içimize ikame edilmesine, böylece toplumun koruma kalkanlarının yok edilmesine neden olmaktadır.

Tanzimat’la başlayan toplumsal dönüşüm, Cumhuriyet’le devam ederken, ilk aşamada, hayata yön veren temel İslami anlayışın tamamen dışlanmasını sağlayan laiklik ‘hayat tarzı’ haline getirilmek istenmiştir. Laiklikle batıda, Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin zaten hayatta olmayan kuralları hayattan çıkarılırken, İslam coğrafyasında ise İslam’ın toplumu kuşatan emir ve nehiyleri birer birer hayatın dışına atılmıştır. Toplumun laiklikle nasıl dönüştüğü, ne kaybettiği, bir gün gelir de anlaşılır mı bilinmez. Bilinmezin ‘bilinir’ hale gelmesi için insanların, kendilerine kaybettirilen büyük değerlerinden haberdar edilmeleri ön şarttır.

Toplumu hastalıklara karşı en iyi koruyacak şey olan Allah inancı laiklikle aşındırıldıktan sonra, toplum ve devlet düzeni de demokrasi adı verilen hevaya dayalı rejim tarafından düzenlenmiş, daha doğrusu toplum ifsada teslim edilmiştir. İnsanlığın ulaştığı en iyi yönetim şekli diye lanse edilmesine karşın, batıya da huzur getirmeyen bu düzen, dünyanın geri kalanına da huzur getirmedi, getirmeyecek de. Huzur getirmek bir tarafa, bu dünya görüşü insanı insanın kurdu haline getirmiş, birbirini koruyan, kollayan, gözeten insanları birbirinin kuyusunu kazan düşmanlara dönüştürmüştür. İlahi olan hiçbir emri kendine referans kabul etmeyen hukuk düzeni, çoğunluğun ve güçlünün arzusu doğrultusunda şekillenirken, temelini ise, ‘çıkar’ adı altında dünya hırsına dayandırmaktadır.

İslam’ın başta insana yüklediği kişisel görev ve sorumluluklar, aile içerisinde ana-baba olarak ya da toplumda bir ferd olarak, elinin altındakileri korumak, yetiştirmek, düşene yardımcı olmak, aç kalanı doyurmak, üşüyeni ısıtmak, elinde olandan paylaştırmak, gençleri evlendirmek, ihtiyaç sahiplerini gözetmektir, ila ahir. Toplumu sağlıklı bir içtimai bünyeye dönüştüren değerler bunlardır. Bu değerlerin temelinde ise sadece Allah sevgisi ve Allah korkusu (Allah rızası) bulunmaktadır. Bütün bu değerler ancak Allah’a iman etmiş, dünya görüşünü laiklikle değil Allah’ın indirdiği dinle inşa eden insanların toplumunda kök salar ve yaşam biçimine dönüşür.

Toplumu, şeytanın fısıltıları ve insan nefsinin arzularından ibaret olan beşerî düşüncelerden arındırıp Allah rızasına dayalı bir yapıya dönüştürmeyi hedeflemeden, ‘dindar nesil’ yetiştirmekten bahsedenler yanılmaktadırlar. Dindar nesil saksıda değil, Allah’ın buyruklarını mutlak doğru kabul eden bir ‘ana rahmi’nde yetişir. Bu ana rahmi, tahmin edileceği üzere Kur’an ve Sünnet’ten oluşan İslam’dır. ‘Dindar nesil’i bir taraftan Kur’an ve Rasûlullah’ın örnek hayatı kendine çekerken, öte yandan laik-demokratik toplum ve devlet düzeni teknoloji, para, karşı cinsle sınırsız ve engelsiz bir birliktelik özgürlüğü, insan nefsinin asla doymayacak olan arzuları gibi silahlarla ve diğer tehdit unsurlarıyla adeta rehin almakta, günahlardan İslam’a geçiş yapmasına izin vermemektedir. Bir taraftan Allah’a tapması öğütlenirken, diğer taraftan toprağın altındaki kemiklere kul yapılmak istenen nesil nasıl ‘dindar’ olabilir?

Dindar, daha doğru bir adlandırmayla Müslüman nesiller, Müslüman aileler ve Müslüman toplumlar sadece dinden yüz çevirmişliğimizden büyük bir tevbe ve Allah’a, “lebbeyk allahumme lebbeyk” teslimiyetiyle boyun eğmemizle mümkün olacaktır.

İktibas Dergisi, Aralık ayı yorumu

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *