“Avrupa İslâm’ı”, Avrupa norm ve değerlerine tam uyum sağlamış, İslâm’ı yaşamayı özel alanlara hapsetmiş bir İslâm anlayışını ifade ediyor.
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Özcan Hıdır, Avusturya’nın cami kapatma girişimi ile yeniden gündeme gelen Avrupa İslam’ı projesini değerlendirdi. Star gazetesinde yayınlanan yazısında Hıdır, Bu proje ile nasıl bir dindarlık üretilmek istendiğini anlatıyor ve konuyu Türkiye’deki seçimlere de bağlayarak seçimlerden sonra Avrupa’da nitelikli-etkili adımlar atılması gerektiğini belirtiyor.
Prof.Dr. Özcan Hıdır konuyu şöyle değerlendiriyor:
Avrupa İslâm”ı (European Islam), uzun süreden bu yana Avrupa’da gündemde olan bir nosyon. Tabiatıyla bunun Almanya İslâm’ı, Fransa İslâm’ı, Hollanda İslâm’ı, İngiltere İslâm’ı, Amerikan İslâm’ı ve Avusturya İslâm’ı gibi farklı alt kategorileri-versiyonları da söz konusu. Bu versiyonlar arasında, ilgili ülkelerin şartlarına bağlı olarak nüanslar olmakla beraber, temel paradigmalarda bir değişim söz konusu değil.
Hemen hepsindeki esas yön, “İslâm ve Müslümanların Avrupalılaşması-Batılılaşması”, İslâmî kimlik-kişilikleri ile çelişse bile, Avrupa norm ve değerlerini “sözde” değil “özde” benimsemeleri, içselleştirmeleri beklentisidir.
Bu ise temelde kamusal alanda görünürlüğü minimize edilmiş, hayata dair temel iddialarından mümkün olduğunca arınmış ve Avrupa’nın seküler toplum yapısına uygun hale getirilmiş “görünür olmayan” bir İslâm anlayışını ifade eder. Buna dair şarkiyatçılar ve sosyal bilimcilerce (siyaset bilimci-sosyolog-antropolog) oldukça fazla sayıda literatür de üretildi, üretiliyor. Avrupa-Batı’daki İslâm ve Müslümanlar ile alakalı hemen her önemli tartışma ve projenin “Avrupa İslâm’ı” nosyonu ile doğrudan veya dolaylı bağlantılı olduğun söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
Fransa ve Avusturya başta olmak üzere bu projenin altyapısını oluşturma adımları da atılmıyor değil. İslam’ın resmi din olarak kabul edildiği 1912 tarihli “İslâm kanunu (Islamgesetz)”de kapsamlı değişimler yapan 2015 yılındaki “Avusturya İslâm yasası” ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un geçtiğimiz Şubat’ta verdiği bir mülâkatta başlatılacağını dile getirdiği “Fransız İslâm’ı projesi”, aslında Avrupa-Batı’da “modern-ulusal İslâmlar” inşa etme yönündeki pilot proje-planlar olarak görülebilir. Bu arada Macron’un planının aslında 1905’te kabul edilen “kilise-devlet” ayırımına ilişkin yasaya aykırılığı da açıktır ki bu bahs-i diğerdir.
Dinsiz dindarlık!
Tabiatıyla konunun önemli bir yönü de “Avrupa İslâm’ı ifadesi ile “Avrupa’da İslâm” ifadesi arasındaki fark ile alakalı. “Avrupa’da İslâm”, Avrupa’daki Müslümanların kendi olarak yaşamalarını, kimliklerini koruyarak sağlıklı bir entegrasyon ile bulundukları ülkelere entegre olup dini, sosyo-kültürel, siyasî ve ekonomik (insanî-İslâmî) katkı yapmalarını ifade eden bir anlayış. Her ne kadar Avrupa’ya özgü bir İslâm yorumunu kabul eden bir tutum benimsemiş olsa da, Tarık Ramazan’ın –ki şu an cinsel taciz suçlamalarıyla Fransa’da gözaltındadır- genel yaklaşımı bu yöndedir. Bunu söylerken Avrupa-Batı’daki Müslümanların bu katkıyı ne derece yapabildikleri, nasıl yapmaları gerektiği konusundaki dinî, siyasî, sosyo-kültürel tartışmaları bir kenara koyuyorum ki bunun, Batı’daki Müslümanların geleceğini yakından ilgilendiren önemli bir konu olduğu izahtan varestedir. Kaldı ki günümüz fıkıh literatüründe meselenin dinî-fıkhî boyutu “fıkhu’l-ekalliyyât-azınlıklar fıkhı”, “fıkhu’z-zarûrât-zaruretler fıkhı” adı altında da tartışılıyor. Bu tartışmalara dair önemli sayıda literatür de oluşmuş durumda.
Buna karşılık en son Avusturya’daki cami kapatma ve özellikle maaşlarını Türkiye’den alan ATIB-Diyanet’e mensup imamların oturumlarını iptal kararının dayandığı arka plan dolayısıyla bizi burada daha ziyade ilgilendiren “Avrupa İslâm’ı” ise, yukarıda da kısmen değinildiği üzere, Avrupa norm ve değerlerine tam uyum sağlamış, Müslümanlar olarak toplumsal görünürlük ve iddialarından mümkün olduğunca arınmış, İslâm’ı yaşamayı özel alanlara hapsetmiş ve bunu gerekirse devlet eliyle alınan yasaklamalarla da olsa gerçekleştirmiş bir İslâm anlayışını ifade ediyor. Bunun ise indirgemecilik ile malul, reforme edilmiş ve hatta seküler bir İslâm anlayışı olduğu aşikârdır. Avusturya, Fransa, Almanya ve Hollanda gibi önemli oranda Müslüman nüfus barındıran ülkelerde Müslümanlar, medenîleşerek, ılımlaşarak, dinlerinin radikal yönlerinden kurtulup “ulusal İslâmlar”ın bir parçası olacaklardır. Bu yaklaşıma göre devlet kontrolünde ehlileştirilerek modernliğe uyumlu hale getirilecek Avusturya, Fransa, Hollanda, Almanya Müslümanlıkları, radikalizmi bertaraf etmenin yanı sıra, Müslümanların modern-seküler bir toplumun fertleri olarak topluma kazandırılmalarını da sağlayacaktır.
Bir anlamda Avrupa’daki “dinsiz dindarlık” ve Türkiye’deki “deizm” tartışmalarında olduğu gibi, Müslümanlar için hayata müdahale etmeyen, tabir yerinde ise “pasif bir Tanrı” anlayışına sahip olan Müslüman tipolojisinin arzulandığı söylenebilir. “Avrupa İslâm’ı”nı bu manada savunan en önemli teorisyenlerden biri, Suriye asıllı Alman vatandaşı Bessam et-Tîbî’dir. “İslâm’ın Lutherleri” olarak lanse edilen Abdullahi Ahmad al-Naim, Amine Wadud, Fatıma el-Mernisi, Sadık el-Azm, Nasr Hamid Ebu Zeyd de, Avrupa-Batı’da bu nosyona şu veya bu şekilde katkı yapan akademisyenlerdir. Özel olarak yetiştirilip Müslümanlarla ilgili belli kürsü ve projelerin başına getirilen kök ülkesine yabancılaşmış “devşirmeler” de bu nosyona en önemli katkıyı veren gruplardandır. Yine “ex-muslims-İslam’dan çıkmış kimseler” ile kimi zaman selefî kimi zaman sûfî görünümle karşımıza çıka(rıla)n bazı mühtedîleri de bu meyanda sayabiliriz. Son yıllarda Batı’da sayılarının artış gösterdiği bazı araştırmalarda ifade edilen “ex-muslims” denen grubun çoğunun da mühtedilerden oluştuğunu bu meyanda belirtmek gerekir. Geçtiğimiz yıllarda Almanya Münster Üniversitesi’nde imam eğitimi ile ilgili programın başına getirilip “Hz. Peygamber’in “tarihen ispatlanamayan mitolojik biri” açıklamasının ardından istifa eden Muhammed Sven Kalisch’i, bu anlamda bir örnek olarak zikredebiliriz.
Projenin arka planı
Bu İslâm nosyonu-projesinin dayatılması konusunda zaman zaman Avrupa’nın belli ülkelerinde uygulamalar devreye konur, Müslümanlara çağrılar-denemeler yapılır. “Avrupa İslam’ı” dayatmaları konusunda önemli bir tecrübeye sahip Fransa’da geçtiğimiz ay 300 sözde aydının imzaladığı ve Kur’an’ın ve İslâm’ın reforme edilmesini talep eden bildiriyi, bunun son-güncel örneklerinden biri olarak görmek de mümkündür. Bu bildirinin yukarıda söz ettiğimiz Macron’un “Fransız İslâm’ı” projesinden kanaatimce bağımsız değildir. Bu meyanda daha ziyade Avrupa’daki aşırı sağ-ırkçı veya marjinal partilerin dillendirip diğer sağ-sol merkez partilerince de çoğunlukla desteklenip yasalaşan veya yasalaşması istenen “sünnet yasağı”, “helâl kesim”, “okullarda başörtüsünün yasaklanması”, “minare-ezan yasağı” gibi tartışmalar da, Avrupa İslâm’ının öncü tartışmaları olarak görülebilir.
Bu nosyonun arka planındaki esas tartışmalardan biri de, İslâm’ın, Yahudi-Hıristiyan kültürünün anlamsız bir yorumu ve ilkel insan toplulukları için üretilmiş terakkiye mani-ikinci sınıf bir “inanç biçimi” olduğunu ileri süren klasik oryantalistik söylemdir. Ateist, deist, agnostik ve nihilist gibi kategorilerle dinden uzaklaşmanın yüzde 70’lere vardığı bugünün (Batı)Avrupa toplumlarında bu politika, “tüm dinler anlamsızdır; ama en anlamsız ve ilkeli İslâm’dır” teziyle de pazarlanır. Buna göre İslâm, Yahudi-Hıristiyan arka plana sahip oryantalistlerin gözünde “Yahudilik-Hıristiyanlığın kötü bir taklidi”, seküler-oryantalistik söylemde ise “çağın gerekleriyle uyuşmayan”, “arkaik” bir inanç bicimi olarak görülür. Avrupa İslam’ını benimsenmesi beklenen Müslümanlara ise dolaylı olarak bu dini-inancı terk etmeleri veya sadece vicdanlarına hapsetmeleri halinde kendileri gibi medenileşip terakki edecekleri telkinidir. Burada da aslında “öjenik”, “kültürel ırkçı” ve “benmerkezci” bir bakışla merkeze alınan Avrupa norm ve değerlerine İslâm ve Müslümanların uydurulmaya çalışılması, modern-ıslah edilmiş, ehlileştirilmiş bir İslâm inşa etme çabası sezilir.
Burada yeri gelmişken ifade etmek gerekir ki, Avrupa-Batı bir yandan “modern, ıslah edilmiş bir Avrupa-Batı İslâm’ı” inşa etmeye çalışırken diğer yandan da bunu küresel düzeyde hayata geçirecek “ılımlı İslâm” projesini gündemine almıştır. Muhammed b. Selman’ın Ekim 2017’de “ılımlı İslam’a dönüyoruz açıklaması tastamam, sözünü ettiğimiz temel iddialarından arındırılmış, ehlileştirilmiş “Avrupa İslâm’ı” anlayışının bir yansıması olarak karşımıza çıkar.
Avrupa’da imam eğitimi
Son yıllarda hemen her ülkede alabildiğine tartışılan genel olarak “camiler-imamlar”, “imam eğitimi” özelde de son Avusturya’nın yasaklama kararının gerekçesi yapıldığı gibi camileri-imamların dışardan finanse edilmeleri tartışmaları da işte tam da bu noktada özel önem kazanıyor. Nitekim “Avrupa İslâm’ı” oluşturma yönündeki tartışma ve uygulamaların belki de en merkezî-önemli konusu, sürgit devam eden Avrupa’da camilerde görev yapan veya yapacak imamların neliği-niteliği yani “imam eğitimi” konusudur. Esasen Avusturya’daki ırkçı-aşırı sağ koalisyonun en son aldığı 7 camiyi (6’sı Arap cemiyeti, biri Nizam-ı Âlem-Viyana Alperenler camii) kapatma ve bazı imamların –ki hemen tamamı Diyanet/ATIB imamlarıdır- oturumlarını iptal etme kararı, Türkiye’nin AB ile arasını bozma, “kültürel ırkçılık” halini alan İslamofobi, İslâm karşıtlığı-Türkiye-Erdoğanfobi gibi önemli sebeplerin yanı sıra, aslında özelde imamların Avusturya norm ve değerlerine uyumlu olarak eğitimi genelde de sözünü ettiğimiz “Avrupa İslâm’ı” oluşturma tartışmalarıyla yakından ilgilidir. Türkiye’nin radikallikten uzak dengeli İslâm yorumu ve medeniyet perspektifi ile yetişip Avrupa’ya gönderilen Diyanet imamları, Avusturya başta olmak üzere, ilgili ülkelerin Avrupa İslâm’ı inşası çabasının önündeki en büyük engellerden biri olarak görülüyor.
Tabiatıyla Avusturya’nın bu kararının en önemli dayanaklarından biri, Avusturya’da 2015 yılında kabul edilip önemli tartışmaları beraberinde getiren yeni “İslâm yasası (Das neue Islamgesetz)”dır. Bu yasa, aslında ülkede, Osmanlı dönemine dayanan tarihi derinliklere sahip olan 1912’deki yasanın yeni haliydi. Avusturya bu dönemde Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na 1909’da dâhil edilmesiyle Sünni Hanefi mezhebi ağırlıklı olarak bu ülkede yaşayan Müslümanlara “resmi bir statü kazandırmak” amacıyla eski İslam Yasası yapılmıştı. İşte, Müslümanlar için “genel kuşkulanma yasası” olarak da nitelendirilen yeni yasa, “Avrupa İslâm’ı” oluşturma yönünde eski yasada paradigmal anlamda değişiklikler içeriyor. Hâlbuki Avusturya –genelde Avrupa ve Batı- İslam’a ait teoloji ve pratiğin nasıl şekilleneceği, insan hakları ve insanların rızası çerçevesinde olması kaydıyla o ülkede yaşayan ilgili din müntesiplerinin (Türkler, Araplar, Bosnalılar vb.) ve ilgili kurumlarının belirlemesi gereken bir iştir. Kısaca bu, Avusturya’daki yaklaşık 700.000 Müslüman’ın iç meselesi olmalıdır.
Bu yeni yasanın getirdiği en önemli husus, imamların ve camilerin Avusturya dışından finansmanının yasaklanmasıdır. Her ne kadar bu uygulamaların yasal-prosedürel olduğu şeklinde açıklamalar yapılsa da, burada ortaya konan ve ilk bakışta akla gelen gerekçe-hedeflerin ötesinde daha üst bir hedefin varlığını düşünmek için yeterince doneye sahibiz. Nitekim Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın konuyu en üst perdeden bir “haç-hilâl” mücadelesinin başlatılması olarak görmesi, meselenin görünenin ötesindeki dinî, siyasî ve soyo-kültürel gerekçe ve hedeflerine işaret olsa gerektir.
Bu anlamda aslında, daha önce Hollanda, Almanya ve Fransa’da öncü teşebbüslerine şahit olduğumuz “camiler-imamlar üzerinden Avrupa ve Avusturya İslâm’ı oluşturma” politikasının startı adeta Avusturya’dan verilmiş gibidir. Dolayısıyla Avusturya hükümetinin cami kapatma ve maaşları Türkiye’den ödenen Diyanet imamlarının oturumlarını iptal kararı, sadece İslâm karşıtlığı, Türkiye-Erdoğan karşıtlığı ile sınırlı değildir. Nitekim AB yetkililerinden, yakında AB dönem başkanlığını devralacak olan Avusturya’nın bu kararına yönelik hemen hiçbir tepkinin gelmemesi bu anlamda dikkat çekicidir. Bu sessizlik AB’nin bu tür kararları zımnî olarak onayladığı ve hatta teşvik ettiğini gösterse gerektir.
Nitekim benzer bir karar, 15 Temmuz sonrasında benzer bir kararın, Hollanda’da da alınması yönünde adım atıldığını biliyoruz. Buna göre Parlamentoda (Tweede Kamer) bu yönde bir önerge kabul edilip senatoya gönderilmişti. Bu kararın da en birinci muhatabının Diyanet imamları olduğu biliniyor. Yine aynı dönemlerde Almanya’da DİTİB’e bağlı dört imamın evinde aramalar yapılıp tutuklama kararı verildiğini biliyoruz. Bütün bunlara, karşılıklı güveni korumak ve iyi niyet göstergeleri ile Hollanda Din İşleri Müşaviri, Duesseldorf Din Hizmetleri Ataşesi ve nihayet Almanya’da evleri aranan imamların geri çağrılmaları da göz önüne alınırsa, Avusturya, Almanya ve Hollanda başta olmak üzere, Avrupa’daki cami ve imamlara dair kararlar, sanki Avrupa’daki Diyanet’e ait kurumların kimyasını bozma ve neticede özellikle 3. ve 4. kuşak neslin kök ülkeyle ilişkisini koparıp Avrupa İslâm’ı doğrultusunda yönlendirmeye dönük bir amaçla yapıldığı izlenimi veriyor. Bu meyanda 30-40 senelik süreçte aşırılıklardan uzak İslâm yorumundan ilgili raporlarda hep özgüyle bahsedilen AB ülkelerindeki Diyanet imamlarına yönelik bu tür suçlamaların özellikle 15 Temmuz sonrasında belli periyotlarla farklı farklı ülkelerde gündeme getirilmesinin arkasındaki asıl sebebi de teşhis elzemdir.
Türkiye’nin rolü
Hal böyle olunca meseleye farklı açılardan bir bütün olarak-etraflıca bakma, sağduyulu olarak analiz etme ve “Bu yasaklamalar-suçlamalar esasen neyi hedefliyor?” sorusunun soğukkanlılıkla cevaplanması önem arzediyor. Dolayısıyla, şayet etkili dinî, idarî, siyasî-diplomatik adımlar zamanında atıl(a)mazsa, Avusturya’daki bu kararın domino etkisi yapması ve Almanya, Hollanda başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde de hayata geçirilmesi gibi durumlarla karşılaşılabilir.
Şurası muhakkak ki, 24 Haziran’da beklendiği gibi, seçim sonuçları “istikrar” ve “devam” yönünde olursa, başta Avrupa’nın en merkezî ülkesi Almanya olmak üzere, söz konusu ülkelerin Diyanet imamları, Türkiye ve Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a yönelik tutumlarında, konjonktürel de olsa, pozitif yönde değişiklikler olacaktır. Almanya’dan bu yönde sinyaller zaten şimdiden gelmeye başladı. Hinterlandındaki ülkeler nezdinde “büyük abi” konumundaki Almanya’nın tabiatıyla Avusturya üzerinde de etkili olacaktır. Nitekim kapatılma kararı alınan camilerden olan Nizam-ı Âlem-Viyana Alperenler camiin eksiklerin giderilmesiyle tekrar açıldığı haberleri de gelmiştir.
Bu itibarla bu tür kararları engellemeye yönelik, bir yandan siyasî-hukukî-diplomatik girişimler yapılırken, diğer yandan da çok geç olmadan B planı çerçevesinde “uygulanabilir alternatif çözümler” üzerinde düşünülmeli, seçim sonrası oluşması kuvvetle muhtemel pozitif momentumu da fırsat bilerek bu çözümleri uygulama konusunda nitelikli-etkili adımlar atılmalıdır. Bu meyanda ayrıca genelde Avrupa özelde de Avusturya’daki Müslümanların, kendileri ile ilgili bütün bu nosyon ve projeksiyonların farkına varmaları, bir Müslüman ülkesinde değil de, büyük bir oryantalistik geçmişe sahip “Avrupa-Avusturya’da Müslüman” olduklarını ve buralarda kimliğini muhafaza ederek “Müslüman kalabilme”nin sahih yollarını aramaları gerektiği aşikardır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *