Yürüyenler ve Sürünenler

Yürüyenler ve Sürünenler

O din ki hiçbir beşeri ideolojiye ne muhalif, ne karşıt, ne de muarızdır; o başlı başına haktır, hakikattir, tastamamdır, ontoloji ve epistemolojisiyle yegane güç ve kudret sahibi, aşkın olan Rabbimize aittir, kıyası kabil değildir!

Mustafa Bozacı

Başlığımıza iktibas ettiğimiz ifade bir kitap adı… 80’li yılların tam ortasında lise (İHL) son sınıfta aldığım ‘Yürüyenler ve Sürünenler’ adlı, başlığımıza da ilham olan kitap Sadık Albayrak’a ait. Yakın tarihte İslam’a karşı yapılan tahfif, tahrip ve tecziye baskı ortamlarını ve bunlara karşı mevzi direnişleri konu edinen bir kitap olarak, yazarının hakkında bir malumat tafsilatımız olmadan ve fakat kitabın ismi dikkatimizi çektiğinden edinme iştiyakı duyarak aldığım bir kitaptı mezkur kitap.

İlimizde mevcut kitabevindeki ağabey biraz da sitem etmişti; niye bu tercihi yapıyorsun diye… Ki o yıllarda okulda bir nevi o kitabevinin mümessilliğini yapıyorduk. O sıralarda ‘Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları, Yoldaki İşaretler ve Fi Zilalil Kur’an..’ okumaları, o okumalar yanında kitap tahlilleri de yapıyorduk aynı ağabeyin mihmandarlığında. Üstelik İktibas camiası, Ercümend Özkan ismiyle de o vesilelerle tanışmıştık.

Bugünlerde de pek değişen bir şeylerin olmadığı, benzer süreçlerin aşırı irtifa kayıpları ile yaşandığı mezkur okullardaki atmosferi bilenler biliyor. Her hoca başka bir ekol, başka bir alem! Farklı bakış açıları ve yönlendirmeler altında bizlerde de kafa karışıklıkları zirvede o yıllar. Gençliğin verdiği hoyratlık ve haytalıklar bir tarafa, ilmen, bilgi kifayeti adına pek bir seviye tutturulabilindiği söylenemez maalesef! Ama bugünlere bakınca yine de bir seviye vardı denilse yeridir. Bakınız, misalen bir hocamıza ‘Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları’ adlı kitabı gösterdiğimde ‘Daha isminde keramet yok!’ deyip kestirip atmış, tenezzül edip şöyle bir bakmamıştı bile!

İşte o hamaset, duygu yoğunluklu, sloganik ortamlarda -ki bugünlerde onlar dahi kalmadı- o zikredilen kitabı sırf adı hatırına almış ve fakat içeriğine bakınca da fazla hemhal olamadan elden raflara havale etmiştik.

O minvalde ‘Çağdaş Müslüman Düşünce/Sembol Şahsiyetler/Kürşad Atalar’ süreçte ideolojik safiyeti vurgulayan kitabı ile çok önemli bir nitelik farkı ve farkındalık ortaya koymuş, meselenin asli noktalarına, işin sathi yönünden bam teline, asla ve usule uygun yönlerine, asıl örnekliğin ve verilen mücadelenin sıhhatli, olması gereken yönlerine dikkatlerimizi çekmiştir. İki kitap arasındaki netlik, nitelik ve bakış açısından bakıldığında bu durum kitlesel ivme, istikamet bilinci yitimi gibi durumlar meyanında düşüncede belirli seviye ve nitelik izharı açısından kayda değer bir iyileşmeyi de gösteriyor denebilir, yeterli olmasa da…

Neyse biz konumuza, ilk zikredilen kitabın başlığımıza alınan ‘yürüyenler ve sürünenler’ vurgusuna dönelim… Her zaman ve mekanın bir ayırt edici kriteri olarak alınabilir bu ifade ve biz de bu açıdan bu başlık tercihini yaptık! Son günlerin bir afişi vardı, Libya’dan olsa gerek; ‘Ömer Muhtar zamanında yaşamasak da Yahya Sinvar’la aynı dönemde yaşadık!’ vurgusuyla… Elhak bir hak ve hakikati teslim etme anlamında, bir sürece dikkat çekme manasında çok isabetli bir tercih. Elbette altı üstü doldurulabilir, izahatlarda bulunabilir, eklemeler yapılabilir. Lakin genele hitaben aslında ‘Ne haldesiniz? Uyanın! Bu ne zillet, bu ne gaflet?’ vb. bir ikaz, çuvaldız kendisine döner mi bilinmez ama iğneleyici bir vecize denilebilir. Zira burada kitlesel bir nemalanma söz konusu olamaz, bireysel de olamayacağı gibi. ‘Kişi için sa’yi vardır ancak’ ayetinin izharı gereği, kişi ve toplumun imkan ve şeraiti gözeterek yaptıkları ve yapmadıkları hesaba katılacaktır mutlaka. Elle, dille, kalben yapılıp edilenler, ertelenenler, ihmal edilenler hep hesaba katılacaktır vüs’at miktarınca. İmkândan ziyade imanın sevkiyle ya da şeytanî dürtülerle kişi ve toplumun aldığı pozisyon neticesinde…

Bu, tüm peygamberler tarihinin yaşanmış örnekliklerinin ve tevhid mücadelelerinin, hak batıl çatışmasının bir serencamı olarak her zaman ve mekanda ‘yürüyenleri ve sürünenleri’, ‘iyileri ve kötüleri’, ‘salihleri ve fasıkları’, ‘adilleri ve zalimleri’, ‘mü’min ve mülhidleri’, ‘muvahhid ve müşrikleri’, ‘hizbullahileriyle hizbüşşeytanları’ bulunabileceği, yaratılışımızın amacı olan imtihanın doğası gereği bu iki temayülün kıyamete değin bir çekişme, çatışma, ayrışma içinde bulunacağı izahtan varestedir.

Bu, her çağda aynı ölçülerde cereyan ettiği gibi günümüzde de aynıyla vakidir. Değişen isim, cisim ve mekanlar, araç-gereçler sadece… Rabbimizin Kitab-ı Kerimi’nde de buyurduğu gibi insanlar her daim bu tasnife ister istemez tâbi olacaklardır. İyiler ve kötüler, hak taraftarları ve batıl taraftarları, iman edenler ve münkirler… Bu tasnifler de kendi içlerinde alt kümelere, farklı renklerde gruplara ayrılabilir elbette. (Vakıa suresi 10-50)

Yürüyenler; koşanlar, vasatlar, normal yürüyenler, yavaşlar ve belli kriterlerde duranlar olarak tasnif edilebilirler. Yürümeyi ‘bir ileri iki geri’ formunda suistimal edenler de zikredilebilir. Sürünenler ise; dik, alçak, yüzüstü ve ters olarak sürünenler şeklinde biraz da ironi ve mübalağa ile sıralanabilirler. Bu arada, aradaki geçişkenlik de gözlerden uzak tutulmamalıdır.  Yürümeyle dik sürünmeyi karıştıranlar mesela… N. Fazıl’ın ‘Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana!’ mısraında beyan ettiği gibi şu zamane zamanların hengamesinde, her şeyin ters yüz, alt-üst olduğu durumlarda, algı yanılsamalarının ve dezenformasyonların ayyuka çıktığı ortamlarda aslî kriterlerin, tartışılmaz normların dikkate alınmamasından dolayı ve kişisel yargı ve algıların, daha doğrusu heva ve hevesin matah bir şey zannedilmesinden kaynaklı olarak tasniflerin zorlaştığı, siyah- beyaz olarak netleştirilemediği, çokça gri alanın oluştuğu malumunuzdur. Sapla samanın karışması, at izinin it izine karışması, şimdilerde ise ‘it izinin it izine karışması’ misali…

Şairin öncesinde ‘mürteci’ ithamını dillendiriyor haklı olarak… Asıl irtica nedir, mürteci kime denir, denmelidir, sorgulaması dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Bilene asıl irtica ‘haktan batıla dönmektir’ izahına gerek yoktur! Keza, daha meşhur bir kullanımla ‘terör-terörist’ kavramları da aynı dezenformasyona uğramıştır. Hakkı, hakikati parçalayan, görecelilik diyerek her algıya yol veren ve dolayısıyla -bu sayede- istediğine, istediği gibi ‘yön’ veren batıl batı, kendi yapıp etmelerine, yeryüzüne ektiği fitne tohumlarına, yalanlarına-talanlarına, ekini ve nesli helak eden uygulamalarına, her ton ve renkte zulümlerine bakmadan, sırf kendileri gibi düşünüp taşınmayan, ‘itirazını dile getiren’, ‘duruşunu bozmayan’  kim olursa –ki bunun kahir ekseriyetle ‘müslümanım diyenler’ olduğu ayan beyan ortadadır- ona ‘anasından emdiği sütü burnundan getirecek’ bir tanımlama, form biçme ve onlara elden geldiğince zulüm etmeyi kendinde hak görmekte ve bu konuda kimseye de hesap vermemektedir. Üstüne üstlük bu kendinden menkul operasyonların bedelini –diğer ödettiği bedeller azmış, yetmezmiş gibi- yine aynı kesimlere fatura etmektedir! Bu azgınlık şeytana bile pabucunu dama attıracak(!), M. Akif’in ‘Tauna da züldür bu rezil istila!’ sözünde karşılığını bulan, tarifi ve izahı olmayan bir azgınlıktır. İlahlık ve rablik iddiasıyla, her yönüyle sürünmenin dik alasıdır! Hakka ve hakikate tersini dönüp diklenince başka ne yol kalır ki?!

Bizim bu konumuz dolayısıyla bu azgın taife değil öncelikli eleştiri noktamız. Onlara bu cesareti veren, ‘yürüdüğünü’ zanneden, her yapıp etmesiyle, oturup kalkmasıyla, kalbî duruşu çok nüfuz edilir, bilinebilir olmasa da ‘eli ve diliyle’ o batıl değirmene su taşıyan, ne kendinden ne müktesebatından haberi olan ve ne de batılın evsafının künhüne vakıf, ne şiş yansın ne kebap, tükürme noktasında sakal-bıyık, ikileminde/ikircikliğinde, ‘üç kuruşa beş köfte’ hayaliyle cennet garantili bir hesap kitapsız bir dünya iş ve işleyişi, bu haleti ruhiye ile aslî sınırları bırakıp sun’i ve beşeri sınırları gözeten taife, kitledir bizim öncelikli eleştiri noktamız, muhatabımız. Bu edip eylemede elbette batıl batının mihverliği, teşviki, yönlendirmesi, kılavuzluğu söz konusudur; bu doğru! Her türlü fahşaya lokomotiflik ettikleri, kötülükte aslan payının onlara aidiyeti malum! Ama bir ve başka, daha doğrusu ‘en doğru’ olan bir hakikat daha var ki; ‘Hicr 42 ve İsra 65.’ ayetlerde buyrulduğu gibi ‘salih kullar’dan olma, bu menfur tazyiki aşmanın, engellemenin ilk, tek ve aslî yoludur. Keza samimiyet, ihlas ve ittika… Bilgi ve bilinç!

Malum Gazze/Filistin gündemi de göstermiştir ki o zulmün mümessilleri, taşeronları, piyonları, işbirlikçileri topyekün olarak asıl zalimlerle beraber bırakınız bir insani seviyeyi, alçaklığın zirve noktasında, çukurluğun en dip ve karanlık biçiminde vahşet, hayvandan aşağı bir durumda terör estirmekte, handiyse ‘zulüm’ kelimesi de bunların yapıp ettiklerinde yetersiz kalmaktadır. Bilmem ki bu durum ‘sürünmekle’ tarif ve tasnife girer mi? Hani bizdeki ‘şirk’ kavramının ‘günah’ vasfına alınıp alınmaması tartışmaları gibi!

Hele sessiz çoğunluğu durumu… Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır, bu nice bir zihin felcidir?! Algıların, idraklerin dumura uğraması, hadımlık bu değil de nedir?! Meselenin ‘insani’ yönünün, vicdanı kirlenmemiş, kalbi körelmemiş, dünyanın dört bir yanından verilen tepkileri görüp duyuyorsunuz. Yeterli mi; asla değil! Bir umut vaat eder mi; Rabbimiz bilir, inşallah diyelim! Gelgelelim şu iğneyi kendine batırmaktan dahi imtina eden kitleye, ‘müslümanım diyen’ kalabalığa, yine Kur’an’ın ‘müflis tüccar’ nitelemesini hak edecek şekilde, yapıp ettiklerine bakmadan, devekuşu gibi başını kuma gömerek, üç maymunu oynayarak -şimdilerde dördüncü eklendi ‘bizdense!’- zulme çanak tutan, cesaret veren, imkan tanıyan, ses çıkarmayan, eller diller yitik, kalpler bitik hal-i pür melallerine! İnsansanız insan Gazze’dekiler, Arap’sanız Arap (mücavir alandaki genel beşerî coğrafya/sosyoloji anlamında, asla ve kat’a ırkçılık iması içermez!), müslümansanız müslüman… Size dokunmayan yılan bin yaşasın öyle mi?! Bu nasıl bir aymazlıktır! Arap baharını/zemherilerini idrak edemeyenlerin bu idrak yolları enfeksiyonu çok da şaşırtmıyor aslında! ‘Sarı öküz’ hikayesindeki gibi; o öküzü verince ölüm vaki olmuştu tümü için aslında! Ama bu tarafta(!) ne çok öküz varmış meğer; vere vere tükenmedi gitti!

Zulmün muhatabı açısından yerin, rengin esamisi okunmaz, biliriz! Ama bunun bilinip dillere pelesenk edildiği halde, izahı hiç mümkün olmayan, akla hayale sığmayan, bir oluru olmayan, dinimizin ayetleri ile, hadisleri ile çok ciddi olarak sakındırdığı ‘zulme rıza, zalime bırakın arka çıkmayı bir temayül gösterme, eliyle ve diliyle engellememe (kalp ise çok geri/tâli ve oldukça kişisel bir durumdur!) halleridir… Bu nasıl bir kanıksama, bu nice bir aymazlıktır! Bu bir irkilme melekesinin dahi kalmadığı ölüm hali değil midir!? Bu noktada dalalet, hıyanet ve gaflet arasındaki kıldan ince kılıçtan keskin geçişkenlik de kimseleri titretmemektedir! Gerçi ayet ve hadislerin çok ciddi uyardığı, bırakınız zalimlerden olmayı, ‘zalimlere temayülün’ dahi ilahi huzurdaki bedeli, beyan edilen tecziyesi insanları ürpertmedikten sonra hangi söz ve durum bu üzerine ölü toprağı serpilmiş kişi ve kitleleri uyandırabilir!? Bu ne menem bir uyuşturucu müptelalığıdır ki uyuşukluk tüm beden kadar ruhları da sarıp sarmalamıştır! O uyuşturucular ki ottan, sentetik/kimyasal olduğu kadar şu son zamanlarda daha çok etten ve kemikten müteşekkil, kanlı canlı bedenler şeklinde tezahür etmektedir!

Kitlenin her türlü yetkiyi tevdi ettiği, çok farklı mazeret ve meşruiyet atıfları ile destek oldukları ‘dik sürünenler’ o ahaliyi de peşi sıra sürüklemekte, yerlerde süründürmektedir. Alan razı, veren razı; Allah’ın razı olup olmayacağı ise hesaba katılmıyor. Sadece algılar, zan ve kuruntular, heva hevesin dürtüleri, çıkarlar, ehven zehapları, yanlış mukayeseler, ölüm korkusundan sıtmaya razı oluşlar bu süreçleri ilzam ediyor. Sonuçlar sebeplere göre tahakkuk ediyor! Aynı şeyleri yapıp durup başka sonuçlar beklemek akla ziyan bir durumdur.

Misalen, anlatılan bir kıssadır, Yavuz Sultan Selim öldüğünde hocalarının farklı konularda kendine verdikleri meşruiyet, cevaz fetvalarının da kendisiyle gömülmesini vasiyet etmiş ya, şimdilerde de devletlular herhalde farklı kurumsal cevazların yanında ahalinin farklı periyotlarda kendilerine verdikleri ‘açık çek’ benzeri, sınırsız, sorgusuz sualsiz oy pusulalarının kendileri ile gömülmelerini vasiyet edeceklerdir! Bu onları kurtarmayacağı gibi bu yetkiyi her ne bahasına olsun veren ahaliyi de hiç kurtarmayacak, bir mazeretleri de olmayacaktır. Zira tüm yapıp edilenler ‘fifti fifti’, alanı da, vereni de aynıyla yükümlü kılacaktır. Burada oranın iki kesimden diğeri leh veya aleyhine değişmesi, bozulması da neticeyi değiştirmemektedir, takdir edersiniz…

Gazze ve memleket sevk ve idaresine dair bu örnekler hayatın her an ve mekanında çeşitlendirilebilir malumunuz. Evde, işte, sokakta, vakıfta-dernekte, camide, cemiyette, kurum ve kuruluşlarda, bölgede-kıtada, hasılı tüm dünya iş ve işleyişinde bu ‘yürüyenler ve sürünenler’ ikilemine dair bolca örnek serdedilebilir. Hemen herkes kendi şahitliği ölçeği ve çerçevesinde bu tür örneklere çok kez şahit olmuştur, olmaktadır. Bundan sonra da olacağını söylemek bir kehanet sayılmamalıdır. Hepimiz cürmümüz kadar bir sorumluluk içindeyiz; imkan ve şerait bir tarafa imtihanın doğası da bu! Rabbimiz kimseye gücünün üstünde bir yük yüklemediğini beyan ettiğine göre ve fakat nimetlerden de hesaba çekileceğimizi beyan ettiğine göre, herkes hesabını tutturmaya çalışmalıdır. Bu arada yürüyenleri mi, sürünenleri mi emsal alacağına da kendisi karar verecektir, yakın ve uzak sonuçlarına katlanmayı da göze alarak. Burada hesap etsin, etmesin! Allah akıl fikir vermiş, zararın neresinden dönülürse kâr denilmiş, tövbe kapıları -bilmeden, kasıtsız ve tekrarsız olanları için- sonuna kadar açık bırakılmış o zaman geriye ne kalıyor, kişisel sorumluluktan başka!? Burada şunu eklemeliyiz ki bizler işin kişisel olanlarından ziyade ve öncelikle toplu, kitlesel ve bir cemiyeti etkileyecek bir grup yönelimi halinde olanları, kalıcı tercih ve temayülleri kast ediyor, dikkatlerinize sunuyoruz.

İnsan duygu, düşünce ve duruşuyla, bilgi ve bilinciyle, tahkiki imanıyla, olanca takvasıyla, ahlakı ve samimiyeti ile, vahye/Allah’a ram oluşuyla, selim bir akıl ve kalp ile ve bunlardan neş’et eden salih amelleriyle Allah’ın boyası ile boyanmış, istenen ve beklenen bir ubudiyeti kavramış, istikamet üzere (sırat-ı müstakim/nimet verilenlerin yolu/sıddıklar, salihler, şahitler, resuller yolu…) bir yöne girmiş, çeldiricileri (şeytan ve avanesinin/ins ve cinden) ve tuzakları fark eden, bile bile hata işlemeyip bunda ısrar da etmeyen, tövbe kendini düzelten afv ve mağfirete sığınan davasının eri, özü gür (bilgi-bilinç-şuur içinde) mü’min ve muvahhid biri olur ve her bedeli göze alarak, yalnız Allah’ı razı edecek bir niyetlilikle tutarlılık kesbeder. Ayağı sabitlenir! Sendeler belki ve fakat yalpalamaz! ‘Kesilir belki ve fakat eğmeye gelmez boynum!’ diyen Akif gibi davasının sadakatinde şek ve şüphe göstermeyeceği gibi N. Fazıl’ın dediği şekliyle ‘Kim var? denilince, sağa sola bakmadan ‘Ben varım!’ diye dikilir! Diridir, davası için diklenir de! Dilenmez, pazarlık etmez, eklektikliğe ve ikircikliğe düşmez! Maske-peruk takmaz! Rengi bellidir; makyaj da yapmaz! Daima dininin gereği bir meşguliyettedir, aksiyonu elden bırakmaz, reaksiyoner değildir! Dininin asıl ve yüce olduğunu, izzet ve şerefin tamamıyla onda içkin olduğunu bilir; başka yerlerde keramet arama zilletine düşmez! O din ki hiçbir beşeri ideolojiye ne muhalif, ne karşıt, ne de muarızdır; o başlı başına haktır, hakikattir, tastamamdır, ontoloji ve epistemolojisiyle yegane güç ve kudret sahibi, aşkın olan Rabbimize aittir, kıyası kabil değildir! Ahireti bedel bilen için dünyada pazarlığa değer, tavizi gerektirir ne ola ki!? Asıl hükmün ve emrin, yaşatma ve eceli tayin gücünün tek sahibi olana kul olmak varken O’nun (cc) dûnunda, alt ve astında başka ne aranır da bulunabilir ki!? O bulduk zannedilenlerden insanlara nasıl bir hak ve adalet çıkar ki!? Bu, mümkün müdür!? İşte meselenin bam teli budur; iman ve inkar meselesi… Arada ‘münafıklık’ kalır ki o da ‘aşağıların en aşağısı’ durumun ta kendisidir!

Elbette muradımız anlaşılmış olsa gerek; yoksa, ‘yürümek ve sürünmek’ diğer açıdan ele alındığında tam tersi vurgular da, sonuçlar da gerektirebilir. Yani, ‘sürünüyor’ denilenler hak ve hakikatin mümessilleri olabileceği, selam yurduna erebilecekleri gibi, ‘yürüyor’ bilinen/görünenler, hatta ‘koşanlar’ da batılın yareni ve yardımcısı, müntesibi, elemanı olarak dar-ı cehennemi boylayabilirler. Burada form kadar, yukarıda zikredilen normlar öncelikli ve önemlidir hasılı…

Niyet ve amel bütünlüğü… Bu niyet ve amellerin murad-ı ilahiye uygunluğu… Kitap ve sahih sünnetten cevaz alması… Ubudiyet bilinci içinde halis niyet ve salih ameller…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *