Peş peşe yaşanan olayları yorumlayan gazeteci Mehmet A. Kancı, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) başını çektiği G-7 ülkeleri ile İsrail’in, Soğuk Savaş döneminde ve bu dönemin sona ermesinin ardından imzalanan, uluslararası konjonktürde dengeyi sağlayan anlaşmaları da ortadan kaldırma yolunda sistematik ve örtülü bir çaba içerisinde olduklarını belirtiyor.
Mehmet A. Kancı, bu süreci AA için kaleme aldığı yazısında şöyle yorumluyor:
2011 yılındaki Suriye iç savaşı, 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhakı, 2022 yılı itibarıyla yeniden alevlenen Rusya-Ukrayna savaşı, 2023 Nisan ayında Sudan’da başlayan iç savaş ve 2023 yılının ekim ayında İsrail’in Gazze’ye başlattığı saldırı. Bu olaylar zinciri yalnızca Birleşmiş Milletler (BM) başta olmak üzere uluslararası kuruluşların iflasının belgesi olmakla kalmıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) başını çektiği G-7 ülkeleri ile İsrail’in, Soğuk Savaş döneminde ve bu dönemin sona ermesinin ardından imzalanan, uluslararası konjonktürde dengeyi sağlayan anlaşmaları da ortadan kaldırma yolunda sistematik ve örtülü bir çaba içerisinde oldukları da artık ortada. Görünen o ki bu ülkeler, uluslararası topluma haber verme gereği duymadan Filistin’de iki devletli çözümü ortadan kaldıracak adımları çoktan kararlaştırdılar.
Bugün Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da Filistin toplumunu yerinden ederek parçalayan gelişmeler yalnızca BM’nin bölgeyle ilgili aldığı tüm kararları yıllardır alışılageldiği şekilde çiğnemekle kalmıyor. Bizzat ABD’nin arabulucusu olduğu 1978 Camp David ve 1992-1995 yıllarında imzalanan Oslo Anlaşmaları’nın da artık bir hükmü kalmadı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun 24 Temmuz Perşembe günü ABD Kongresi’nde yaptığı konuşma sırasında ortaya çıkan manzara, Camp David Anlaşması’nın mimarı Jimmy Carter ile Oslo Anlaşmaları’nın mimarı Bill Clinton’ın mirasları ile bu anlaşmalar vesilesiyle Filistinli ve İsrailli liderlerin aldığı Nobel Barış Ödülleri’nin de çöpe gittiğini ortaya koydu.
Netanyahu’nun fütursuzca sıraladığı, Gazze’de sivilleri öldürmediklerine dair yalanların 79 defa ABD’li senatörler ve Temsilciler Meclisi üyeleri tarafından alkışlanması, ABD siyasetinin ve diplomasisinin İsrail’in belirlediği bir sürecin peşinde sürüklendiğini ispatlıyor. Bir de buna İsrail’in başkentini Kudüs olarak tanıyan ve Golan Tepeleri’nin ilhakını kabul eden Donald Trump’ın yeniden Beyaz Saray’a seçilme ihtimalini ekleyecek olursak, Filistin’de iki devletli çözümün bir daha geri gelmemek üzere 2025 yılından itibaren gündemden çıkacağını ifade edebiliriz.
İran ve vekillerine karşı İsrail-CENTCOM liderliğinde kurulan konsensüs
İsrail medyasını geriye doğru taradığımızda 2019 yılı itibarıyla yine o dönemin Başbakanı olan Netanyahu’nun Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün ile Yemen’deki İran destekli Husilerin yarattığı tehditle mücadele etmek için bir konsensüs oluşturduğu anlaşılıyor. Bu konsensüs günümüzde Amerika Birleşik Devletleri Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) koordinasyonunda bir askeri müdahale yapısı haline dönüşmüş vaziyette. İsrail’e yeşil ışık yakan bölge ülkeleri, doğrudan İran topraklarını hedef almaması kaydıyla İsrail’in, İran’ın tüm vekil örgütlerini vurması için hava sahalarını açıyor, istihbarat ve lojistik destek sağlıyor. Buna karşılık İsrail’e yönelik bir saldırı söz konusu olduğunda ise aynı ülkeler hava sahalarından geçen füze ve kamikaze dronları imha etmek için topraklarında bulunan ABD-İngiltere-Fransa üçlüsünün tüm imkanlarının devreye girmesine razı oluyorlar. Bu denklem neticesinde İran’ın vekil örgütlerinin yarattığı tehditten kurtulmak uğruna, Arap dünyasının Filistin davasından ya da en azından Gazze halkından vazgeçtiği sonucu çıkıyor.
Arap dünyasındaki kırılma 1975’te başladı
Arap dünyasındaki bu kırılmanın kökenlerini anlamak için 1975 yılına dönmek gerekiyor. 1964-1975 yılları arasında Suudi Arabistan’ı yöneten Kral Faysal bin Abdülaziz Al Suud Filistin davasının gerçek bir hamisiydi ve Filistin özgürlük hareketine destek verme meselesini Sovyetler Birliği tarafından desteklenen milliyetçi Baas partisinin tekeline bırakmamıştı. 1973 Arap-İsrail Savaşı’nın ardından, Arap ordularının İsrail’e ve onun destekçisi ABD’ye vuramadıkları darbeyi, Kral Faysal öncülüğündeki Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü OPEC vurdu. Batı dünyasına uygulanan petrol ambargosu ile ham petrolün varil fiyatının 3 dolardan 12 dolara yükselmesi, savaş alanındaki en güçlü silahlardan daha fazla etki yaptı. Günümüzde Veliaht Prens Selman’ın Suudi Arabistan’ın sosyal ve ekonomik hayatında gerçekleştirdiği reformların öncülerini gündeme getiren Kral Faysal, petrol ambargosu ve İsrail’e uygulanan baskıdaki lider pozisyonunun bedelini 25 Mart 1975’te üvey kardeşinin oğlu Faysal bin Müsaid tarafından öldürülerek ödedi. Faysal bin Müsaid, 1966-1971 yılları arasında ABD’de eğitim görmüş ve bu esnada uyuşturucu kullanma suçlamasıyla tutuklanmıştı. Bin Müsaid eğitimini tamamladıktan sonra önce Lübnan’a ardından Demokratik Almanya’ya gitti. Ülkesine dönüşünde ise karmaşık ilişkileri nedeniyle pasaportuna el konuldu ancak Riyad Üniversitesi’nde akademisyen olarak çalışmasına izin verildi. Faysal bin Müsaid’in ailesi aynı zamanda Suudi Arabistan’da televizyon yayınlarının başlaması dahil reform hareketlerine karşı çıkan kesimlerin önderliğini yapmaktaydı. Kral Faysal’ı öldüren Faysal bin Müsaid’in eyleminin planlı olduğu tespit edilse de gerçek amacı net olarak ortaya konmadı. Ancak o tarihten sonra Filistin lideri Yaser Arafat’ın karargahındaki kuşatmanın ardından Fransa’daki bir askeri hastanede, zehirlenme iddiaları reddedilmiş olmakla beraber, şüpheli şekilde ölümüne, Filistin davasının savunucuları Muammer Kaddafi, Enver Sedat ve Saddam Hüseyin’in akıbetlerine bakacak olursak, iki devletli çözüm girişiminin ve Birleşmiş Milletler’in bu yöndeki kararlarının uygulanamayacak hale getirilmesi için 49 yıldır yürüyen bir planın son safhalarına ulaştığımızı söyleyebiliriz.
Filistin’de iki devletli çözümü yok etmenin eşiğindeler
Peki ABD’nin iki devletli çözümü tamamen devreden çıkaracak İsrail politikalarına destek vermesi, Batı Şeria’yı da kapsayacak bir çatışmanın başlangıcı olabilir mi? Bu sorunun yanıtını ararken, İsrail’in Gazze’deki 2 milyon insan üzerinde 9 aydır devam ettirdiği sınırsız şiddeti durduracak bir uluslararası inisiyatifin ortaya çıkmadığını unutmamak gerekir. Halihazırda rahatça yutulmak üzere parçalara ayrılmış Batı Şeria’da yaşayan 3 milyondan fazla Filistinliye karşı İsrail’in benzer bir katliam ve zorunlu göç planını yürürlüğe koymasını kim engelleyebilir? Bu tür bir planın Netanyahu’nun masasının üzerinde olduğundan şüphe duymak için de artık çok geç. Türkiye’nin 9 aydır sürdürdüğü çabalara rağmen Arap ve İslam dünyasının İsrail üzerinde gerçekçi bir baskı oluşturacak yol ve yöntemleri geliştirememesi gidişatı belirleyici unsurlardan. Nisan ayında İran ve vekil örgütlerinin İsrail’i hedef alan füze ve kamikaze dron saldırıları ile 20 Temmuz’da İsrail’in Yemen’in Hudeyde limanına düzenlediği saldırı sırasında ortaya çıkan tablodan alınması gereken bir ders var.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *