“Her şey açık ve net. İçinde bulunduğumuz zilletten kurtulabilmemizin tek çaresi öncelikle Allah’a kulluğa geri dönmek. İçine düştüğümüz zilletten kurtulabilmemizin ilk şartı budur. Sonrasında ise seküler bir yaşamı bize dayatan akıl ve düşünce iş birliğinden kurtulmaktır.”
Prof. Dr. Saim Kayadibi / Her Taraf
Tarihten ders alabilen milletler ancak varlıklarını sürdürebilirler. Geçmiş ile gelecek aslında bir bakıma birbirinden ayrılmaz köprünün iki ayağı gibidir. Geleceğe sağlam adımlarla ilerleyebilmek için köprünün her iki ayağının da sağlam inşa edilmesi birbiri ile irtibatlı olması gerekir. Köprünün başında yaşanmış tecrübelerle, diğer bir ifade ile geçmişten edinilen tecrübelerle, ancak köprünün karşı tarafına geçilebilir. Tarih şuuru bir bakıma geleceğe olan ilerleyişin şuurudur diyebiliriz. Geleceğin sağlam dizayn edilebilmesi geçmişte tecrübe edinilenlerden ders alınarak ancak sağlanabilir.
Bu hakikat insanla ilgili olan her şey için geçerlidir. Devletler de geçmişte yaşanılan tecrübelerin ışığında geleceğini inşa edebileceklerine göre devletlerin aşvai, gelişigüzel kararlarla hareket etmesi beklenemez. Türkiye gibi iki bin yıllık tarihi olan bir ülkenin alacağı kararlar da bu minvalde olacağı düşünülmelidir. Devlet aklı bunu gerektirir. Bu yüzden, çoğu zaman devletin aldığı kararlar halkın çoğunluğu tarafından anlaşılmayabilir. Hatta kendini aydın olarak kabul eden kimi çevreler tarafından bile anlaşılmak şöyle dursun vakıayı anlamak için gayret sarfetme nezaketini bile göstermedikleri görülür. Emri evvel, devletin alacağı kararların hikmetini düşünmeli, tarihin ışında bu kararlar anlaşılmaya çalışılmalıdır.
Hele neredeyse bütün medeniyetlerin neşvünema bulup harmanlandığı Anadolu topraklarında varlık mücadelesi veren devletimizin çok daha derin tecrübelerle hareket edeceği bilinmelidir. Neredeyse bir buçuk asırdır fetret devresinde olan Türkiye’nin yeni başlattığı tarih şuuruna uygun atılımları birçok düşmanının uykularını kaçırdığı su götürmez bir gerçektir.
Tarih boyunca dünya hakimiyetini elde etmiş bir millet olarak atılacak her bir adımın titizlikle atılması, geçmiş ile gelecek arasında kurulacak köprünün varlığıyla ancak geleceğe yürünebileceği gerçeğinin devlet aklı tarafından bilindiği konusunda kuşkumuz yok. Tarih sahnesinde sağlam adımlarla ilerlemesini sürdüren milletlerin düşmanlarının olması zaten kaçınılmaz bir gerçektir.
Bu hakikati sadece şimdilere indirgemek yanlış olur. Ferasetle alınan bir karar, ülkenin geleceğine yeni çağlar açtırabilir. Bizlere düşen meselelere Müslüman gözüyle yaklaşmak, Kur’an’ın ve Peygamber Efendimizin (sav) öğretileri ile gelişmeleri anlamaya çalışmak olmalıdır.
Doğru yolda olan, doğru işler yapan her insanın en az bir de düşmanının olacağı gerçeği unutulmamalıdır. Bu gerçek ta insanın yaratılışından beri var olan bir gerçektir. Aslolan hangi tarafta yer aldığımızdır. Hakikati ve yaratılıştan gelen fıtratı temsil eden Adem’in yanında mı, kindarlığı ve kötülüğü temsil eden İblis’in yanında mı? yer aldığımızdır.
Yukarıda bahsettiğimiz tezimizin tersine tarihten ders alamayan kavimler kaçınılmaz yok oluşlarla yüzleşmek zorunda kalırlar. Kur’an kıssalarının neredeyse üçte ikisi bu tecrübelerden oluşur. İnsan ders alabildiği ölçüde bu dünyada varlığını pekiştirir, öbür dünyaya da gönül huzuru ile ilerler.
Bu ilerleyişin sürdürülebilmesi millet olarak birlik ve beraberliğimizin tecessüm edilmesi ile mümkündür. Farklılıklarını bir zenginlik olarak görüp, çok kültürlülüğü, çok dilliliği problem olarak görmekten ziyade üst kimliğin bir parçası olarak hoş görü içerisinde yaşamayı başarabilmek gerekir. Bu zenginliği toplumsal, siyasi ve iktisadi açıdan bir kalkınma modeline dönüştürebildiğimiz oranda güç merkezi haline geliriz.
“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık,”[1] Ayeti kerimede de ifade edildiği gibi farklı kültür ve dillerde, ırklarda yaratılmamızın asıl nedeni birbirimizle tanışıp iyi işler yapmamız içindir.
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın.”[2] Ayetinin hikmetini düstur edinebilmemiz gerekir. Öncelikle kendi içimizde bütünlüğümüzü sağlamalıyız. Bir toplumun en küçük yapısı olan aileden başlanılmalı. Daha sonra şehirlerimizi ve şehirlerimizi oluşturan ırki, mezhebi ve kültürel farklılığımızı oluşturan milletimizi zenginliğimizin bir parçası haline getirip vatan birliği şuurunu içselleştirmeliyiz. Daha sonra İslam İş birliği teşkilatının her bir üyesinin farklılığını zenginliğimizin bir parçası görerek yek vücut olabilme ferasetiyle hareket etmeliyiz.
Vatanı olmayanın neyi vardır ki zaten!
Avrupalılar uzun yıllar süren savaşların ardından birlik ve beraberliklerini gerçekleştirmişler. Daha yeni denebilecek yakın tarihlerine baktığımız zaman Avrupalıların birbirlerini nasıl kesip boğazladıklarını görebiliriz. Oysa aralarındaki tarihten gelen düşmanlıklarını bir kenara bırakıp, dil, mezhep, kültür ve ırk ayrımının üzerini kapatıp ortak değerler etrafında birleştiklerini Avrupa Birliğini nasıl inşa ettiklerini görebiliriz.
Onlar menfaat için birliklerini gerçekleştirmişler. Farklılıklarının bir zenginlik ve güç potansiyeli olduğunu fark edip dünyanın güç merkezi haline gelmişler. Oysa kendi aralarında tarihten gelen kapanmaz yaraları olan düşmanlıklarla dolu oldukları bir gerçektir. Eğer bunlar farklılıklarına odaklansalar, tarihi düşmanlıklarını gündemde tutsalar zayıf ve güçsüz duruma düştükleri kalmazmış gibi fakirlik ve yoksullukla boğuşmaya devam eder, 300 yıl savaşlarına, 30 yıl savaşlarına devam eder dururlardı.
Avrupalılar kendi birlik ve beraberliklerini sağlamışlar. Bizler ise içimize sızmış gizli açık düşmanlar yüzünden birlik ve beraberliğimizi gerçekleştiremiyoruz. Birlik ve beraberliğimizi sağlayamadığımız için Filistin’de uygulanan insanlığın yüz karası soykırıma karşı çaresiz durumdayız. Filistinli kardeşlerimiz zavallı çobansız koyunlar gibi ortalıkta sırtlanların pençeleri altında her gün telef olmaktalar. 57 ülkeden oluşan İslam İş birliği Teşkilatı nerede diye sormak istemiyorum. Zaten hepsi kendi derdine düşmüş koyunlar gibiler. Zalimlerle baş edebilmek için İslam İş birliği Teşkilatı’nın her bir üyesinin yekvücut hareket edebilmesine ihtiyaç vardır.
Bu hakikat bize “Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Ve birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider.”[3] ayeti ile açıkça bildirilmektedir.
İslam İş birliği Teşkilatı üyesi ülkelerin onurlu bir şekilde yer yüzünde varlıklarını devam ettirebilmeleri Allah’ın istediği şekilde kulluk görevlerini yerine getirmeleri ile ancak gerçekleşebilir. Bu konu Kur’an’da açıkça şu şekilde ifadesini bulmaktadır. “Allah, içinizden iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde hâkimiyet verecek, onlar için hoşnutluğuna vesile kıldığı dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, şu andaki korkularını güvenliğe çevirecektir; çünkü onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk etmektedirler. Bütün bunlardan sonra kim inkâra saparsa yoldan çıkmış kimseler işte bunlardır.”[4]
Her şey açık ve net. İçinde bulunduğumuz zilletten kurtulabilmemizin tek çaresi öncelikle Allah’a kulluğa geri dönmek. İçine düştüğümüz zilletten kurtulabilmemizin ilk şartı budur. Sonrasında ise seküler bir yaşamı bize dayatan akıl ve düşünce iş birliğinden kurtulmak. Dünyevileşen akıl ve düşüncelerimiz vahyin öğretileri ile arındırılabilirse ancak kurtulabiliriz. Tarihte yaşanılan tecrübelerden ders alıp varoluş mücadelemizde başarılı olabilmemiz bu hakikatin künhüne vakıf olmamızla mümkün olabileceği kanaatindeyim.
Vesselam.
[1] Kur’an, Hucurât Suresi: 49/13.
[2] Kur’an, Âl-i İmrân Suresi: 3/103.
[3] Kur’an, Enfâl Suresi: 8/46.
[4] Kur’an, Nûr Suresi 24/55.
Prof. Dr. Saim Kayadibi, Marmara Üniversitesi İslam Ekonomisi ve Finansı Enstitüsü (MÜİSEF)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *