Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkeler bütün güçleriyle bir avuç Hamas mücahidi üzerine abanmış bulunsalar da gerçekte İslam ile savaşmaktadırlar. Filistin’i çevrelemiş Arap rejimleri de batının hizmetkarlarıdır. Yaşadığımız, tam anlamıyla 2023 model bir haçlı seferidir.
7 Ekim 2023 Cumartesi sabahı herkes güne şaşkınlıkla uyandı. Gazze’den gelen haberler, Şabat sarhoşluğuyla uyanan Yahudi için daha da şaşırtıcıydı. Hamas’ın İzzettin Kassam Tugayları adlı birimi* İsrail’in savunma sistemlerini aşarak, işgal altındaki şehirlere yönelik bir dizi ‘yarma’ eylemi gerçekleştirmişti. İsrail’in Hamas savaşçıları tarafından vurulduğuna inanmak kolay olmadı. Derken görüntülerle bütün dünya çalkalandı. Hamas saat 06.30 sularında İsrail’e karşı ‘Aksa Tufanı’ adıyla geniş çaplı bir saldırı başlatmış, yirmi dakika içinde işgal altındaki şehirlere beş binden fazla roket fırlatmıştı. Hamas bu ilk saldırısında, elli kadar asker ve polisi -kimisini don gömlek sürükleyerek- esir almış ve Gazze’ye nakletmiş, bazılarını da öldürmüştü.
Dünyayı şaşırtan, Hamas’ın bin kadar mücahidle dünyanın en güçlü savunma ve istihbarat sistemine sahip olduğu saplantısını zihinlere kazımış olan İsrail’i gafil avlamış olmasıydı. Hamas’ın darbesine inanmakta zorluk çeken kimileri İsrail’den daha çabuk davranarak, meseleye açıklık getirdiler: İsrail Hamas’ın hazırlıklarına göz yummuş, hatta teşvik etmişti. Yani Hamas tuzağa düşürülmüştü çünkü İsrail’in Gazze’yi Hamas’tan temizlemek, Hamas’ı tamamen bitirmek ve Gazze’yi el-Fetih benzeri bir yapıya teslim etmek için böyle bir ‘oyun’a ihtiyacı vardı. Nitekim İsrail planladığı(!) üzere, istediği fırsatı elde etmişti. Şimdi artık tanklarını, toplarını, bombardıman uçaklarını, tepeden tırnağa silahlı askerlerini, hasılı kin, nefret, öfke, hınç namına neyi varsa hepsini Gazze üzerine salmasının vaktiydi. İsrail Gazze’de taş üstünde taş kalmayacak diyordu. Gazze bir harabeye dönmeye başlamıştı bile.
Gazze, 7 Ekim üzerinden bir hafta bile geçmeden artık ‘yok’larla izah ediliyordu. Gazze’de su yoktu, yiyecek yoktu, elektrik yoktu, ilaç yoktu, hastaneler vardı ama hizmet verme imkânı yoktu, sonraki günlerde hastane de yoktu, insanlık yoktu, Gazze’de insan diye bir varlık yoktu! Gazze’de ölüm vardı, kin vardı, linç vardı, soykırım vardı; Gazze’ye doğrultulmuş namlular vardı, Allah’a düşmanlık vardı, mühürlü kalpler, mühürlü kulaklar ve perde çekilmiş gözler vardı. Gazze’de bebekler, çocuklar, bîçare anneler ve savunmasız yaşlılar vardı. Bir de Gazze’de, bugüne kadar insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş terörist bebekler vardı. Prematüreydi bir kısmı. Serçe kuşu ebadında, dünyanın en tehlikeli teröristleriydi onlar. Allah ne ömür takdir etmişti, kimse bilemezdi ama kuvözde, doktor amcalarının/teyzelerinin müdahalesine muhtaçlardı.
Gazze’deki ‘var’lardan biri de prematüre teröristlerin ana-babalarının azim, sabır ve kararlılıklarıydı. İsrail güneye doğru boşaltın demesine rağmen, hayır, bizim vatanımız burasıdır, hiçbir yere gitmiyoruz diyen Gazze’li yiğit Müslümanlardı onlar. “Biz abdestimizi aldık, namazımızı kıldık, şehadete hazırız, biz ölmeyi bekliyoruz” diyorlardı ve gerçekten de ölmesini biliyorlardı. Sözlerinin eriydi onlar. Bir ‘Ortadoğulu’ olarak, ölümü [şehadeti] yüceltenlerdendi onlar…
‘İsrail’ Bir Öncü Kuvvettir, Asıl İsrail Amerika ve Avrupa’dır
İzzeddin Kassam Tugaylarının Aksa Tufanı eylemleri duyulur duyulmaz ABD bütün devlet gücüyle İsrail’in yanında olduğunu duyurdu ve acilen savaş gemisini, beslemesi İsrail’i korumak üzere Akdeniz’e gönderdi. ABD’ne paralel olarak İngiltere desteğini açıkladı. Almanya, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi Avrupa ülkeleri de onlara eşlik ettiler. Almanya ve Fransa Filistin’e destek anlamına gelebilecek söz, işaret ve takıları yasakladılar. ABD dışişleri bakanı nefes nefese seğirttiği İsrail’de, bir Yahudi olarak geldiğini söylemeden edemedi.
Batılı ülkeler Siyonizm’e bağlılık ve sadakatlerini ispatlamak için adeta sıraya girdiler. Amerika ve Avrupa devletleri (Almanya İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan vb.) İsrail’in eşiğine yüz sürmekte birbirleriyle yarıştılar. 17 Ekim’de Almanya başbakanı Scholz, 18 Ekim’de ABD Başkanı Biden, 19 Ekim’de İngiltere başbakanı Sunak, 21 Ekim’de İtalya başbakanı Meloni, 23 Ekim’de Yunanistan başbakanı Miçotakis, 24 Ekim’de Fransa başbakanı Macron İsrail’i ziyaret ettiler ve her biri diğerinden daha istekli şekilde İsrail’e olan bağlılıklarını açıkladılar. ABD Başkanı Joe Biden, “İsrail’in güvenliği bizim güvenliğimizdir” diyordu. ABD Başkanının ve diğer siyasilerin dediklerine bakılırsa, on bin km. ötedeki ABD’nin güvenliği İsrail’in güvenliğinden geçiyormuş. ABD’nin, konuşurken sözcükleri zar-zor bir araya getiren Başkanı, “İsrail ABD’nin Ortadoğu’da sahip olduğu en büyük güçtür” derken asıl İsrail’in kendileri olduğu gerçeğini net olarak özetlemişti. ABD, İsrail adı verilen, Filistin’deki işgal güçlerine 14 milyar dolarlık bir yardım paketi hazırlamıştı bile.
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, Filistinli bir gazetecinin, halkın suyunu, elektriğini, gazını kesmek, hastaneleri bombalamak savaş suçu değil mi mealindeki sorusunu, “İsrail’in agresif olarak cevap verme hakkı vardır” diye cevaplamıştı. İsrail’in Ankara büyükelçisi, kendisiyle yapılan röportajda, İsrail’in sivilleri öldürdüğü, Filistinlilerin evlerini, bahçelerini gasp ettiği, Gazze’yi bombalarla bir harabeye çevirdiği, çocukları öldürdüğü, şehrin elektriğini, suyunu, gazını kestiği, Gazze’ye giriş-çıkışı kapattığı ve en beteri de Gazze halkı üzerine fosfor bombası attığı sorularının hiçbirine “evet, bunu yaptı” dedirtilememiştir. En sıkıştırıcı soruyu bile “İsrail büyük bir devlettir” gibi propaganda cümleleriyle bastırmıştır.
Batılı ülkelerin topyekûn İsrail’e arka çıkmalarını nasıl açıklamalıdır? Acaba bu yeni bir haçlı seferi midir, yoksa bu arka çıkış İsrail’in karşı konulamaz gücüyle mi alakalıdır? Bu konudaki ‘geleneksel’ bakış açısına göre İsrail’in siyasi ve ekonomik gücü ABD ve Avrupa ülkelerine diz çöktürmekte, hiçbir ülke bu güce karşı koyamamaktadır. Dünyanın asıl patronu Yahudilerdir. Dünyanın süper gücü ABD olmayıp, İsrail’dir. İsrail ABD’nin değil, ABD İsrail’in inisiyatifindedir. Bu bakış açısının isabetli olduğu söylenemez. İsrail dünyayı yönetecek kadar güçlü bir devlet değildir. İsrail bir terör örgütü olarak ne kadar büyükse, devlet olarak da o kadar küçüktür. İsrail süper güç değil, süper güçlerin süper terörden sorumlu CEO’sudur. Dünyada İsrail’in değil, İsrail’i üretip İslam coğrafyasının kalbine yerleştiren İngiltere ve ABD gibi ülkelerin sözü geçmektedir. ABD ve Avrupa ülkeleri İslam bölgesinde maddi-manevi çıkarlarını İsrail adı verilen terör çetesine bekletmektedirler. Bu, ABD ve Avrupa ülkelerinin İsrail sembolü arkasında kendi çıkarlarına secde ettikleri anlamına gelmektedir. İsrail Batının Filistin’e kurduğu nifak üssüdür. Kısacası Batı, Ortadoğu’ya suni yöntemle ilkah edilmiş, İsrail adındaki gayrı meşru çocuğun taşıyıcı annesidir. İsrail batının medeniyet cehenneminin zakkum ağacı, Müslümanların ise asırlardır süre gelen ataletinin semeresidir. İsrail Ortadoğu’da Batı pergelinin sabit ucudur. Bir başka benzetmeyle Siyonizm’in pille çalışan kalbi ABD ve belli başlı Avrupa şehirlerine yerleştirilmiş, tırnakları ve dişleri Filistin’e bırakılmıştır. ABD’nin seksenlik Başkanı, “İsrail Yahudiler için güvenli bir vatan olarak doğdu. İsrail doğmasaydı da var edilmesi gerekirdi” sözü uyuyanları uyandırmaya yetmektedir. Meğer Amerika’nın Amerika olması için Ortadoğu’da İsrail adında bir karakolunun bulunması icap ediyormuş. Bir an için İsrail’in haritadan silindiğini düşünelim; bölgeden ayakları kesilen ABD, oradaki varlığını işbirlikçi Arap rejimleriyle kaç gün sürdürebilir?
Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkeler bütün güçleriyle bir avuç Hamas mücahidi üzerine abanmış bulunsalar da gerçekte İslam ile savaşmaktadırlar. Filistin’i çevrelemiş Arap rejimleri de batının hizmetkarlarıdır. Yaşadığımız, tam anlamıyla 2023 model bir haçlı seferidir. Siyonist-Hristiyan haçlı koalisyonu Filistinli Müslümanların soyunu kırmak, nesillerini tamamen bitirmek, yeryüzünde kendi tanrılıklarını ilan etmek istemektedirler. Bu sebeple gerek İsrail gerekse batılı devlet adamlarından hiçbiri çocukların, hastanelerdeki hasta, yaralı ve prematürelerin öldürülmesine en küçük bir tepki koymamaktadırlar. Ama onlar Müslümanlardan, ‘sivillerin’ öldürülmemesini beklemektedirler. ABD eski BM büyükelçisi, 2024 seçimlerinin başkan adayı olduğu söylenen Niky Haley adındaki kadın Gazze’nin tamamen ortadan kaldırılmasını istemektedir. Beyaz Saray’ın siyah kalpli yetkilileri, ölenler Yahudi olunca dünyayı başımıza dar ediyorlar, Gazzeli/Filistinli/Müslüman olunca ise “savaş bu, elbette siviller ölecek” sözüyle sivillerin öldürülmesini sonuna kadar destekliyorlar. Alman yayın kuruluşu DW Türkçe savaşta sivilleri öldürmenin “her zaman savaş suçu sayılmayacağına” fetva vermektedir. Sivilleri öldürmek ne zaman savaş suçu sayılır derseniz, bilin ki sadece bir Yahudi öldürüldüğü zaman.
Bazı yorumcular ya cehaletten ya da ‘hizmet’ icabı, gerek İsrail’in gerekse ABD’nin, yaklaşan seçimler nedeniyle savaşı seçim malzemesi yaptığını ileri sürmektedirler. Bu yorum da Siyonizm adına bir nevi dezenformasyondur. Eğer İsrail’in soykırımı yaklaşan ABD ve İsrail seçimleriyle ilgiliyse, Gazze’nin havadan, karadan ve denizden kuşatılmasına bütün batılı ülkelerin katılmasını nasıl izah etmelidir?
Kısacası İsrail’de İsrail’den dışarı bir İsrail vardır ve bu, ABD ve diğer batılı ülkelerdir. İsrail, başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin mızraklarının ucu, silahlarının namlusudur. Mızrağı ve silahı tutan eller gerçek Siyonistlerdir.
Bölge Ülkeleri Oldukça İstikrarlıdır!
Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail işgali altındaki şehirlerde patlattığı silahlar sadece Siyonistleri değil, sözde Müslüman ülkelerin Siyonist işbirlikçisi rejimlerini de korkuttu. Hamas’ın Ortadoğu denilen bölgede dokuz şiddetinde bir deprem etkisi yapan cihadının en büyük hayrı, sözünü ettiğimiz ülkelerin halklarına ve rejimlerine dokundu demek abartı değildir. Şiddetli bir depremin hayatın bütününe ani bir fren etkisi yapması gibi, Hamas’ın eylemi de bölgedeki siyasi fitne trafiğini adeta dondurdu. 7 Ekim’de İzzeddin Kassam Tugaylarının dondurduğu sahnede şunlar okunuyordu: Bölge ülkeleri terör örgütü İsrail’le ‘normalleşmek’ için yoğun bir trafik seyri içindeydiler.
Örneğin İslam’ın doğduğu beldelerimize hükmeden Suudi Arabistan yönetimi İsrail’le normalleşen bir ülkeydi. Suudi yönetimi Siyonist devletle normalleşmeye o kadar istekliydi ki, İsrail’in Filistin’de iki devletli bir çözüme yanaşmaması halinde bile, Amerika destekli İsrail’le normalleşme çabalarını asla askıya almama kararında olduğu yorumları yapılıyordu. Normalleşme adımlarından olarak ilk defa katil İsrail’in bir bakanı Suudi Arabistan’ı ziyaret etmiş, Suudi yönetimi de 1967’den bu yana ilk olmak üzere, İsrail’in izniyle Batı Şeria’ya bir büyükelçi atamıştı.
Bölgenin en üçlü Arap ülkesi olan Mısır, Siyonistlerle normalleşmenin en hazin hikayesini yazmıştı. Geçmişte yolu bir ara İhvan-ı Müslimîn’le de kesişmiş olan Cumhurbaşkanı Enver Sedat İsrail’de Yom Kippur olarak kayıtlı 6 Ekim 1973 savaşından birkaç yıl sonra, 1977’de İsrail’i ziyaret etmişti. Sedat 17 Eylül 1978’de Washington’a yüz km. mesafedeki, ABD Başkanlarının tatil köyü mahiyetindeki Camp David’de ABD dışişleri bakanı Henry Kissinger’ın kotarması ve Başkan Jimmy Carter’ın da katkılarıyla İsrail Başbakanı Menahem Begin’le bir sözleşme imzaladı. Camp David sözleşmesiyle Mısır İsrail’i tanımış oluyor ve Filistinlilerin İsrail’e karşı mücadelelerinde onlara yardım etmeyeceğine garanti veriyordu. Bu anlaşma altı ay sonra, 26 Mart 1979’da yapılacak olan Mısır-İsrail barış anlaşmasına giden yolu döşemişti. Attığı bu imzalar Enver Sedat’a, mevkidaşı Menahem Begin’le birlikte 1978 yılı Nobel ödülünü armağan ettiyse de batılıların dışında ne Müslüman ülkeleri ne de kendi halkını memnun edebilmişti. Dahası hayatın Enver Sedat’a bir sürprizi vardı, o sürpriz 6 Ekim 1981 günü geldi; Halid İslambulî ile arkadaşlarının kurşunları Sedat’ın üzerine ölüm saçarken, Nobel ödülünü de geldiği yere iade etmiş gibiydi. ‘Ortadoğulular’ bir kere daha ‘ölümü’ yüceltmişlerdi!
Batı-İsrail ittifakının şeref ve namus gömleğinden tamamen soyunarak, kendi ülkesine karşı yaptığı darbeyle ‘devlet başkanı’ mankenliğine atanmış olan Abdülfettah es Sisî’nin Mısır’ı, yeni Siyonist-Haçlı seferi üzerinden günler-haftalar geçmesine rağmen Gazzeli Müslümanların kıtır kıtır doğranmasına karşı ağzını bıçak açmadı. Açtığında da söylediği tek şey, -tıpkı Ürdün gibi- “mülteci kabul etmeyiz” demekten ibaret oldu. Bunun Türkçesi şuydu: Enver Sedat’ın üçüncü halefi Sisî diyordu ki, Gazzelileri gerekiyorsa tamamen bitirin, yok edin ama bize göndermeyin! Tahrir Meydanında kendi halkına karşı makineli tüfekleri çalıştıran bir ‘devlet başkanı’, İsrail’e karşı bir fare kadar ürkek, korkak ve sinsi idi. O, koca bir İslam beldesinde İsrail’in yed-i emîni idi.
Filistin’in en hain komşusu Ürdün, İsrail’le 1948’den beri zaten hep ‘normal’di. En son İsrail’le 26 Ekim 1994’te imzaladığı ‘Arap Vadisi’ barış anlaşmasıyla daha da normalleşmişti de bu anlaşma ile ‘ödül’ olarak İsrail’den, Filistin’deki dinî işleri ‘denetleme’ görevini almıştı. Yani Ürdün Filistin topraklarında Din’in İsrail’in çıkarlarına uygun şekilde gelişmesi uğrunda çalışmak üzere İsrail tarafından kiralanmıştı. Ürdün, Batı Şeria’dan Filistinliler kendi topraklarına iltica edecekler diye korkudan tir tir titremektedir.
2020 yılı Fas, Sudan, BAE ve Bahreyn’in İsrail’le normalleşme yılıdır. BAE ve Bahreyn 15 Eylül 2020 tarihinde Donald Trump’ın ev sahipliğinde Beyaz Saray’da İsrail’le normalleşme kapsamında ‘İbrahim Anlaşması’ imzaladılar. Anlaşma neticesinde Filistinlilerin Nekbe’nin (büyük felaket) 73. yılını kutladıkları saatlerde BAE halkı da İsrail’in bağımsızlığını elde etmesinin yıl dönümünü kutlamışlardı. Sudan İsrail’le normalleşmeyi kabul ettiğini açıkladığı gün ABD Başkanı Donald Trump da Sudan’ın terörü destekleyen ülkeler listesinden çıkarıldığını içeren raporu imzalamıştı. Sudan İsrail’le normalleşme anlaşmasını 23 Ekim 2020’de imzalamıştır. Fas ise normalleşmeye ilk adımını 10 Aralık 2020 tarihinde atmıştır.
Pakistan İsrail’in Gazze’deki soykırımı karşısında ‘efendice’ susmuş, üç maymunu oynayarak, Gazzeli kardeşlerini yok sayanlar kervanına katılmıştır.
Gözler Türkiye’de
İsrail’le normalleşme trafiğinde yakalanan ülkelerden biri de Adalet ve Kalkınma Partisinin yönettiği Türkiye Cumhuriyeti’ydi. 7 Ekim günü Ortadoğu’da siyaset ani bir frenle durduğunda R. Tayyip Erdoğan’ın elinde İsrail’e, elini tutacağı ve birlikte fotoğraf çekineceği katil Başbakan Netanyahu ile ‘normalleşme’ müzakereleri yapmak için hazırladığı dosya görünüyordu. Erdoğan tam da işgalci İsrail’e gitmek için hazırlanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin İsrail’le ‘normalleşme’ çalışmaları enerji dosyaları üzerinden yürütülüyordu. Gazze’nin doğalgazı Türkiye üzerinden, arka plandaki İsrail’e, Avrupa ülkelerine taşınacaktı. Erdoğan Netanyahu ile bu konuyu görüşecekti. Erdoğan bilahare Netanyahu’nun da Türkiye’ye geleceğini duyurmuştu. Katil Siyonist Başbakan Ankara’da saygı ile karşılanacaktı; sayınlı-mayınlı laflar havada uçuşacaktı. Gazze’yi içindeki her şeyle tam bir cehenneme çevireceği günlerin görüntüsü bir film şeridi gibi katilin gözleri önünden geçerken, Tayyip Erdoğan da ‘iyi niyetiyle’ iki ülkenin dostluğundan bahsedecek, enerji gibi sözcükler terennüm edecekti. Nitekim terör devletinin Siyonist Cumhurbaşkanı Herzog da yaklaşık bir buçuk sene önce (Mart 2022) Erdoğan’ın davetlisi olarak Ankara’da oldukça şaşalı bir törenle karşılanmıştı.
Türkiye ile İsrail normalleşmenin önemli bir adımı olarak Ağustos 2022 tarihinde dört yıl aradan sonra büyükelçileri yeniden atama kararı almışlardı. İsrail’in Irit Lillian adındaki kadın büyükelçisi 19 Eylül 2022 tarihinde Ankara’ya gönderilmişti. 2022 yılında İsrail-Türkiye arasında, Herzog’un yanı sıra bakanlar düzeyinde ziyaretçi trafiğinin de yoğunlaşması dikkat çekmektedir. Aynı yılın son aylarında Erdoğan gazetecilerin sorularını cevaplandırırken, “Karşılıklı temaslarla süreci devam ettirerek ilişkileri tüm alanlarda ilerletme ümidimizi koruyoruz. Değerlere saygı gösterildiği sürece kazan kazan diplomasisiyle inanıyorum ki sadece Türkiye ve İsrail değil, tüm bölge kazançlı çıkacaktır.” diyordu. “Karşılıklı temaslar”, “ilişkileri tüm alanlarda ilerletme ümidi”, “değerlere saygı”, “kazan-kazan diplomasisi”, “Türkiye ve İsrail’in kazançlı çıkması” vd. Türkiye’nin İsrail’le normalleşmesini özetleyen sözler işte bunlardır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 7 Ekim’de İzzeddin Kassam Tugayları’nın taarruzuna karşı İsrail’in Gazze’yi haritadan silme saldırısı karşısında tarafları itidalle hareket etmeye, gerilimi tırmandıracak fevrî adımlar atmaktan uzak durmaya davet etti. ‘Taraflar’ın biri Hamas, diğeri de İsrail oluyordu. Buna göre Erdoğan [Türkiye] de üçüncü bir ‘taraf’tı. Böylece Türkiye, Cumhurbaşkanının ağzından kendisini iki taraftan birine taraf olmayan, ‘taraflar üstü’, hakem ya da ‘ağır ağabey’ rolüne konumlandırdı. Erdoğan’ın bu çağrısı bilhassa iç kamuoyunda çok beğenildi, Türkiye’nin ‘itidalli/ölçülü’ ‘iyi bir politika’ güttüğü söylendi. Erdoğan bir taraftan Gazze’ye insani yardım tırlarının girmesi için Refah sınır kapısının açılması uğrunda yoğun diplomasi trafiği yürütürken, diğer taraftan da Filistin’de ancak, 67 sınırları çerçevesinde iki devletli bir barış sürecinin sorunu çözeceğini güçlü şekilde dillendirdi.
Tayyip Erdoğan İsrail’in giriştiği soykırımın 19. gününe kadar bu ‘tarafsız’ tavrını sürdürdü. Bu süre zarfında sanki İran’la bir satranç oyunu içindeydiler. İran muhtemelen sünnî Hamas topunu Arap ülkeleri ve Türkiye’nin kucağına atmıştı. Türkiye de bu ‘ağır yük’ün tek başına kendi üzerine kalmasından korkuyor gibiydi. İsrail’le kapışan ülke olmayı İran Türkiye’den, Türkiye de İran’dan bekliyor gibiydi. Nitekim Yeni Şafak’ta geçen sene (22 Ağustos 2022) yayınlanmış bir yazıda “Bırakalım, İran’ın bölgesel etkisini İsrail sınırlandırsın. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin sınırdaşı olan İran’la açıktan mücadele etmesindense ehven-i şer bir yöntem olarak İsrail’in ‘vekilleştirilmesi’ üzerine düşünmek gerekiyor.” denmekteydi. İran’ın hakkından gelmesi için İsrail vekilleştirilmişti!
Erdoğan 19. günde partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, Hamas’ın terör örgütü olmadığı, vatanları için çalışan mücahidler olduğu, batılı ülkelerin İsrail terör devletine borçlu oldukları gibi sert sözler söyledi. Erdoğan’ın İsrail’i devlet değil de bir örgüt gibi hareket etmekle suçlaması bir tuhaftı çünkü bu söz zımnen, İsrail’in devlet olmasına onay veren bir anlam yüklüydü. Erdoğan Netanyahu’nun elini New York Türk Evinde bir defa sıktığını ama [pişman olduğunu!] İsrail’e gitme projesini iptal ettiğini söyledi. Netanyahu’yla ilgili “iyi niyetimiz vardı” dedi. Erdoğan’ın dediğine göre, iyi niyetle devam etseymiş münasebetleri farklı olurmuş. Yüzeysel bir değerlendirme ile Erdoğan’ın İsrail’e ve batılı ülkelere sert sözlerle yüklendiği, oyuna girmek üzere olduğu intibaına kapılmak mümkünse de, konuşmanın tamamını dinleyince durumun tam tersi olduğu açıkça görülmektedir. Çünkü Erdoğan sözlerinin en başına, normalleşme stratejisinin vurucu ifadesi olarak, “İsrail devletiyle bir sorunumuz yok” cümlesini yerleştirmişti. Demek ki Tayyip Erdoğan Türkiye’sinin İsrail’le normalleşme süreci devam ediyordu, süreç baltalanmamıştı. Bir de Erdoğan Filistin meselesine hep, öncelikle insanî pencereden baktıklarını söylemektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Filistin’e olan ilgisinin ve İsrail’e olan tepkisinin İslamîlikten değil, insanîlikten kaynaklandığını göstermeye özel bir önem atfetmektedir.
Türkiye Cumhurbaşkanının Gazze’li Müslümanlara Yahudiler tarafından uygulanan soykırımla ilgili tavrını belirlerken İsrail’i ve Gazzelileri ‘taraflar’ diye niteleyip, kendisini hariçte tutması, İsrail’e, Gazze’ye soykırım yapıyorsun bile diyememesi kabul edilemez, ama anlaşılır bir durumdur. Çünkü 14 Mayıs 1948’de terör devleti İsrail kurulduğunda onunla ilk normalleşen ‘İslam ülkesi’ Türkiye’ydi. İsrail’i bir terör örgütü değil de devlet olarak tanıyan birinci ülke ABD, ikincisi ise -kuruluşundan yaklaşık on ay sonra (24 Mart 1949)- Cumhuriyet Türkiye’siydi. Türkiye’nin İsrail-Filistin meselesinde ‘tarafsız’ görünmesi gerçekte İsrail’e taraf olduğu anlamına gelir.
Tayyip Erdoğan’ın ‘itidal’ çağrısının entelektüel camiada kabul görmesinin altında yatan sebeplerden biri de İslam korkusudur. Liberal-demokrat entelektüeller İslam’dan -İsrail kadar olmasa da!- korktukları için, Türkiye’nin Filistin davasına sadece ‘insanî’ bir mesele olarak yaklaşması sıkı şekilde takip edilmekte, cihad gibi kavramları çağrıştıracak İslami bir görüntü vermekten kesin olarak kaçınması önemsenmektedir. Erdoğan’ın itidal/denge politikasına bu sebeple büyük kıymet atfedilmektedir. Esasen Tayyip Erdoğan da bu ‘nazik’ konunun bilincindedir ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin sabık eş başkanı olarak, ‘İslam korkusu’na karşı dalgakıran vazifesi görecek en uygun liderdir.
Bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan 7 Ekim gününden beri her fırsatta ‘taraflara’ Filistin’de 67 sınırlarının esas alındığı iki devletli bir çözüm önerisinde bulunmakta ve Erdoğan’ın bu önerisi de ülke çapında büyük kabul görmektedir. Erdoğan’ın önerisi itidalli ve çözüme dönük bir çıkış olarak alkışlanmaktadır. Filistin davası kendileri için sadece bir ‘insan hakları’ meselesinden ibaret olan ulusalcı ya da liberal entelektüeller için bu teklif alkışı hak etmektedir. Ama bilinmelidir ki Filistin davasına, İsrail tozu kaçmamış gözlerle bakan basiret sahipleri açısından bu teklif Filistin’i satmak anlamına gelmektedir. Bir defa ‘67 sınırları’na razı olmak İsrail adındaki işgalci/yayılmacı terör örgütünün varlığını onaylamak ve meşrulaştırmaktır. İkinci olarak, iki devletli çözüm önerisi Hamas gibi İslamî mücadele yürüten teşkilatlara Filistin’den el çektirilerek, Filistin’i ‘Filistin Devleti’ adıyla hali hazırda başkanı Mahmud Abbas olan el-Fetih örgütüne teslim etmekten başka bir anlama gelmeyecektir. Şayet 67 sınırları çerçevesinde, Mahmud Abbas çizgisinde bir Filistin devletine ‘evet’ denilirse, Gazzeli Müslümanları ölüm asıl o gün acıtacaktır. Filistinli Müslümanların ölürken bile gülen yüzleri o gün gerilecek, hepsi Hanzala olacaktır. Dolayısıyla Filistin’e bizatihi taraf olmayanlar hiç değilse gölge etmeyerek bir hayır işlemelidirler.
Türkiye’nin artık Siyonist devlete ve onun batılı hamilerine, siyasi dümenlerin ötesinde gerçekçi bir tavır almasının vakti gelmiştir. Tayyip Erdoğan “senin ne işin var orada?” diye soruyor ABD Başkanına. Bu soru çok yerindedir lakin asıl sorulması gereken, “Ey Amerika, senin ne işin var İncirlik’te, Konya’da, Ankara’da, Kürecik’te ki on bin km. öteden gelip ülkemde üsler inşa etmişsin?” sorusu değil midir? Buna bir de “Ne işi var Türkiye’nin NATO’da, AB’de?” sorusu eklenmezse, yine eksik kalacaktır. Türkiye ikinci İsrail olması için mi NATO’ya alınmıştır? Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ABD’ne bu soruları sormayıp, İsrail’e destek için gemilerini göndermesine tepki vermek bir algı operasyonu değilse nedir? Bu arada, İsrail’in soykırımı bütün azgınlığıyla devam ederken, el çabukluğu ile Cumhurbaşkanının İsveç’in NATO’ya katılım protokolünü imzalaması da Tük cömertliğinin bir jesti olmalıdır.
Görüldüğü gibi Hamas İsrail’i vurmakla, içinde Türkiye’nin de bulunduğu bölge ülkelerinin İsrail’le girdikleri normalleşme tüneline müdahale etmiş, gerçek ve bir daha ökçeleri üzerinde asla dönmeyecek biçimde kalıcı bir ‘one minute’ demeleri için -Allah’ın takdirinde olan- büyük bir fırsatı ayaklarına kadar getirmiştir. Bölgenin İran dışındaki bütün rejimleri suçüstü yakalanmış ve bu suçüstü aynı zamanda, geri dönüşsüz Siyonist tünelinden kurtulmak için bir fırsat olmuştur. Hamas saldırısı büyük çaplı bir ‘kral çıplak’ şoku yaşatmıştır. Büyük bir ‘iş’ üzerinde olduğuna inanan, İsrail’le ‘kazan-kazan’ şehvetinin esrikliğine tutulmuş ‘Müslüman’ ülkeler 7 Ekim sabahında Hamas tarafından rahatsız edildiler. Gerçekte ise bu rahatsızlık, Allah’ın, “sevmediğiniz bir şeyin sizin hayrınıza olması mümkündür; sevdiğiniz bir şeyin de şerrinize olması mümkündür” buyruğunun muazzam bir tecellisidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Mısır, Arabistan, Ürdün, BAE, Katar, Fas ve Tunus gibi tüm ülke liderlerinin, sadece Allah’tan korkulacağını hatırlayarak gerçek bir muhasebeye girişmeleri için bu bulunmaz bir fırsattır.
İsrail’le Normalleşilebilir mi?
İsrail’in organik bir toplum olmadığı, dünyada siyaset için var olabilecek en zehirli kimyevî maddelerin bileşimi olarak Filistin’de icat edilmiş yapay bir devlet olduğu göz önüne alınacak olursa, başlıktaki sorunun cevabı kendiliğinden verilecektir. İsrail’le yapılacak en iyi ‘normalleşme’, normalleşmemedir. İsrail’in İsrail olduğunu bir saniye bile akıldan çıkarmak, bir gün, 2023 yılı Ekim ayındaki Gazze olmak gibi bir bedelin önümüze konulmasını göze almak demektir. Osmanlı devletinin yıkılmasında elbette birinci dereceden Hanedan ve Osmanlı toplumu sorumluydu. Fakat tarihe geri dönüp baktığımızda anlıyoruz ki, Filistin’de İsrail adında bir terör aparatının kurulabilmesi için Osmanlının yıkılması gerekiyormuş. Eğer Osmanlı yıkılmasaydı Cumhuriyet; Cumhuriyet olmasaydı İsrail kurulamazdı. Bunu yüz yirmi beş yıllık süreç yeterince anlatmaktadır. ‘Büyük felaket’in (Nekbe) ilk tohumunun Fransız General Napolyon tarafından atıldığı (1799), Balfour deklarasyonu (1917) ile şekillendiği ve Siyonist devletin ilk başbakanı Ben Gurion tarafından ilan edildiği (1948) tespiti yapılmakta (TRT) fakat süreçte Türkiye’nin rolünden bahis yapılmamaktadır.
İsrail terör şebekesinin kalbi Allah tarafından mühürlenmiştir. Kulaklarında kökten sağırlık, gözlerinde perde vardır. Hakikat dünyasıyla bütün bağları kopuk olan, domuzlaşmış bu kavimle hiçbir insani iletişim kurulamayacağı bir ‘kesin inanç’ olarak tescillenmiştir. Bir nebîyi Tanrıyla güreştirip, Tanrının sırtını yere getiren, kendilerini Firavun’un zulmünden kurtaran Musa Nebî’ye Firavundan beter eziyetler yapan bir kavim hiçbir insani sıfata layık değildir. Siyonist Yahudi normallikten değil, sadece güçten anlar. Onları durduracak ve tedavi edecek tek vasıta güçtür. Asurluların, Babillilerin, Perslerin, Romalıların, modern Avrupa ülkelerinin, 1492’de Elhamra kararnamesini yazan İspanya krallarının, -eğer doğruysa- Hitler’in hıncını, kendilerine faydadan başka bir zararları dokunmamış olan Müslümanların Gazzeli çocuklarından çıkarmaları Siyonist Yahudi’nin tıynetini anlamak için yeterli bir karinedir.
İsrail’le normalleşmek demek, Siyonistlerin azgın ideolojilerine muvafakat etmek demektir; gizli ve aşikâr niyetleri bilindiği halde onları saygıdeğer insanlar yerine koyarak, kendileriyle iş birliği yapmak demektir. Yusuf Kardavi (ö.2022) Endülüslü alim İbni Hazm’ın (ö.1064), “Nebî (sav)’in bir kötülüğü bildiği halde ona karşı çıkmadığını iddia eden kişi kâfir olur” dediğini yazmaktadır. İsrail’le siyasi ilişkileri normalleştirmek bir anlamda Yahudilerle velayet köprüsü kurmak etmektir. Fetullah Gülen’i kötü yapan en belli başlı unsur da işte buydu. F. Gülen yapınca kötü olan şimdiki hükümet yapınca neden iyidir? Rasûlullah (sav) Medîne’de, yeryüzünün bu en lanetli ırkının üç kabilesiyle ilk günden itibaren ilişkilerini, Müslümanların varlığını azami derecede korumaya elverecek şekilde tutmuş ve her bir kabileyi, nifaklarının görüldüğü ilk anda Medîne’den defetmiş, onlarla sadece kılıcın tayin ettiği bir ‘normalleşme’ yaşamıştı.
ABD’nin Türkiye’nin burnunun dibinde, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de bir ‘PKK devleti’ kurulması için on binlerce tır ve uçak dolusu mühimmat yağdırdığını bilmeyen yoktur. Türkiye bu büyük Siyonist projeyi ‘kırmızı çizgimiz’ diye tanımlamaktadır. Kurulması planlanan PKK devleti ikinci bir İsrail olacaksa ve bu hiçbir şartta kabul edilmiyorsa, o halde bu devletin ‘birincisi’ olan İsrail de kabullenilmemeli, ‘kırmızı çizgi’ İsrail hattına da çekilmeli değil midir? ’67 sınırları’ gibi söylemler en nihayetinde İsrail’e hizmet etmektedir. Müslümanlar nazarında İsrail diye bir devlet yok hükmündedir. 7 Ekim 2023 günü İsrail’in kendi varlığını bizzat kendi eliyle ebediyen yokluğa mahkûm eden bir gidişin miladı olmuştur. Bu milatla İsrail kendini kendi icadı olan iğneli fıçıya düşürmüştür. Demir kubbesi ve Sam amcası onu kurtaramayacaktır.
Siyonist Propaganda Savaşı
Dünyayı örümcek ağı gibi sarmış bulunan Siyonist basın-yayın hep yaptığı gibi bu son saldırısında da tüm dünyanın gözü önünde cereyan eden olayları oldukça profesyonel yalanlarla ve tezviratla alt üst etmiş, hakikati yalanla, iftira ile örtmeye çalışmıştır. İşgal altındaki topraklarda savaş bombalardan önce kara propaganda ile yapılmaktadır. İsrail, Gazze çocukları üzerine attığı fosfor bombası misali, bütün insanlığın duyuları üzerine attığı fosforlu yalanlar neticesinde ne sivilleri katletmekte ne Gazze’nin üzerine ölüm yağdırmakta ne Gazze’yi dümdüz etmekte, ne Gazze halkının elektriğini, suyunu kesmekte, ne onları açlığa mahkum etmekte, ne hastaneleri bombalamakta, ne Gazze’yi güneye doğru boşaltın dediği insanları, gittikleri sırada topluca imha etmektedir. Bütün bunların hiçbirini İsrail işlememektedir! Bütün kötülükleri sadece Hamas işlemektedir! Propaganda savaşını ABD ile İsrail birlikte yürütmektedir. Dünyanın en güçlü devleti olduğuna inanılan ABD’nin başkanı Hamas’ın 40 kadar çocuğu başını keserek öldürdüğünü, kadınlara tecavüz ettiğini söyleyebilmiştir. Beyaz Saray’ın görevlileri bu haberi tekzip etmişlerse de Siyonist Başkanın yüzü kızarmamıştır. Türkiye’den giden gazeteci ve muhabirler izlenimlerini anlatırken, benimle birlikte başka bir gazeteciyle yan yana yayın yapmaktayız fakat benim anlattığım Gazze ile onun anlattığı arasında hiçbir ortak payda yok. O her şeyi İsrail’in mağdur olduğu temel tezine göre şekillendirmektedir. Kısacası 20 günde attığı 12 bin ton bomba ile Gazze’yi yerle bir eden İsrail, “yetişin bizi bombalıyorlar” diye bağırmaktadır. Bir başka muhabir diyor ki, mesela Tel Aviv’e bir roket fırlatılsa anında belki yüz tane gazeteci ortaya çıkıyor ve İsrail’in güvenlik sorunu yaşadığı yönünde yayın yapıyorlar. Gazze’ye ise roket değil, İsrail uçakları tarafından en ağır bombalar atılıyor fakat ortada olayı haberleştirecek neredeyse kimse olmuyor. Dolayısıyla Gazze’de olan soykırım dünya toplumlarına gerçek şekilde anlatılamamaktadır.
Siyonist şebeke kitleleri yönlendirme oyununu bu savaşta daha da ilerletmiştir. Propagandanın esasını, İsrail’in hiçbir suç işlemediği sabit fikrini akla gelen gelmeyen her bir vasıtayla yinelemek, hiçbir suçu İsrail’e isnat etmemek oluşturmaktadır. Öte yandan Hamas’ın sivilleri öldürdüğü propagandası o kadar etkili olmuştur ki, Hamas’ın bu savaştaki haklı yanlarını söylemek için ağzını açan hiç kimse, ilk önce Hamas’ın sivilleri öldürmesini lanetlemeden söze başlayamamıştır. Tarihin tekerrür ettiğine bir kere daha şahit olmaktayız.
Rasûlullah (sav)’in Medîne’de, Kureyş’in Suriye’ye gönderdiği büyük kervan hakkında bilgi edinmek maksadıyla etrafı kolaçan etmek üzere gönderdiği 7-8 kişilik bir seriyye, Rasûlullah’ın maksadına muhalif olarak, rastladıkları küçük bir kervana saldırmış, içlerinden bir adamı da öldürmüşlerdi. Olay haram aylardan birinde meydana gelmişti ve Kureyş’in aradığı fırsat tam da buydu. Müşrikler “Muhammed haram aylarda savaş yapılmaması kuralını ihlal etti” diye yaygara yapmaya başlamışlardı. Rasûlullah’ın bir avuç ashabının sebep olduğu belli bir gerçeklikten yola çıkarak, müşriklerin yaptığı onca zulmü örtbas eden, Yahudi ve münafık aklının da ortak olduğu bu propaganda savaşına nasıl mukabelede bulunulmalı, bu nifakı nasıl püskürtmeliydi? Kur’an’ın cevabı şu şekildeydi:
“Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. İnsanları Allah yolundan çevirmek, Allah’ı küfretmek, (müminleri) Mescid-i Haram’dan engellemek ve halkını oradan (Mescid-i Haram’dan/Mekke’den) çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne adam öldürmekten daha beter bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada daimî kalırlar.” (Bakara, 217).
İsrail’in Filistinli Müslümanlara karşı yürüttüğü propaganda savaşı ile Mekke müşriklerinin yaptıkları birbirine çok benzemektedir. Mescid-i Haram’dan müminleri çıkarmanın, Allah’ı küfretmenin, insanları Allah yolundan engellemenin Kur’an dilindeki adı fitnedir, fitne ise adam öldürmekten beterdir. Cenabı Allah Mekke kafirlerinin fitneleriyle Rasûlullah’ın ashabının yaptıklarını kıyaslamış, önce kendilerinin çok daha büyük cürümlerini görmelerini murad etmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır “katlin zahmet olması çabuk geçer, fitneninki devam eder” demektedir. Gerçekten de masum bir insan, kendisine atılmış bir iftirayı temize çıkarmazsa, kıyamete kadar o çirkin iftirayı alnında kara bir leke olarak taşımaya mahkumdur. Hamas şayet, ‘sivil’ denilecek insanları öldürdüyse bu hatadır, bunu yapmamalıdır ama Yahudilerin bir İngiliz-Fransız-Amerikan projesi olarak hariçten ithal edilip, Kudüs’ün bağrına saplanmış olmaları, Filistin halkını kendi toprakları olan Kudüs’ten, mukaddes mekanları olan Mescid-i Aksa’dan çıkarmaları, Allah’ı küfretmeleri, Deir Yasin’den başlayarak Siyonizm adındaki kuduzluğu bütün bölgeye yaymaları dünyanın gelmiş geçmiş en büyük kötülükleri arasında, belki birinci sırada bir fitne değil midir? İsrail fitnesi, Hamas’ın kurşunlarıyla birkaç ‘sivil’in öldürülmesiyle kıyas edilebilir mi?
Gazze’de Kur’an’ın Tefsiri Yeniden Yazılmaktadır
Şu anda Gazzeli Müslümanlar cephede kafirle yüz yüze yaptıkları savaşla Kur’an’ı tefsir etmektedirler. Ölmüş bir ümmetin mensupları olarak içimizden kimilerine âtıl gibi (tarihsel!) görünen cihad ayetlerinin Gazze sokaklarında müthiş bir etkiyle canlandıklarına tanık olmaktayız. Kur’an’ın yeni tefsiri şu anda Gazze’de yazılmaktadır. Böylece Kur’an’ı bir de bir ömür boyu medresede dirsek çürütmüş hocaların değil, Gazze’nin -yaş sınırı olmayan- yiğit gençlerinin kanla yazdıklarından okuyacağız.
İlk olarak Gazzeli Müslümanların mücadelesi İslam’ın abdest, namaz, teyemmüm, nafile oruç, kurban gibi konularının dışında cihad boyutunun da olduğunu göstermiştir. Dövene elsiz, sövene dilsiz gereken ‘Müslüman’ algısı bir anda Allah için savaşan, ölen ve öldüren, inisiyatif alan, gündemi belirleyen, adım atan bir kişiliğe evrilmiştir. Kur’an’ın müminlere yüklediği, kafirlerle, münafıklarla ve ehli kitapla, kendilerinde bir sertlik bulacak şekilde savaşmaları emri (Tevbe, 29, 73, 123; Tahrim, 9) hayat bulmuştur.
İslam’ı İslam yapan, onun kafirlerle mücadele ve savaşmayı da içine alan cihad ilkesidir. Cihad yeryüzünü kafirin tasallutundan kurtarma çabasıdır. Allah yolunda cihadı çekip çıkarsak, İslam’dan geriye mistik bir ‘sır dini’nden başka bir şey kalmayacaktır. Cihad Allah’tan başka kim olursa olsun, insanlardan korkmaya son verir, korkmayı sadece Allah’a hasreder. İslam akidesinin ana başlığı olan ‘lâ ilahe illallah’ sözü ancak güçle ikame edilebilir. İslam ümmetini ölüm uykusundan uyandıracak tek çare cihaddır. İsrail ve onun batılı velileri karşısında düştüğümüz acziyet, tarihimizin en büyük zilletidir. Yahudi terör örgütü İsrail Gazze’yi havadan, karadan ve denizden kuşatma altına aldığı ve Gazze’yi aşama aşama bitirdiği halde, bir tek cürmü bile “ben yaptım” dedirtilememektedir. İsrail adındaki fitne şebekesinin kilidini çözecek tek anahtar güçtür, İslam’ın gücü. Ona haddini bildirmek ancak güçle olur. Rabbimiz Allah’ın, O’nun ve bizim düşmanlarımızı ve bunun dışında Allah’ın bilip bizim bilmediğimiz başka düşmanlarımızı korkutmak için gücümüzün yettiği kadar kuvvet ve ‘besili atlar’ hazırlamamızı emreden buyruğunu (Enfal, 60) şimdi daha iyi anlamaktayız.
İkinci olarak, Gazzeli Müslümanlar kırmızı mürekkeple yazdıkları tefsirlerinde bize, devlet olmanın önemini, hilafet kavramını, müminlerin yeryüzünde iktidar olmalarının zaruretini, emir sahiplerinin ’bizden’ olması gerektiğini, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin neden kâfir, zalim ve fasıklar olduklarını, küfrün tek millet olduğu gibi Müslümanların da tek millet olmasının olmazsa olmazlığını hatırlatmışlardır. Kafirlerden farklı olarak Allah ve Rasûlü de müminlerin velisidirler. Ne zaman ki müminler birbirlerinin velisi olmayı unuturlar, işte o zaman dünyanın çivisi çıkmış, çivisiz dünya bir avuç Siyonist teröristin işleyeceği türlü fitneye açık hale gelmiş demektir. (Enfal, 73).
Üçüncü olarak Gazze mücadelesi Müslüman kavimlere, kendileri ‘Müslüman’ oldukları halde Yahudi yapımı paradigmaya biatlı, kendi halkını küresel küfür sistemine mezcetmekle muvazzaf rejimleri başlarında tutmalarındaki derin çelişkiyi nasıl izah edeceklerini sormuş bulunmaktadır. Müslüman kavimlerin tamamına yakınına, kendilerinden olmayan, sadece isimleri Müslüman kişilerin yönettiği rejimler hükmetmektedir. Müslüman halklar camide hüküm Allah’a aittir derken, siyasette hüküm Allah’ın girdirilmediği parlamentolara aittir diyorlar. Parlamento ise Allah’ın indirdikleriyle hükmetmemeye yeminlidir.
Gazze Cihadını Nasıl Okumalıdır?
Allah İslam ümmetine Hamas vasıtasıyla büyük bir lütufta bulunmuştur. Gazze’nin aç, susuz, ilaçsız, evsiz, hastanesiz, elektriksiz insanları bizim aydınlanmamız için kendilerini yakmaktadırlar. Birilerimiz yanmadan İslam davası yeniden köklerine dönemeyecektir. Babalar ve annelerin, ciğerparelerinin her bir parçasını bir yerden toplamaları da bizi utandırmazsa, artık bizim, Allah’ın vereceği hükmü beklemekten başka bir işimiz kalmamış demektir.
Gazze cihadı yüzlerce kitaba sığmayacak kadar şan, şeref ve kahramanlık hikayeleri doğurmuştur. İslam’ın şehadet mefhumu olduğu sürece İslam davası hiçbir zaman bitmeyecektir. Gazze’nin her yaştan onurlu çocukları ölmekten korkmamaktadırlar. Bunlar Müslümanların yüz akıdır. Biz hayatta kalanlar, Gazze’nin şehit çocuklarına ağıt yakmaktan ziyade kendi acziyetimize üzülmeliyiz. Bizlere, ölmemek için ne çok bahanelerimizin olduğunu, bizi dünyaya bağlayan ne kadar çok bağın bulunduğunu görmemiz ızdırap vermelidir. Gazze insanı ölüyor, canını ve malını asıl sahibine iade ediyor, şehid oluyor. Dünyanın hemen her yerinde Müslümanlar şehadete koşuyorlar. Sıra bizde. Fakat şehadet kapımızı çalmadan önce, yeryüzünde İslam adına, Allah rızası için bir ‘dikili ağaç’ (tevhid ağacı) bırakmaya gayret etmeliyiz. Siyonizm’e itiraz etmeliyiz mesela, küfrün her tonuna itiraz ettiğimiz gibi. Siyonizm’i seven, saygı duyan, Siyonizm’e göre siyasi denge belirleyen yöneticilere, içinde bulundukları büyük fitneyi hatırlatabiliriz. Kafirlerin karşısında zillete düşmemek için müminlerle kardeş olmanın izzetine koşabiliriz.
Gazze’de insanlık ölmektedir. Gazze’de insanlık dirilmektedir. Gazze büyük bir bedel ödemektedir. Gazze biz Müslümanların, asırlardır biriktirdiğimiz kefaretimizdir. Tarihin bu döneminde hesabımızı ödemek bu bir avuç Gazzeli kardeşimize düşmüştür. Kafirle savaşmaktan korkmayarak, ümmet adına ‘güzel örnek’ olmak Gazze’nin, ‘yok’larla donanmış insanına nasip olmuştur. Pek çok basiretli insanın vurguladığı gibi, Türkiye’de Gazze şehitleri için gıyabî cenaze namazları kılınmaktadır. Ama herkes biliyor ki gerçekte cenaze namazları iki milyarlık İslam aleminin gıyabına kılınmaktadır. Okunan salalar ümmet-i merhumenin cenazesini haber vermektedir. Bu arada şunu da belirtmeliyiz. Gazze ve Filistin, bütün benzerleri gibi bizim İslam davamızdır. Dünyanın her bir köşesinde insanlar yaşanan soykırıma ‘insani’ gözle bakmakta, Gazze şehidlerine saygı duymakta, kıyımı insanlık adına lanetlemektedirler. Ama bizler bu büyük olayı bir ‘insanî’ davaya indirgememeliyiz. ‘İnsan hakları’ gibi sözlerle de kalbimizi karartmamalıyız. Gazze bizim İslam davamızın bir cüzüdür.
Bu güzel insanların davasını, “Filistinliler toprak sattılar” türünden hezeyanlarla kirletmek, şehid edildiklerinde kendilerini kolayca tanıyalım diye anne-babalarının avuçlarına isimlerini yazdıkları Gazze çocuklarının hatırasına en büyük hakarettir. Filistinliler toprak sattı diyenler öncelikle, bir Osmanlı toprağı hatta Padişahın özel mülkü olan Filistin’in nasıl bir dalavereyle İngilizlere geçtiğini, daha açıkçası Filistin toprağını İngilizlere kimin sattığını, işgalci eşkıya devleti kurulur kurulmaz tanımakta kimin acele ettiğini, İsrail’in kuruluş yıldönümünde bayram havasında okullarını hangi hükümetin tatil ettiğini, hangi ülkenin başbakanının İsrail’de, “vaat edilmiş topraklarda bulunmaktan gurur duyuyorum” dediğini, 75 yıldır bu terör devletiyle ilişkilerin neyin pahasına sürdürüldüğünü açıklamaları gerekmektedir. Filistin’in toprak sattığını ağızlarında geveleyenler mesela Balfour deklarasyonunun izahını, Sykes-Picot anlaşmasının izahını yapmalıdırlar. Filistinliler topraklarını satsaydılar, bugün Gazze’de ailece ölümü beklemez, yine bir şeyler satar, düşmandan merhamet dilenirlerdi. Asıl Filistin toprağını satanlar, İsrail devletini tanımayı ve onunla iyi geçinmeyi imanın birinci şartı sayanlardır.
Bu alanda yazılmış bir tek makale bile okumadan Filistinlinin toprak sattığını söylemek, İsrail’in safında yer almak için bahane arama çabasıdır. Filistinlileri böyle töhmet altında tutanların batı emperyalizmine, İngiliz, Fransız siyasetine, ABD’nin nasıl olup da bütün ‘İslam’ ülkelerini teker teker yağma ve talandan geçirdiğine dair söyleyecekleri bir sözlerinin de olması gerekirdi.
Bitirirken, Gazze’deki soykırım vesilesiyle bir türlü gelmeyen Mehdi hazretlerine de kısaca değinmek istiyoruz. Şu anda Gazze’de yaşananlar gibi olağanüstü hallerde Mehdi konusunu raftan indirenlerin akıl seviyeleri de böylece açığa çıkmaktadır. Cennete-cehenneme iman ettiği gibi Mehdiye de inandığını söyleyen ‘hoca’lar hem kendilerini hem de müridlerini kandırmaktadırlar. Mehdi terimi, şu an savaşmakta olduğumuz Yahudilerin mesih inancının Arapçaya ve İslamî düşünceye tercüme edilmiş biçimidir. Dini Allah’a has kılmazsanız, onu uydurma rivayetlerden oluşan bir kültüre has kılarsınız ve her uydurma söz sizin dininiz olur. Allah bizden cehd istemekte, cihad yapmamızı emretmekte, canımızı can pazarına, malımızı (evler, lüks arabalar, yazlık villalar, banka hesapları, hasılı çok konforlu bir hayat) mal pazarına getirmemizi emretmektedir. Bu iki pazara yolu düşmeyen ‘mehdici’ bir Müslümanlık dinimiz İslam’da yoktur. Allah nübüvveti kapattı da mehdiliği mi açtı? Mehdi gelecek diyenler Muhammed (as)’ın son nebî olduğuna inanmakta zorluk çekenler olmalıdır. Mehdi bekleyenler Yahudilerin mesih inancını nasıl reddedecekler? Eğer mesihi reddedemeyeceklerse, o zaman mehdi inancı kendiliğinden çökmektedir. Mehdi bekleyenler Gazzeli çocuklardan bari utanmalıdırlar.
Son sözümüz İsrail’edir: Ey İsrail, milletlerin hayatında 75 yıl çok uzun bir süre değildir. 75 yıla bakıp da sakın Filistin’i vatan edindiğini sanma. Hiçbir hırsız ve gasıp, mesleğini icra etmek için girdiği evde daimî kalıcı değildir. Sen de Filistin’de daimî kalıcı değilsin. Bir gün sen Filistin’den yok olacaksın, belki de kendine yeni Hitler bulacaksın. Ahirette ise senin yurdun cehennemdir.
* İzzettin Kassam, Suriye’nin Lazkiye şehrinin Cebele köyünde doğmuş, Ezher’de okumuş, İhvan-ı Müslimîn’e katılmış, Filistin’de Yahudilerin toprak almasına ve nüfus hareketlerine karşı mücadele etmiş bir ilim adamı ve mücahiddir. İzzeddin Kassam İtalya’nın Trablus’u işgal etmesi üzerine Libya’ya giderek Osmanlı ordusu saflarında İtalya’ya karşı mücadeleye katılmak istemiş ama İtalya ile anlaşma yapıldığı için cepheye gitmesi mümkün olmamıştır. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı ordusuna yazılmış, Şam’ın Fransızlar tarafından işgal edilmesi üzerine Fransızlara karşı mücadeleye girişmiş, Fransızlar tarafından gıyabında idam cezası verilince Filistin’in Hayfa şehrine yerleşmiştir. İzzeddin Kassam Fransızlara karşı mücadele etmek için küçük askeri birlikler (tugay: ketîbe/ketâib) kurmuştur. Kassam’ın, Filistin’de Yahudilere arazi satılmasına şiddetle karşı çıkmayı da içeren mücadelesi, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı planlayan İngilizleri rahatız etmişti. 1935 yılı Kasım ayında Nablus-Cenîn arasında İngilizler tarafından kuşatılarak şehid edilmiştir. (Mustafa L. Bilge, DİA, 24/582).
İzzeddin el-Kassam Tugayları, 1987 yılında Ahmed Yasin, Abdülaziz Rantisî ve Muhammed Tahâ tarafından Gazze’de İhvan’ın Filistin şubesi olarak kurulmuş olan HAMAS (Hareketu’l-Muhâvemeti’l-İslamiyye)’nin askeri birliğidir.
İktibas, Kasım sayısı yorumu
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *