Truman Doktrini, Türkiye’nin yalnızca Sovyetler Birliği’ne karşı konumlandırılmasını sağlamadı, aynı zamanda İsrail Devleti’nin varlığını sürdürmesini de güvence altına aldı…
Tevfik Kadan / Aydınlık
İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarıydı. Alman panzerleri Avrupa’yı çiğniyor, İngilizler hapsoldukları adada açlıktan kıvranıyordu. Winston Churchill, ne yapıp edip ABD’yi kendi yanlarında savaşa çekmeye çalışıyordu. Ağustos 1941’de HMS Prince of Wales gemisi ile savaşın ilk transatlantik geçişini yapan Churchill, Placentia Körfezi’ne giderek Amerikan savaş gemisi USS Augusta’da ABD Başkanı Franklin Roosevelt ile buluştu. İki lider, 14 Ağustos 1941’de yeni dünya düzenini ilan ettikleri Atlantik Bildirisi’ni tüm dünyaya duyurdu.
Atlantik Bildirisi, her ne kadar ABD’yi resmen savaşa sokmasa da, İngilizler aradığı kanı bulmuştu. Dünya emtia üretiminin yüzde 50’sini yapan Amerikalılar, savaş boyunca İngilizlere her gün bir çıkarma gemisi vermeye başlamış, silah ve mühimmat akışını garanti altına almışlardı.
Aralık 1941’de gerçekleşen Pearl Harbor saldırısı ise ABD’nin resmen savaşa dahil olmasını sağladı. Dünyanın gördüğü en büyük donanmayı Pasifik’e çıkaran ABD’liler, Almanlar ile Japonlar arasındaki lojistiği keserek mihver cephesini böldü. İki atom bombasıyla da Sovyetler Birliği’ne net bir mesaj veren Amerika, transatlantik cephenin kesin zaferini de ilan etmiş oldu.
Savaştan elinde yaklaşık 1000 gemi ile çıkan ABD, artık küresel hegemonyayı da ele almaya hazırdı. Yeni düşman Sovyetler Birliği olacaktı. 5 Mart 1946’da Westminster Koleji’nde konuşan Winston Churchill, “demir perde” terimini kullanarak Soğuk Savaş’ın ilk mesajını vermişti. Ancak İngilizler, artık küresel hegemonyanın sonuna gelmişti. ABD, adım adım İngilizlerin boşluğunu dolduracak ve 1956 yılındaki Süveyş Krizi ile birlikte küresel hegemonyayı resmen devralacaktı…
TÜRKİYE TAKSİMİ KABUL ETMEMİŞTİ
İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan oldukça zayıf çıkması nedeniyle Filistin meselesi dünyanın gündemine geldi. İngiltere, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na başvurarak Filistin hakkında rapor sunacak bir soruşturma komisyonu oluşturulmasını istedi. Komisyon raporu, İngiltere’nin Filistin’deki manda rejiminin sona ermesini, Filistin’in Arap ve Yahudi devletlerine bölünmesini ve Kudüs’ün uluslararası kontrole tabi olmasını içeriyordu. Nitekim Nazilerin ölüm kamplarından kurtulmayı başaran 1 milyondan fazla Yahudi de gemilerle Filistin topraklarına taşınmış, bölgedeki demografi değişmeye başlamıştı. 10 Kasım 1947’de ABD ve SSCB, Filistin’in taksimini kabul ettiklerini açıkladı. Bunun üzerine İngiltere de 1 Kasım 1948’e kadar Filistin’i tamamen tahliye edeceğini bildirdi. Böylece Filistin’i taksim planı, 29 Kasım 1947’deki BM Genel Kurulu oylamasında 10 çekimser, 13 aleyhte oya karşılık 33 oyla kabul edildi. Arap ülkeleri ile birlikte ret oyu verenler arasında Türkiye de vardı. Ancak bu direniş, uzun soluklu olmayacaktı.
TRUMAN DEVREYE GİRİYOR
İngiliz Hükümeti, yaşadığı ekonomik zorluklar nedeniyle Yunanistan ve Türkiye’ye yaptığı askeri ve ekonomik yardımları kesmek zorunda kalacağı konusunda ABD yönetimini bilgilendirmişti. Başkan Truman, eğer ABD yardımlara devam etmezse Yunanistan’ın Sovyetler Birliği’nin desteklediği Bulgar ve Yugoslav yönetimi tarafından ele geçirileceğini; bu gerçekleşirse Türkiye’nin de kendisini savunulamaz bir konumda bulacağını, bu durumda Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun kaçınılmaz olarak komünist egemenliği altına gireceğini değerlendirdi. Bunun üzerine 12 Mart 1947’de Kongre’ye çarpıcı bir mesaj gönderen Truman, Yunanistan ve Türkiye’yi desteklemek için derhal ve kararlı bir şekilde harekete geçilmesini istedi. Kongre, ABD dış politikasındaki bu tarihi değişikliği 22 Mayıs 1947’de onayladı. Başkan’ın bu mesajından Truman Doktrini ortaya çıktı. Kongre tarafından “komünist saldırı tehdidi altındaki özgür dünya ülkelerine yardım ilkesi” kabul edildikten kısa süre sonra da Marshall Planı uygulamaya konuldu. Takip eden yıllarda Türkiye’ye verilen askeri ve ekonomik yardımlar, dış politikamızda son derece etkili oldu.
İSRAİL’İ BÖLGEDE TANIYAN İLK DEVLET
David Ben-Gurion, 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulduğunu duyurdu. Bu duyurudan sadece 11 dakika sonra da ABD Başkanı Truman, İsrail Devleti’ni tanıyan ilk ülke olacaklarını açıkladı. Ancak Arap devletleri İsrail’e karşı çıkıyor, giderek de Sovyetler Birliği’ne yaklaşıyorlardı. Truman’ın planı ise İsrail’i Türkiye’ye emanet etmekti.
Harry Truman, Türkiye’yi yalnızca Sovyetler Birliği’ne karşı bir cephe ülkesi olarak görmediğini, aynı zamanda İsrail’in koruyucusu da olarak gördüğünü açıkça ilan etti. ABD parası ile hizaya getirilen Türkiye, İsrail’e olan bakışını tamamen değiştirdi. Böylece İsrail, Türkiye tarafından Mart 1949’da “de facto” olarak tanındı. Türkiye ve İsrail arasındaki diplomatik ilişkiler 7 Ocak 1950’de ilk misyon şefi Seyfullah Esin’in atamasıyla başladı. Ocak 1952’ye gelindiğinde ise ilk büyükelçi ataması yapılacak ve İsrail artık “de jure” olarak da tanınacaktı. Böylece Atatürk’ün dış politikası terk edilmeye başlanmış, Sovyetler Birliği, Mısır ve Suriye gibi ülkeler “düşman” kabul edilirken ülke Batı kampına yaklaştırılmıştı…
EİSENHOWER DOKTRİNİ
Türkiye dış politikasındaki dönüşüm 1950’den sonra keskinleşmişti. Cumhuriyet Halk Partisi seçimi kaybetmiş, Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti iktidara gelmişti. Zaten bir süredir Türkiye’nin NATO üyeliğini garanti altına almadığı için CHP’yi sert sözlerle eleştiren Menderes, ABD ile birlikte İsrail’e de yaklaştı. 1956 yılındaki Süveyş Krizi ise bölge için dönüm noktasıydı. Krizin ardından ABD Başkanı Eisenhower, 5 Ocak 1957’de Kongre’ye gönderdiği ve daha sonra Eisenhower Doktrini adıyla anılacak olan mesajında, şu maddelere yer veriyordu:
1) Bağımsızlıklarının korunması için kalkınma çabası içine giren Ortadoğu ülkelerine ekonomik yardımda bulunmak.
2) Ekonomik yardıma ek olarak talep eden ülkelere askeri yardımda da bulunmak.
3) Bu ülkelerin talep gelmesi şartıyla, “milletlerarası komünizmin kontrolü altında bulunan bir ülkeden gelecek açık silahlı saldırılar karşısında” Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına izin vermek. Böylece Türk yönetimi, Truman’ın ardından bir kez daha ABD parası ile silahına ulaşmış, karşılığında ise İsrail’in varlığını garanti altına almıştı.
MOSSAD’IN İSTİHBARATLARI
Bu dönemde Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler giderek gelişti. Ankara, “Sovyetler Birliği ile yakın ilişkileri ve ülkede komünist bir devrim olması ihtimali” nedeniyle Suriye’ye karşı yığınak yapmaya başlamıştı. MOSSAD da Suriye’nin sınıra asker yığdığı yönünde Türkiye’ye gerçekçi olmayan istihbaratlar vererek Ankara’yı kışkırtmaya başladı. Suriye ile Mısır’ın “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleşmesi ise ABD ve İsrail’in Türkiye üzerindeki operasyonlarını yoğunlaştırdı. Türkiye, İsrail’in askeri ataşe bulundurduğu dört ülkeden biri haline gelmişti. Diğer üç devlet ise İngiltere, Fransa ve ABD idi. MOSSAD da Türk istihbaratı içinde örgütlenecek ve bölgesel çıkarlarına Türkiye’yi alet edecekti.
1958’e geldiğimizde ise Türkiye dış politika yönelimini tamamen değiştirmiş ve İsrail’le “Çevresel Pakt” adı altında işbirliğine gitmişti. İsrail’in bu antlaşma ile hedefi; Ortadoğu’da içine düştüğü izolasyondan kurtulmak, Arap devletlerine karşı Türkiye ile denge kurmak, Batı ile daha sıkı stratejik ilişkiler geliştirmekti. Türkiye, Truman’ın kendisine verdiği görevi bir kez daha üstlenecekti.
YENİDEN AYNI KAMPLAŞMA
Sovyet tehdidi yalanlarıyla Batı’ya zincirlenen Türkiye, ABD parası ve silahıyla da İsrail’in hamiliğini üstlenmişti. Böylece İsrail yönetimi yıllar içinde Filistin’deki işgalini genişletirken, Arap kuşatmasına karşı da Türkiye’yi can simidi olarak görecekti. Şimdilerde de benzer bir katliam dönemini başlatan İsrail yönetimi; İran, Lübnan, Suriye ve Mısır gibi ülkelerin devreye girmesine karşı, Türkiye’nin “arabuluculuğuna” güveniyor olabilir. Bu kez hedefleri Gazze’yi işgal ederek Filistin’in denize çıkışını tamamen önlemek. Çünkü karaya hapsedilen bir Filistin’in yaşayamayacağını onlar da iyi biliyor. Türkiye ise itidal çağrıları ve kınamalar ile yetinerek İsrail’e karşı somut adımlar atmakta zorlanıyor. Ancak tarihten çıkarmamız gereken bir ders var: Biz susarsak, Filistin yaşayamaz! Anlaşılan Truman’ın gölgesi, Ortadoğu’da yeniden dolaşıyor.
GİZLİ GÖRÜŞME
29 Ağustos 1958’de İsrail Başbakanı Ben-Gurion, Ankara’ya gizli bir ziyaret yaparak Başbakan Adnan Menderes ile anlaşma masasına oturdu. Görüşmeye iki ülkenin başbakanları, Türk Dışişleri Bakanı ve birkaç general katıldı. Gizliliğin korunması adına salona garson dahi alınmadı, servisi büyükelçiler yaptı. Ankara’da yapılan bu görüşme ve anlaşmanın maddeleri gizli tutuldu. Sonradan çıkan tutanaklara göre Ben-Gurion, “Nasır’a karşı beraber olma” teklifinde bulunmuştu. Bu görüşmeden sonra Türkiye ile İsrail arasındaki istihbarat paylaşımı da hızlandı.
‘İSRAİL’İN ÖMÜR BOYU DOSTU VE DESTEKÇİSİ’
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) raporuna göre ABD, 1972 yılından 2015’e kadar BMGK çatısı altında Yahudi devletini korumak için 53 kez veto oyu kullandı. ABD Başkanı Joe Biden, İsrail’in kuruluşunun 75’inci yıldönümünde yaptığı açıklamada, kendisini “İsrail’in ömür boyu dostu ve destekçisi” olarak tanımladı.
ANTİ-SEMİTİZM TÜRKİYE’DE HİÇ VAROLMADI
İsrail yönetimi, Türkiye’deki vatandaşlarını ülkeyi terk etmeye çağırdı. Halbuki İspanya’da katledilen Yahudileri Osmanlı’nın deniz gazileri kurtarmıştı. Sefaradlara da Aşkenazlara da kapısını açan Osmanlı’ydı. Holokost’tan kaçan Yahudiler Türkiye’ye sığınmıştı. Yunanistan’da darbe olmuş, zulüm gören Yahudiler gemilerle Türkiye’ye taşınmıştı… Yahudiler, bugüne kadar Türklerden yalnızca yardım eli gördü. Anti-semitizm bu topraklarda hiç yaşamadı.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *