Reel politika ve ulusal menfaatler gibi modern dönem putlarına tapınmanın bir neticesi olarak, siyonist gasp ve işgali reddetme asgari insani/ahlaki düzlemi yerine, gasp ve işgali normalize etme, meşrulaştırma ve dahası onunla işbirliği yapma gibi tutumlara yönelenler terazide kaybedenlerdir…
Bizler elhamdulillah, Rabbimizin ölçülerine “işittik ve itaat” ettik teslimiyetiyle tâbi olmuş Müslümanlarız. Bu teslimiyetimizin bir gereği olarak da akidevi olarak teberri ettiğimiz cahiliye düzenlerinden ve onların yöneticilerinden İslami bir tutum beklenmeyeceğini bildiğimiz gibi, tutarlılık ve benzeri asgari insani/ahlaki tutumlar da bekliyor değiliz. Bu tür gündemlerle kastımız, kralın çıplak olduğu gerçeğini, bu gerçek olanca aleniliğiyle ortada dururken hep unutan kitlelere tekrar tekrar hatırlatmaktır. Değil mi ki biz öğüt vermekle, hakkı ve sabrı tavsiye etmekle mükellef dâvetçileriz.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluşu itibariyle yönünü Batıya döndüğü ve son birkaç asrın başat emperyalist bloğu olan Batı kampının bir parçası/uydusu olarak hareket ettiği malumdur. Kuruluşu itibariyle laisizminden nasyonalizmine, kapitalizminden pozitivizmine, alfabesinden takvimine, kültüründen kıyafetine Batının arka bahçesi olmaya yöneldiği gibi, Batının İslam coğrafyasına yönelik işgal plan ve girişimlerinde de işbirlikçi olarak payandalık yapmıştır.
Bu noktada 1948’de İslam coğrafyasına İngiliz/Amerikan emperyalizmi tarafından bir hançer gibi saplanan Siyonist işgal rejiminin kuruluşunu ilk tanıyan ülkelerden olması, Cezayir işgalinde Fransa’dan yana tavır alması akla ilk gelen örneklerdendir. Son çeyrek asırda Irak’a, Afganistan’a, Libya’ya vs yönelik işgal saldırılarında Türkiye’deki NATO üslerinin kullanılmış olduğunu da hatırlarsak bu durumda dünden bugüne bir değişiklik olmadığını görürüz.
Mart 2022’de Siyonist rejim şefi Herzog’un Ankara’da şaşaalı bir şekilde karşılanması ve ağırlanması, ardından Kasım 2022’de karşılıklı olarak yeniden büyükelçi atamalarının yapılması sürecinde “İsrail”in çıkardığı Doğu Akdeniz gazının Avrupa’ya taşınmasında Türkiye’nin koridor olması gündeme getirilmişti.
Tabi bu, Türkiye açısından aleni bir şekilde bir gasba, hırsızlığa ortaklık etme yaklaşım ve tutumunu ifade etmekteydi. Zira Siyonist işgal yetkilileri ve işbirlikçileri tarafından “İsrail gazı” diye nitelenen Doğu Akdeniz gazı, gasbedilmiş olan Filistin gazından başka bir şey değildi. İşte AKP yönetimindeki Türkiye, bu gasba karşı çıkmak şöyle dursun, alenen gasba yardım ve yataklık yapma iradesini ortaya koymaktaydı.
Aradan geçen bir yıl sonrasında ise, bu yardım ve yataklık iradesi daha da ileriye taşındı ve gasba doğrudan iştirak, ortaklık iradesine dönüştü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, BM Genel Kurulu’na katılmak için gittiği ABD’de Siyonist işgal rejimi başbakanı Netanyahu ile bir görüşme gerçekleştirdi ve görüşme sonrası “İnşallah çok fazla gecikmeden bu adımı atacağız ve birinci derecede enerji konusu olmak üzere İsrail’le enerji sondaj çalışmasını başlatacağız. Aynı zamanda Avrupa’ya da enerji nakil hatlarını işletmeye başlayacağız. Aynı zamanda tabii uluslararası siyasette de beraber neler yapabiliriz bunları da görüşme, konuşma fırsatımız oldu” açıklamasında bulundu.
Erdoğan, sonrasında yaptığı Nahçıvan ziyareti dönüşünde de uçakta gazetecilere bu konudaki açıklamalarını sürdürdü ve o açıklamada da şu ifadeleri kullanıyordu: “Türkiye ve İsrail olarak birçok alanda iş birliği yapıyoruz. Yeni iş birliği alanlarının varlığı da bir gerçek… İsrail’in kaynaklarının Avrupa’ya taşınması konusunda arayışta olduğu da herkesin malumu… Diğer taraftan sondaj çalışmaları noktasında da iş birliği fırsatları bulunuyor. Bununla ilgili teknik çalışmaların yapılması talimatlarını ilgili arkadaşlarımıza verdik. En kısa sürede gerek Türkiye’de gerek İsrail’de yapacağımız görüşmelerde rota, takvim ve sondaj alanları gibi ayrıntıları da netleştiririz.”
Bu açıklamada Doğu Akdeniz’deki Filistin doğalgazından aleni bir şekilde “İsrail’in kaynakları” diye söz etmesini not etmek gerekiyor.
Konuyla ilgili Filistin direnişinin yaklaşımı ise gasba ve gasba ortaklık tutumuna yönelik açık bir muhalefeti ifade ediyor. HAMAS liderlerinden Musa Ebu Merzuk, bir toplantıya katılmak için bulunduğu Türkiye’de konuyla ilgili olarak bir gazeteye verdiği demeçte “Biz ilke olarak İsrail’le yürütülen ilişkilere karşıyız. Gaz meselesine gelince, gaz bizim gazımız. İsrail tarafından çalınan ve gasbedilen bir gaz söz konusu” ifadeleriyle tutumlarını bir kez daha dile getirmiş oldu.
Şurası açık ki, Siyonist işgal rejiminin gasp ettiği Filistin’in Doğu Akdeniz’deki doğalgazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıma açıklaması yapıldığında bu gasp suçuna ortaklık iradesine tepki gösterilmeyince, yöneticiler de bundan cesaret alarak gasba ortaklık iradesini bir ileri düzeye taşımış bulunuyorlar.
Oysa benzer açıklamalar Müslümanlara en ağır baskıların yapıldığı 28 Şubat’ta yapılmış olsaydı çok ciddi tepkiler ortaya konulur, İstanbul’un, Ankara’nın meydanları “Kahrolsun İşgalci Siyonistler ve İşbirlikçileri” sloganlarıyla inlerdi.
Ne var ki AKP Hükümetleri döneminde Türkiye’deki “İslami çevreler”in çoğu adım adım mevcut işleyişe entegre oldular ve İslami niteliklerini kaybettiler. Böyle olunca, Rabbimizin kendisi ve Rasulü’yle savaşmak olarak nitelediği faizin normalleştirip yaygınlaştırılmasına, fısk-fücurun sıradanlaşmasına ve konumuz olan Siyonist işgalcinin Filistin gazını gasbına ortaklık iradesi ortaya konulmasına dahi sessiz, tepkisiz kalınması zilletine dûçar olundu.
Hırsızla Mücadele Edilir, Ortak Olunmaz
Bir eve veya işyerine hırsızlar girdiğinde, bu durumdan haberdar olan komşuların yapması gereken bellidir. Hırsızlara asgari olarak sesli tepki göstermek en azından hırsızların kaçıp gitmesini sağlamaya çalışmak. Tabi kimi insanların hırsızlardan korktukları için sessiz kalmaları da anlaşılabilir.
Ancak hırsızlarla anlaşıp hırsızlığa yardımcı olması, ortaklık etmesi hırsızlığın da ötesinde bir suçtur. İşte Türkiye yönetiminin Doğu Akdeniz’deki Filistin gazıyla ilgili deklare ettiği irade tam olarak böyle bir suç ortaklığına tekabül etmektedir.
Hangi ülke “normalleşme” anlaşması imzalarsa imzalasın, şu gerçeği hiçbir adım ve hiçbir anlaşma değiştiremez ki siyonist rejimin hiçbir meşruiyeti yoktur. Emperyalist işgalci İngiltere’nin 1917’deki Balfour Deklarasyonu’yla birlikte adım adım gerçekleştirilen ve terör faaliyetleri sonucu gasb edilen Filistin toprakları üzerinde 1948’de Amerikan emperyalizminin himayesinde ilan edilen bir işgal rejimidir.
Filistin bir bütün olarak Filistinlilere ait bir coğrafya olduğu gibi, Akdeniz’in Filistin’e denk gelen bölümleri ve ondaki doğal kaynaklar da Filistin halkına aittir. Evet 1948 yılından bu yana Filistin’de işgal vardır ve bu işgal her geçen gün emperyalist güçlerin desteğiyle genişlemiştir ve genişlemektedir. Fakat bu durum asli gerçeği değiştirmemektedir, değiştiremeyecektir. Siyonist rejim bir işgal rejimidir ve Rabbimizin inayetiyle bir gün bölgeden sökülüp atılacaktır.
Nasıl ki bir gasıbın, hırsızın gasp ettiği, çaldığı mallar hiçbir zaman onun meşru mülkiyeti olmamaktadır ve bu konuda zaman aşımı da söz konusu değildir. Aynı şekilde Filistin’in gasp ve işgali de hiçbir zaman normalize edilemeyecektir ve asgari insani/ahlaki değer yargısı sahiplerince işgal işgal olarak, işgalci güç de işgalci olarak anılmaya devam edilecektir.
Filistin aslında bir terazidir. Fert, topluluk ve otoritelerin söz konusu ettiğimiz asgari insani/ahlaki değer yargıları çerçevesinde tartıldığı bir terazi…
Reel politika ve ulusal menfaatler gibi modern dönem putlarına tapınmanın bir neticesi olarak, siyonist gasp ve işgali reddetme asgari insani/ahlaki düzlemi yerine, gasp ve işgali normalize etme, meşrulaştırma ve dahası onunla işbirliği yapma gibi tutumlara yönelenler terazide kaybedenler olduğu gibi, Filistin gazının gaspına ortaklık hususunda ortaya konulan meşum irade örneğinde olduğu gibi suça doğrudan iştirak etmek tüm bunların fevkinde bir duruma denk gelmektedir.
Siyonist işgal medyasının, ABD’deki Erdoğan-Netanyahu görüşmesiyle ilgili olarak yaptığı bir yorumda, İslam coğrafyasındaki işbirlikçi yönetimlerin, işgalin, gaspın ve onun aktörlerinin meşrulaştırılması noktasındaki işlevlerine işaret etmesi açısından dikkat çekiciydi. Jeruselam Post adlı gazetede yer alan analizde, görüşmenin, Netanyahu’nun yargı revizyonu nedeniyle zarar gören itibarını kurtaran bir adım olduğu dile getirilerek şu ifadelere yer veriliyordu:
“Toplantı, Netanyahu açısından siyasi bir amaca da hizmet ediyor. Başbakanın uluslararası itibarı, hükümetinin yapısı ve hararetli yargı revizyonu tartışmaları nedeniyle darbe aldı… Buna benzer toplantılar, ona bir devlet adamı olarak meşruiyet kazandırıyor.”
Türkiye’deki İslami mücadele birikimi şayet son 20 yıllık AKP döneminde özgün, tevhidi konumunda kalabilse ve çoğunluğu itibariyle temelden yanlış bir tercihle AKP üzerinden düzene entegre sapmasına yönelmemiş olsaydı, tüm bu olup-bitenlere karşı güçlü bir “One Minute” itirazı ortaya konulabilirdi.
“Müslüman Türkiye”de Yükselen Değerler (!)
Bir asır önce kıblesi dipçik zoruyla Batıya çevirilmiş olan bir ülke Türkiye bilindiği üzere. Bir yazarın “Türk” tarifinde de ifadesini bulduğu gibi bu ülke İsviçre medeni kanununa göre evlenilen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırma yapılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre de insanların defin işlemleri yapılan bir ülkedir. Yani İslam’a biçilen konum, ölüler dini, mezarlıklar dini olmaktan ibarettir!
Hal-i pür melali bundan ibaret olan Türkiye, kalemi aklından büyük olan bazı köşe kadılarınca “Müslüman Türkiye” diye tesmiye edilebilmektedir. Demek ki dilin olduğu gibi kalemin de kemiği yokmuş!
Peki “Müslüman Türkiye”de halihazırda yükselen “değerler” nedir diye bir soru sorulsa ilk akla gelen hususlar ne olacaktır? Son dönemin gündemlerine bakıldığında verilecek cevap, faiz ve yarı çıplak şekilde tüm dünyanın önüne çıkan ve aralarında cinsel sapkınlıklarını alenen ortaya koyan figürlerin de bulunduğu ulusal voleybol kadın takımı olsa gerektir.
Evet, tıpkı yukarıda sözünü ettiğimiz “One Minute’tan Filistin Gazının Gasbında Suç Ortaklığına” misalinde olduğu gibi, ekonomi alanında da seçim öncesi dönemdeki “nas” söylemi, önce “pas” dönemiyle yer değiştirdi, seçim sonrası dönemde ise yerini tam anlamıyla faizin yükseltilmesi furyasına bıraktı.
Kur’an’da faizin Allah ve Rasulü ile savaşmak olarak niteleniyor olması, reel politika ve piyasa putlarını pratikte tazim edilmesi gereken asli ilah bilen kadrolar açısından bir anlam ifade etmemektedir görüldüğü üzere. Zaten bizler de, kıblesi temelden bâtıl olan bir rejimin yöneticilerinden farklı bir yaklaşım ve icraat bekliyoruz değiliz. Zaten eğri cetvelle doğru çizgi çizeceğini söyleyen biri olursa, ondan ziyade ona inanan kimseleri ilzam etmek gerekir.
İşin üzerinde durmamız gereken yanı, reel politika ve piyasa ilahına rağbet eden, politik çizgilerini başından itibaren böyle belirlemiş olan AKP kadrolarının bu icraatlarının, kendilerini destekleyen “dindar” kitlelerce tepkiyle karşılanmaması, bilakis AKP her ne yaparsa onu mazur görmeye, dahası meşrulaştırmaya hazır bir kıvama getirilmiş olmasıdır.
20 yıl öncesinde şehirlerdeki parklardaki bankların üzerinde banka reklamı var diye onlara oturmaktan imtina eden bu coğrafyanın “dindar” kesiminin AKP ile geldiği nokta hakikaten içler acısıdır.
“Müslüman Türkiye”de bir diğer yükselen değer (!) ise dile getirdiğimiz gibi, içlerinde cinsel sapkınların da bulunduğu yarı çıplak voleybolcu kadınlardır. Asgari insani/ahlaki normlar çerçevesinde ele alınsa bile, kadın bedeninin alenen teşhiri ve erkek egemen bir spor kültür ve endüstrisi içinde nesneleştirilmesi mücrimliğine tekabül eden bu hal, spor adı altında fısk-fücurun meşrulaştırılıp yaygınlaştırılmasına hizmet etmektedir.
Kadim dönemlerin köle pazarlarından söz eden kaynaklar, kadın kölelerin kol, bacak ve bel bölgelerinin kolay alıcı bulmak gayesiyle teşhir edildiğini haber vermektedir. Tıpkı cahili eğlence kültür ve endüstrisinde olduğu gibi, spor adı altındaki bu yaşananlarda müşahede edilenler de modern bir köle kültürüne denk geliyor değil midir?
Meselenin bir diğer boyutu, Kemalist kesimlerin işbu voleybolcu kadınları tam anlamıyla ideolojik bir enstrümana dönüştürme çabasıdır. “Cumhuriyet kadını”, “Atatürk’ün çağdaşlık devriminin temsilcileri” gibi ifadelerle ideolojik bir anlam yüklenen yarı çıplak voleybolcu kadınların, gerek Kemalist gerekse muhafazakâr demokrat kesimlerce “filenin sultanları” şeklinde taltif edilmesi ise, Kemalistlerle muhafazakâr demokratların “rejimin kutsalları” konusunda icma/konsensüs ediyor olmalarının bir misalidir.
Burada “rejimin kutsalları” ifadesini kullanmamızın yadırganacak bir yönü yoktur. Zira bu rejime göre bankalardan elde edilen faiz geliri de, umumhanelerden elde edilen vergi geliri de “kutsaldır.” Zira bu rejimin “akidesine” göre “vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.” Dolayısıyla bu rejimin türlü “kutsalları” vardır ve bunlar konusunda rejimin her iki kanadı arasında konsensüs vardır.
Son yıllarda peydahlanan ve hem “Kur’ancı”, hem de “Kemalist” olma iddiasındaki Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman gibi figürlerin fısk-fücurun temsilcisi, modern spor kültür ve endüstrisinin köleleri durumundaki voleybolcu kadınlara sahip çıkmaları ise ilhad ve irtidatta gelinen noktayı ortaya koyması açısından ibret vericidir.
Bizler, iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme çabasıyla mükellef kılınmış olduğumuzun bilinciyle, tüm bu tuğyan ve fısk-fücur dalgalarına karşı hakkı söylemeye çalışmaktayız ve yakin gelinceye kadar da tuğyanla, fısk-fücurla asla uzlaşmadan hakkı söylemeye devam edeceğiz.
İKTİBAS (Ekim ayı yorumu)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *