“Biz Müslümanlar, mescidle evi, ziraatla siyaseti, mahkeme ile medreseyi bir arada tutan bir dinin mensuplarıyız. Dinimiz hayatı bütünüyle kuşatmış bir dindir. Firavunlara, tağutlara terk edeceğimiz miskali zerre kadar bir hayat alanımız yoktur.”
Yeni Akit yazarı Mustafa Çelik, “Dinin sırtından geçinenlerle dini sırtında taşıyanlar hiç bir olur mu?” başlıklı yazısında, İslam dünyasında yaygın bir hastalığa dikkat çekti. “Dinin sırtından geçinenler, günahlara sevdalanmış olanlardır.” vurgusunda bulunan Çelik, “Dinini satan seni satmaz mı?” diye sordu.
Konuya ilişkin bazı ayetleri de hatırlatan Çelik, “Allah yolunda istikrarlı olmak, istikamet üzere müstakim olmayı gerektirir.” vurgusunda bulundu.
Mustafa Çelik’in yazısı şöyle:
Allah’ın arzında dinin ortaya koyduğu evrensel değerler ve iyilik yolunda gayret göstermesi gereken insanın, dini kendi hizmetinde kullanmaya başlayarak güç ve menfaat devşirmesi, dinin sırtından geçinmesidir. Dinin insanlar üzerindeki etkisini kendi lehine kullanmak, dinin sırtından geçinmektir.
Din, işimizi zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için geldi. Din, insanları firavunların esaretinden kurtarıp Allah’a kul etmeye geldi. Bu dünyada esas olan kendi saltanatımızı değil, dinin saltanatını kurmaktır. Yani Allah’ın dinini hayatın yegâne amir otoritesi haline getirmektir. Dindarlık iddiasında bulunmakla beraber Allah’tan gelmiş olan dinin ferd, aile, cemiyet ve devlet seviyesinde beşikten mezara kadar hayatı bağlayan yegâne otorite haline gelmesi için çalışmayanlar, dinin sırtından geçinenlerdir.
Dinin sırtından geçinenler, günahlara sevdalanmış olanlardır. Şunu bilelim ki; günahlar mü’min kalbe ağır gelir. Günahlar yüklenilmişse ulema bile haksızlığın karşısında sağır gelir. Her mü’min kendi günahını bilir. Kişi yaşıyorsa imandan habersiz, günahların pençesinde kalır kimsesiz!
“Ve onlar gibi olmayın ki Allah’ı unutmuşlardır da Allah da onlara kendilerini unutturmuştur, onlar yoldan çıkmış kimselerdir.” (Haşr Sûresi/ 19)
İmandan habersiz yaşamak, dini satmayı, dindarlara taş atmayı beraberinde getirir. Dini satmak, Allah’ı unutmak, dolayısıyla kendini unutmakla cezalandırılmaktır. Bu cezaya müstahak olanlar nasıl bir aldanış içinde olduklarının çok zaman farkında değillerdir. Bu satın almanın psikolojisini hevâ ve heves; sosyolojisini makam, mevki, statü ve sınıf; ekonomisini ise hayat tarzı tercihi belirler.
Dinini satan seni satmaz mı? Makamı mevkii görünce dini bir kenara atıp yere yatmaz mı? Dünya bir pazardır. Burada herkes her gün nefsini satışa çıkarır; öyle ya da böyle bir fiyata razı olur. Kimi aldığı fiyatla kendini kurtarır, kimi ise israf olur. İnsanlar acaibdirler; bazıları yalan olur, bazıları yılan olur, çok nadir de olsa şu yalan dünyada Âdem gibi kalan olur!
Rabbimizin buyurduğu üzere dileyen iman eder dileyen de etmez, ama etmeyenlerin keyfi için dinin ahkâmı değiştirilemez. Abd, kul, Efendisinin iradesine uyan kimse demektir. Allah’a kul olan kendi nefsanî iradesini bırakır da Rabbinin iradesine uyar. Kişinin dinini satışa çıkarması kadar aşağılık bir durum yoktur. Nitekim İmam Malik’e, “aşağılık herif kimdir?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Dinini sermaye yapıp yiyen kimsedir.”
Dinin sırtından geçinenler, dinlerini satışa koyanlardır. Onlar şu âyette ifadesini bulanlardır. “İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.” (Bakara Sûresi/16)
Allah yolunda istikrarlı olmak, istikamet üzere müstakim olmayı gerektirir. İnsandaki, bazen hakikati gizlemek, bazen onu eğip bükerek olduğundan farklı bir şekilde ifade ederek Hak’tan sapmak, insanın ya bizzat kendi içindeki bir zaaftan veya dışarıdaki bir tesirden kaynaklanır. İçteki zaaf mal, mevkî, haksız itibar düşkünlüğü olurken, dıştaki tesir de, korku, bir şeyleri kaybetme endişesi olabilir. Bütün bu zaaflara karşı sığınak ise “Emrolunduğun gibi istikamet üzere/dosdoğru ol” (Hud Sûresi/111) emr-i ilâhisidir. Kur’ân’a iman edip Kur’ân’a hizmeti başkasına havale edenler, istikametsiz kalmış kimselerdir. Ashâb-ı Kiram’a mahsus Kur’an yoktur, Kur’an hepimizin Kur’an’ıdır. Hepimiz sahâbe-i kiramın izinde giderek ashâb gibi Kur’ân’a hizmet etmekle mükellefiz.
Biz Müslümanlar, mescidle evi, ziraatla siyaseti, mahkeme ile medreseyi bir arada tutan bir dinin mensuplarıyız. Dinimiz hayatı bütünüyle kuşatmış bir dindir. Firavunlara, tağutlara terk edeceğimiz miskali zerre kadar bir hayat alanımız yoktur. Dinimizin boş bıraktığı, bizden hizmet istemediği hayatımızın hiçbir karesi ve kademesi yoktur. Dine hizmet konusunda bizim için her yer cephe, ihsan makamını hedefleyerek ihlas üzere işlenen her amel cihaddır.
Cennete girmenin bedeli imansa, o bedeli hazırladığını söyleyen herkes dini sırtında taşımakla görevlidir. Ashâb-ı kiram, dini sırtında taşımak için uzmanlık aramadılar ihlası yeterli gördüler. Ashâb-ı kiram; dinleri için yapabilecekleri bir işin muhakkak bulunduğuna inandılar. Kadınları da öyle inandı erkekleri de. Hiçbir iş yapamayacak bir zenci kadın, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mescidini süpürmeyi düşündü. Dini için verebileceği bir şeyi olmadığını gören dul bir kadın, on yaşında biricik yavrusunu Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme hizmetçi olarak verdi. Din için almak değil vermek düsturlarıydı. Onlar, günah sofrasından ayrılıp gönül dergâhında buluşmuşlardı.
Günah sofrasından ayrılmayanın, gönül dergâhında gözü olur mu? Allah muhabbetiyle yoğrulmayanın O’na naz etmeye yüzü olur mu?
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *