Beşeri kanunlarda bile üst yargı, anayasa tartışılmaz ve tek otorite iken nasıl olur da Allah’ın dini söz konusu olduğunda bir şirket edasıyla, kurullar, sınıflar, ekoller, kaynaklar iddiasında bulunulabilir?!
Kaynak Sorunu
Bakınız direkt söylüyorum, evirip çevirmeden söylüyorum, apaçık söylüyorum, zannı galibimin, ötesinde bilgimin, imanımın gereği olarak söylüyorum, net olarak söylüyorum, kestirmeden ve fakat sonuçlarını kestirerek söylüyorum, herkese, her kesime söylüyorum, güzelce söylüyorum, ‘tercih sizin’ diyerek söylüyorum, sorumluluğumun gereği olarak söylüyorum, ‘belki fayda verir’ diye söylüyorum, kendi hesabımı kolaylamak adına söylüyorum, aynı kanaatte olanlarla bir ve beraber olabilmek adına söylüyorum, emri bil ma’ruf gereği söylüyorum, kula kulluktan kurtulmak/kurtarmak adına söylüyorum, aklı olanlara söylüyorum, derdi davası olanlara söylüyorum, gözü, kulağı ve kalbi açık olanlara söylüyorum, ‘endişesi’ olanlara söylüyorum, Allah’ın hakkını teslim etmek adına ve resulünü doğru anlayıp hakiki yerine yerleştirmek için söylüyorum, iletilmiş dinin gereği olarak ve üretilen dinin eklemelerinden, eksiltmelerinden kurtulmak için söylüyorum, bu vb. şekillerde uzatılabilecek kaygılarla söylüyorum ki, bu dinin ‘tek kaynağı’; Kur’andır.
Buradaki, ‘tek’ ifadesinin ‘öküz altında buzağı aramak’ çabasının, kastının kötü(ye) yorma iğvasına, ifsadına rağmen; ana/asıl/öncelikli/şeksiz ve şüphesiz/tartışmasız/ontolojik aşkınlık ve kıyası kabil olmamak anlamına geldiği aklı olana, fikri olana, anlamak kaygısı güdene ‘sivrisinek saz’ kabilinden izahtan vareste olduğu aşikardır. Kur’an ana kaynaktır, evet bu hakikaten, hakikat gereği, kesinlikle böyledir. Evet, ama yetmez; Kur’an yegâne/tek kaynaktır. Sünnetten de kurucu örneklik olarak elbette istifade edeceğiz, lakin sünnet ve özellikle ‘hadis’ olguları ikincil derecede kalmak ve Kur’ana göre değerlendirilmek durumundadırlar. Yoksa bırakınız müslümanım diyenlerin müktesebatına müracaat etmeyi, bizler mesela trafik kurallarının uyarlanması ve uygulanmasında gayri müslim bir veriye de pekâlâ müracaat edebiliriz, ederiz de. Burada yine asıl olanın ‘itikadi alan’ olduğu hatırlanmalı, bilinmelidir. Kastımızın dinin ana omurgası ve fikriyatı anlamında okunması gerekmektedir.
Olgunun tespiti, algının ikamesi adına bu böyle olmak zorundadır. Dinin sahibini bilip ona teslimiyetimizin, O’nu hakkıyla takdir edebilmenin gereği olarak bu böyledir. Ontolojik kıyas imkansızlığı, aşkınlık açısından böyledir…
Zaid ve fasid bir teşbih olmazsa meseleyi şöyle örnekleyebiliriz; hali hazırdaki devlet/sistem/rejim organizasyonlarında bir ‘anayasa’ formu ve bunu dûnunda/altında ‘yasa, yönetmelik, tüzük ve yönergeler’ sıralanmaktadır. Bazı hallerde ‘khk’ ile bypass gereği doğmaktadır! Şimdi düşünün; ‘anayasa’ ile diğerlerinin durumunu, niteliğini, etki ve kapsamını… Şu bypass olayındaki niyet, içerik ve nitelik farkı olsa da konumuzla ilgili benzerliği…
Sair söylemler ve algılar hakikati örtmek, ötelemek ve kaynatıp buharlaştırmak anlamına gelmektedir. En azından bir kavram ve anlam kargaşası meydana getirmekte ve de ‘sınırsız, sorumsuzca’ bir kapı aralanmaktadır. Buradan da ‘araklamalar’ ve ‘kitabına uydurucu’ müdahaleler olası hale gelmekte, ‘ne olsa geçer’ anlamında bir açık alan oluşmaktadır. Bir panteon tarzında, hükümler hiyerarşisinin ötesinde, karmaşa ve çelişki ikamesi, suyun bulandırılması, dinin keyfe keder yorumlanıp algılanması, tüketilmesi, beşeri kayguların öne çıkarılması ve keyfe keder uygulanabilmesi anlamına gelecektir bu müdahale… Hakikati ters yüz etmek, sıralamayı tersine döndürmekle sonuçlanacaktır ve öyle de olmuştur. Kaynaklar; Kur’an, sünnet/hadis, icma ve kıyas olarak sabitlenince zorunlu sonuç olarak en kestirme ve işe gelen, kitabına uydurulan sözde çözümler bulunup uydurularak, bunlara uyulmuştur. Dahası bu bulunup uydurulanlar dogmalaştırılarak dondurulmuş, ilelebed dolma gibi yut(turul)mak neticesini doğurmuştur. Kitle uyulup uyuşturulmuştur! Bu dörtlü tasnif minareyi aparanların elinde, el çabukluğu marifet tarzında ‘kılıf’ işlevi görmüştür, görmektedir. İşi bir kıyasa, bir fetvaya bağladın mı tamam; her yol angara! Minareyi çalanlar, ictihad kapısını da kapatıp anahtarını gömerek veya suya atarak kitleye mecburi istikamet tayin etmişlerdir. Bu da adına ‘din adamı/sınıfı’ denilemese de bir ‘müracaat mercii’, son söz sahibi, otorite nitelemesiyle, tiplemesiyle karşı karşıya bırakmıştır ahaliyi! Kimse kabul etmese de, başını kuma gömüp dokunulmazlık şemsiyesiyle görünmez hale geliyorum sansa da, işine gelince deve, gelmeyince kuş rollerine bürünse de akıbet aynı; kula kulluk sistemine kapı aralamak!
Siz istediğiniz kadar ‘iyi niyet’ mazereti sunun, istediğiniz kadar ‘Sizin anladığınız gibi değil!’ deyin, ‘ulema/alim’ deyin, ‘Kulların açıklamaya ihtiyacı var!’ deyin, ne derseniz deyin; değmez;, yemezler! Sonuç aynı kapıya çıkacaktır! İnsanlar akıllarıyla diğer mahlûkattan ayrıldıklarını söyleyip zannedip durularken, sizin ağzınıza, fetvanıza, adamına, ihtiyaca, zemine uygun(!), ‘size göre’, keyfi ve indî, ıskat amaçlı önerilerinize bakacak, onunla iktifa edecek, tatmin olacaktır! Bu görüşünüzün görünüşte isabet etmesiyle sakat olması arasında bir fark da pek yoktur. Neticede, ta başta mantık, algı sakattır! Algı sakat olunca, bakış da, duruş da, olgu da, çıkarılacak sonuç da yanlış olacaktır doğal, zorunlu olarak!
Bu dinin tek sahibi, ilahı, rabbi, yaratıp emredeni, şirki/ortaklığı kabul etmeyen şarisi, helali haramı beyan eden, elçiler seçip vahyiyle uyaran, hesaba çekecek olan, şefaatin ve hesap gününün de tek sahibi/maliki, ödülü/cenneti de cezayı/cehennemi de kulunun iman, amel ve sa’yine binaen takdir edecek olan, sıratı müstakimi ve orada yol almanın şartlarını, yol ve yöntemini beyan buyuran hâkimler hâkimi olan Allah Azze ve Celle’dir.
O ilk elçisinden son elçisine kadar kulunu kılavuzsuz, pusulasız, anlamsız, sahipsiz/başıboş bırakmamıştır. Ta baştan beri adı İslam olan ve en sonunda Hz. Muhammed vasıtasıyla özel isimle ‘İslam’ olarak dinini tesmiye edip ikmal eden de O’dur. Allah’ı gereği gibi takdir etmek durumundayız! O’nu zat ve sıfatlarıyla eksiksiz ve hakkıyla tanıyıp birleyerek gerçekte teslim olabiliriz. Bir eksiltme ve ekleme O’nun razı olmayacağı, affetmeyeceğini buyurdukları ‘şirk’ olacaktır!
Zaten iş o kadar maharetle kotarılıyor ki; o, Kur’anın güya altında gibi sıralanan ve fakat işleyişte hep alttan başlanarak sıranın Kur’ana gelmesine, onun hakemliğine, hâkimliğine bir türlü müracaata imkân tanınmayan süreçte yığınla şart, kural, atlanması gereken basamak, aşılması gereken duvar örülüyor akla ziyan! Kota konuyor ve iş işi kotaran, sonra aksi girişimlerde bardaktaki fırtınayı da koparan zevata kalıyor! Kula kulluk, kapı kulluğu da böyle tesis ediliyor zaten!
Darılmaca, gücenmece yok! Bu konuda Allah’ın hatırı her şeyin üstünde… Bunu peşi sıra söz söyleyecek olanlar ne yapmak istediklerinin, nelere sebep olduklarının izahın yapmak durumundadırlar. Ötede vere(meye)cekleri hesap ayrı! Buradan kalkıp ‘sünnetsizlik’, ‘Kur’an İslamcılığı’, ‘peygambersiz din’, ‘elçiyi postacı kılmak’, ‘akılcılık’ vb. ithamları devreye sokarak, bir algı operasyonu çerçevesinde, yavuz hırsız rolü üstlenmek, işi oldubittiye getirmek eğer büyük bir projenin, oyunun parçası olarak hıyanet, dahili ve harici bedhahların operasyonu değilse(!) kesinlikle bir gaflettir, dalalettir! Bu kadar açık söylüyoruz.
Ehli sünnet algısı ikinci sıraya ‘hadis’ olgusu öncelikli bir ‘sünnet’, ehli teşeyyü de ikinci sıraya ‘ehli beyt’ algısını ikame etmişler ve aralarındaki mesafeyi telifi imkânsız şekilde açtıkça açmışlardır. Bu algı mezkur çevrelere ‘açmaz’ taşımaktan başka bir işlev görmemektedir. Müntesiplere ve pusuya yatmış akbabalara da bu açmazları kaşımak ve de bulanık suda avlanmak kalmaktadır! Av olanlar hep biz, yine biz!
Hani farklı kuyruklar vardır, farklı amaçları gerçekleştirmek için… Otobüs kuyruğu, yemek kuyruğu, bilet kuyruğu vs. şeklinde… Bu esnada bazı uyanık geçinenler veya birilerinin sırtından geçinmeyi yol edinenler kural, ilke hak hukuk tanımadan araya ‘kaynak’ yaparak yersiz bir edinim sağlamış, işleyişe olumsuz müdahalede bulunmuş olurlar. Teşbih aynı; araya kaynak operasyonu! El çabukluğu! Burada ‘iyi niyet’ algısı da sorunun kurtarmaya, çözmeye yetmediği gibi fraklı sorunlara yol açmakta, sorunlar yumağı oluşturmaya sebep olmaktadır. ‘Helali teşvik, haramı kerih göstermek, sakındırmak’ amaçlı olarak hadis uydurma vakıası, bu faaliyet etrafında ‘hadis bâbı’ olduğunu bilirsiniz, onun gibi!
Kur’an’ın peşi sıra sayılanlar, eklenenler asıl kaynak mesabesinde görülemezler, onlar kuyruğa müdahale gibi ‘kaynak’ olsa da asla ve katla, ‘değişmez, üst referans noktası tartışılmaz mercii’ anlamında bir kaynak değildirler, olamazlar. Bu algı onarılması güç sonuçlar doğurur ve süreçte açtığı ve halen süren sorunlar da ortadadır. O sayılanlara ‘yardımcı kaynak’ demek de pek isabetli görünmüyor. Tek kaynağımızın doğru ve bizden istendiği şekilde, nesnel olarak kavranabilmesi için gerektiğinde müracaat edilecek, dogma olarak görülüp dayatılmayacak, köprünün altından çok suların aktığı, oraya farklı kanallardan taşıma suların, berrak da olmayan mailerin/sıvıların deşarj edildikleri de bilinerek, bunun farkında olarak yaklaşılmalıdır bu sayılıp sıralananlara. Sonuçta ortaya çıkan hâsılanın, kararın, hükmün yeniden Kur’an’ın onayına, testine tabi tutulması şartıyla.
Dedik ya, Kur’an’ın peşi sıra eklediklerinizi Kur’anla mukayese etmeye olanak var mıdır, Allah’ınızın aşkına! Bunlar kaynakları itibariyle bir kere telifi mümkün olmayan şeylerdir. Bir tarafta, kaynağı ilahi olan, her şeyi yaratan Allah’ın sözü/kelamı Kur’an, öbür tarafta ise ‘beşer kaynaklı’ diğerleri… Bunları nasıl aynı görür, bilirsiniz! Her ne kadar ‘hadis/sünnet’ olgusunda ‘okunmamış vahy/vahy-i gayri metluv’ nitelemesi yapılsa da inanınız bu, minareyi çalanın hazırladığı kılıftan öte bir algı, sapma değil! Yoksa kim, hangi aklı evvel, elçiyi, vahyi bize örneklendiren, ulaştıran, tebliğ eden peygamberi yok sayar, görmezden gelebilir, kâle almaz! Böyle bir iman da yok, teslimiyet de! Lakin her taşı yerli yerine oturtmak gerek! Yoksa zulüm olur! Kargaşa, karmaşa çıkar! El’an yaşadıklarımız da bundan mütevellidir; bu, böyle biline!
Zaten kıyastan, her nasıl olacaksa ‘icma’dan yukarıya çıkamıyor, çıkılamıyor ki bırakınız (Bırakmayınız; sımsıkı sarılınız!) Kur’an’ı, hadise/sünnete de sıra gelmiyor! Meselelerimiz yıllar öncesinin üç beş fıkıh kitabına havale edilmiş, oradan kopyala yapıştır, olmadı kendin, kendince, kafana göre kıyas et, bul buluştur şeklinde bir çözüm(süzlüğ)e bağlanmış, iktifa edilir hale gelmiştir. Bu da yetmezmiş gibi aksini düşünüp yapanları, aksi de değil hakikati, doğruyu, olması gerekenleri söyleyerek, yanlışa dikkat çekenleri, eleştiride bulunanları yaftalamayı, karalamayı, öteki kılmayı mübah sayar hale gelmişlerdir. Yoksa biz; ‘Hadise/sünnete (Her ne kadar biz aralarında büyük fark olduğunu bilip söylüyorsak da, böyle yazdık!), kıyasa, sair malumata hiç bakılmaz, bunlar hakikatten hiçbir pay ifade içermez, değer taşımaz!’ demiyoruz, ‘Bakalım, ölçelim biçelim, doğru terazi ile tartalım, tahkik edelim, Kur’an’la karşılaştıralım, elimizde doğru kriter/norm/şablon –ki o Kur’an’dır- diyoruz. Başka bir şey de demiyoruz. Eleştiriye açık, ikna olmaya da –doğru bilgi, hakikate muvafık verilerle- hazırız!
Asıl ‘sünnetsizlik’; Kur’an’ı Hz. Muhammed’in algıladığı, anladığı, yaşadığı gibi görüp bilerek, o şekilde davranmak yerine, O’nun siretini ve sünnetini de işe alet ederek, kullanarak, kendilerince tutturdukları keyfî tutumlarını, eklemelerini, eksiltmelerini, uydurma ve yutturmalarını öne çıkararak ‘türedi’ bir yol tutturmaları değil midir?!
‘Kur’an anlaşılmaz, O’nu ancak –yine kendi üretip uydurdukları- belirli şartları taşıyanlar anlar ve anlatabilirler!’ zokasıyla, Allah’ın kullarını kendilerine kul köle kılarak, akıllarını başlarından alıp ayaklar altına, kendi altlarına ‘post’ diye serecek yol ve yöntemleri, hurafe ve efsaneleri, kendilerinden menkul kerametleri, Allah’ın –güya- altında/peşi sıra söz ve karar sahibi, aracılıktan öte iş tutucu, bitirici konuma yerleştirmeleri, ‘sünnetsizlik’ ifadesi ile karşılanamayacak ağırlıkta bir cürüm, zulüm, hıyanet, dalalet, sapkınlık, ilahlığa soyunmak değildir de nedir?! Bu kolaylığı onlara sağlayan, fırsat sunan, tenceresini arayıp bulacak kapak gibi yuvarlanmaya, sürünmeye, sürüklenmeye tav, zokayı yutmaya av, kula kulluğa hazır ve nazır olan, aklı emanet birey ve yığınların payı da eksilmeden…
Aklımızı başımıza almanın zamanı geldi de geçiyor! Atı alan Üsküdar’a vardı, ötelere atladı! “Kur’an İslamı” söylemini -bazı eleştiri noktalarında haklı olmalarına rağmen, mealcilik rüzgârlarının akım ve çekiminin, anaforunun daha başka sorunları beraberinde getirdiği de vakıa olarak- tehlikeli(!) bulanlar Kur’andan başka tartışmasız, şeksiz şüphesiz, zan içermeyen, mütevatir bir kaynağın olmadığını, “Kur’an İslamı”ndan başka İslam olamayacağını –önceki vahiyleri içkin olarak da böyledir- idrak etmek durumundadırlar. Zorundadırlar! İsteseler de istemeseler de; kabul etseler de, etmeseler de; teslim olsalar da, olmasalar da; hoşlarına veya zorlarına gitse de, gitmese de; bilseler de, bilmeseler de bu böyle.
Belki şöyle bir esneklik gösterilebilir Hayri Kırbaşoğlu’nun formülüyle; ‘ Kurucu manifesto, metin olarak Kur’an-ı Kerim ve kurucu örneklik olarak sünnet’… (Hadis konusu ise tamamen bir bahsi diğerdir ve bahse de değer, farklı yazıların konusu olarak.)
Beşeri kanunlarda bile üst yargı, anayasa tartışılmaz ve tek otorite iken nasıl olur da Allah’ın dini söz konusu olduğunda bir şirket edasıyla, kurullar, sınıflar, ekoller, kaynaklar iddiasında bulunulabilir?! Teslim olmanın, iman edip emin olmanın gereği ne ise işe önce oradan başlamak, zihinleri bulanıklıktan, fikriyatı yanlış(lık)lardan, tutumları ekleklikten ve edilgenlikten, algıyı uydurma ve yutturmalardan, olguyu şirk şüphe ve ihtimalinden uzak tutmak gerekmektedir. Başka söze hacet yok!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *