14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ardından toplumda oluşan genel hava İslam’ın ve Müslümanların zaferi şeklinde oluşmuştur. Ancak hakikat kesinlikle bu değildir.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun 100. yılında, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin devreye girmesinin ilk 5 yılının ardından müesses nizam açısından oldukça önemli bir seçimi geride bıraktı. İktidar ve muhalefet bloğu arasında başa baş geçeceği tahmin edilen seçim AKP ve Cumhur İttifakının önde çıkmasıyla sonuçlandı. Ekonomide ve dış siyasette yaşanan zorluklar, sığınmacı meselesi, genç kuşağın değişim talebi gibi pek çok konuda ileri sürülen muhalefet tezleri AKP iktidarının değişmesi için yeterli olmadı. Türkiye’nin son 40 yıldır yaşadığı terör sorunu, 15 Temmuz darbe girişimi, muhalefetin seçimden önce dahi kendi arasında birlik sergileyememesi gibi etkenlerin seçmenin tercihlerini belirlediği varsayılabilir. İlk turda yaşanan mağlubiyetin ardından muhalefet tabanından depremzedelere yönelik gelen aşağılama, verilen tüm vaatler, HDP seçmenine yönelik kayyum uygulamasının sonlandırılması, yerel yönetim özerkliği gibi söylemler de seçimin sonucunu değiştirmeye yetmedi.
Hem iktidar hem de muhalefetin, kontrolleri altındaki kamu kaynaklarını alabildiğine seferber etmeleri bu seçimlerde ön plana çıkan konulardan biriydi. Muhalefet kendi bünyesinde bulunan büyükşehir belediyelerinin kaynaklarını reklam ve tanıtım için kullanmış, yetmemiş belediyeleri yönetmek için seçilmiş iki büyükşehir belediye başkanını sahaya sürmüştür. Ancak iktidar bu konuda daha da pervasız davranmış ve devletin tüm imkanlarını, 21 yıllık iktidarı döneminde palazlandırılan medyasını ve giderek tüm bakanlarını da sahaya sürmek suretiyle seçimin kendi lehine sonuçlanması konusunda avantaj elde etmiştir. Her iki tarafın trol diye adlandırılan sosyal medya hesapları üzerinden birbirlerine karşı yürüttükleri dezenformasyon çalışmaları da toplumun bu dönemde şahitlik ettiği çirkinliklerden olmuştur. Her iki taraf da toplumun İslami hassasiyetlerini kendi lehlerine kullanabilmek adına pek çok hamle yapmıştır ancak bu konuda Cumhurbaşkanının ilk tur seçimlerinden bir gün önce, 13 Mayıs’ta akşam ve yatsı namazlarını Ayasofya’da kılması, bunun da medyadan alabildiğine reklam edilmesi kıyas kabul etmez bir hamledir. Seküler devlet de bu durumdan hiç rahatsız olmamış ve mazur görmüştür. Zira kılınan namazın tağuta karşı ve sadece Allah’a teslimiyet için kılınmadığının farkındadır.
Seçimin kazanan ve kaybedenleri hakkında önümüzdeki dönem daha çok tartışmalar yapılacaktır. Tayyip Erdoğan’a karşı girdiği bilmem kaçıncı seçimi de kaybeden Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasi geleceğinin de bittiği ya da artık uzatmaları oynadığı görülmektedir. Millet İttifakının bileşenleri olan ve toplamda %1 oy oranına sahip 4 küçük partinin kazandığı 40 milletvekilliği dışında muhalefet içerisinde kimsenin bir kazanç elde ettiğini söylemek mümkün değildir. Tabii bir de CHP’nin kazanımı olarak Saadet Partili çarşaflı kadınların CHP bayrağı sallaması sayılabilir. Özellikle dikkatimizi çeken bir husus da seçime Yeşil Sol Parti adıyla giren HDP’nin oy kaybıdır. Bu konu bölgedeki sosyolojinin değişiminin en net göstergesidir diye düşünüyoruz. Bu gidişle ilerleyen seçimlerde Kürt kimliği üzerinden yapılan siyasetin daha da zayıflayacağı ve zamanla kaybolacağı düşünülebilir.
Zira bölge halkı terörden ve şiddetten yorgun düşmüştür. İnsanlar işine gücüne bakmak istemektedir. En önemlisi devletin ceberrut uygulamalarına maruz kalmış, tanıklık etmiş nesiller azalmakta ve görece etnik kimlik siyasetine maruz kalmamış genç nesil Kürt seçmenin derdi, davası başka konulara yönelmiştir. Artık çoğu büyükşehirlerde yaşayan, Kürt olduğu için herhangi bir aşağılanma ve ötekileştirmeye maruz kalmayan bu yeni nesil tercihlerini farklı saiklerle yapmaya başlamıştır.
Biz bu seçimi mevcut siyasi oyunculardan, partilerden, görüşlerden kimin kazandığından çok sistemin işleyişi ve toplumun oyuna nasıl daha fazla dahil edildiğiyle ilgilendiğimizi baştan belirtelim. Zira bu seçim hangi sistem-içi aktörlerin lehine ya da aleyhine sonuçlanmış olursa olsun toplum nezdinde yerini sağlamlaştıran, şu veya bu partiye, kişiye oy verenlerin sandık başına gitmiş olmalarıyla kendisini halka nispet edebilen sistemin zaferiyle sonuçlanmıştır. Zaten şu ana kadar yapılan ve yapılacak tüm açıklamalar, milletin bu seçimi nasıl da büyük bir ‘demokrasi şölenine’ dönüştürdüğünü dile getirdi ve getirmeye de devam edecektir. Hatta kazanan çıkıp aslında kimsenin kaybetmediğini, tüm toplumun kazandığını ilan edip herkesin devletin müşfik kollarında olduğunu haykıracaktı ve haykırdı da.
Açıkçası ortaya çıkan katılım oranları da sistemin kendi açısından elde ettiği ‘meşruiyet’ başarısını göstermektedir. Ancak bu durum halkın yanıltılmadığı ya da gerçekten kendisi için doğru olanı yaptığı ve sistemin gerçekten meşru hale geldiği anlamına gelmemektedir. Evet, Türkiye’de laik-demokratik düzen kendi pozisyonunu tahkim etmiş ve neredeyse her türlü toplumsal kesimi oyuna dahil edebilmiştir. Bir kez oyuna dahil olmuşsanız bu durumda ortaya çıkan sonuç ne olursa olsun buna itiraz etmeyeceğinizi de baştan kabullenmiş oluyorsunuz. Bu noktada seçimin kaybedenlerinden İyi Parti Genel Başkanı’nın “demokrasilerde her şeyin tartışılabileceğini, her bir konunun, her bir kavramın, her bir eylemin tartışılabileceğini, itiraz edilebileceğini ama bir tek konuya itiraz edilemeyeceğini, tartışılamayacağını, o da hür iradeyle sandığa atılmış seçmenin oyunun sonuçlarıdır” şeklindeki açıklaması ne demek istediğimizi gayet iyi anlatmaktadır.
İlk 5 yılının ardından Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi de teste tabi olmuştur. Malum muhalefetin güçlendirilmiş parlamenter sistem söylem ve iddiası da bu sonuçlar ışığında toplumun gündeminden tamamen kalkmış oldu. Bu son seçimler hem ilk defa 2. turun deneyimlendiği bir seçim olması hem de neredeyse tüm siyasi akımların kendisine yer bulduğu 1 metre uzunluğundaki oy pusulasıyla da tarihe geçmiştir. Zira pek çok küçük parti başka partilerin listesinde yer almış olmasına rağmen yine de bugüne kadarki en çok partinin seçim pusulasında yer bulduğu bir seçim olmuştur. Bu noktaya özellikle dikkat çekmek istiyoruz. Bilindiği üzere demokratik sistemlerin temel iddiası, toplumun her kesiminin, her renginin temsilini mümkün kılan, iddiası ve talebi olan herkesin kendisini ifade edip seçimler vasıtasıyla topluma önerisini sunma imkanı elde ettiğidir. Neredeyse hiçbir beklentiyi karşılıksız bırakmayan, sığınmacı düşmanlığından aşı karşıtlığına kadar, komünist söylemlerden, Türk ve Kürt milliyetçiliğine kadar her akım bu seçimlerde birileri tarafından sahiplenilmiş ve oluşturulan ortamda ‘vatandaş’lar kendilerini ifade ettiğini düşündükleri partileri desteklemişlerdir.
Burada tek bir istisna vardır elbette, o da demokrasiyi hedef alan yahut başka bir idare şekliyle değiştirme iddiasında olanlardır. Bakıldığında bu düşünceye sahip olanların seçime katılabilmesi de mümkün değildir. Sistemin temel dayanaklarını, iddialarını kabul etmiyor ve başka bir sistem öneriyorsanız sandıkta ya da pusulada kendinize yer bulabilmeniz mümkün değildir. Önce kendi değerlerine ve tağuti ideallerine yemin etmeniz ve ardından da anayasaya karşı gelmeyeceğiniz taahhüdünü vermeniz şart koşulmuştur. Ne de olsa anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri ile kendilerini ve ideolojilerini koruma altına almışlardır.
Demokrasi, bugüne kadar dünya halklarına söylenmiş en büyük yalan ve incelikle üretilmiş bir aldatmacadır. Halk kendi inancının, düşüncesinin iktidara gelebileceği yanılgısına düşürülmekte ve türlü araçlarla sürece dahil edilmektedir. Bizim açımızdan önemli olan Müslümanların durumudur. Maalesef Türkiye’de çok partili sisteme geçildiğinden beri halk, dini konusundaki tüm eksik ve yanlış bilgisine rağmen İslam ile kandırılmak istenmiş ve bu büyük ölçüde başarılmıştır. 1950’de Demokrat Parti’nin ezanı Türkçeden Arapçaya döndüreceğini açıklaması bile sandıkların ‘patlamasına’ sebep olmuş ancak rejimin esasında hiçbir değişiklik yaşanmamıştır. O günlerden bugünlere geldiğimizde ise Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesi toplumun, aradan akıp giden tüm zamana rağmen, aynı hassasiyetine dokunmuş ve esasta hiçbir değişiklik olmadığı, olmayacağı halde, Türkiye’de Allah’ın rızasını, onayını arayan bir düzen gelmediği, gelmeyeceği halde kendisini İslam’a nispet eden çoğunluk tarafından aynı şevk ile desteklenmiştir.
Bu seçimlerde sadece İslami hassasiyetler değil, milliyetçi duygular da aynı şekilde kullanılmıştır ancak bizim ilgilendiğimiz kısmı bu değildir. Zira dünyanın pek çok yerinde ve Müslüman olmayan toplumlarda da, farklı seviyelerde olsa da, milliyetçi duygular siyasette ve toplumda kendisine rahatlıkla yer bulabilmektedir. Önemli olan, tartışılması gereken Müslüman bir toplum içinde gayri İslami bir rejimin her nasılsa kendisine bir karşılık bulabildiğidir.
Seçimin ardından toplumda oluşan genel hava İslam’ın ve Müslümanların zaferi şeklinde oluşmuştur. Ancak hakikat kesinlikle bu değildir. Allah’ı ve hükmünü toplumsal hayatta, siyasette, ekonomide, hukukta yok sayan, insan ilişkilerini O’nun kurallarına göre değil güya akıl ve bilime göre düzenleyen sistem kazanmıştır. Müslüman olduğunu söyleyen, buna inanan insanların her insan gibi varacağı yerin Allah’ın huzuru olacağı ve asıl hesabı orada vereceğini bilmesi ve bu dünya hayatını ahireti için yaşaması gereklidir. Peki Allah’ı yok sayan, sadece O’nun adını kullanarak kendisine meşruiyet ve halk desteği sağlayan bu sisteme dahil olduğu, verdiği oylar ile şu veya bu kişinin, partinin, görüşün iktidara gelmesine sebep olduğu için Rabbine ne cevap verebilecektir insan. Din konusunda ehven-i şer diye bir kuralın olmadığını bildiği halde kendisini bununla mı savunabilecektir. Oysa Rabbimiz Kur’an’da hesap gününde insanların ileri sürebilecekleri tüm bu ve benzeri iddiaların bir karşılığı olmayacağını, tüm sahip olduklarımızı bize bağışlayan olarak neden sadece O’na, vahyine teslim olmadığımızı soracağını beyan ediyor.
Bu görüşlerin sahipleri olarak etrafımızdakilere bu hakikati anlatmaya çalışmakta ciddi bir güçlük de yaşamaktayız. İnsanlar bizleri Müslümanları zayıflatmaya çalışmakla ve hatta muhalefeti güçlendirmekle suçlamaktadırlar. Kendilerine gerçek mücadelenin bu olmadığı aslolanın Allah’a verilecek hesap olduğu, bütün mücadelenin bunun üzerine kurulması gerektiğini, başka türlüsünün Allah’ın rızasına uygun olmadığını, Resulullah’ın da böyle yaptığını ifade ediyoruz, etmeye de devam edeceğiz. Biliyoruz ki en zorlu koşullarda dahi doğruları söylemek Müslümanın görevidir. Rabbimizden niyazımız yeryüzünde Müslümanları muzaffer ve İslam’ı hakim kılmasıdır.
İktibas (Haziran ayı yorumu)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *