İpi göğüsleyen taraf rejimi 2023, 2053, 2071 gibi hedeflerine taşıma ihalesini almış olacak. Tabii ki sonuç ne olursa olsun “büyük ikramiye” yine düzenin hanesine yazılacak. Bu “seçimler”in gündemi ise başından “sistem tartışması” olarak konumlandırılmış bulunuyor.
Seçimlerin demokrasinin en önemli enstrümanı olduğu ifade edilir. Zira demokratik yönetimler, “temsili demokrasi” ile halkın yönetime katıldığı yönetim biçimi olma iddiasındadır. Seçimlerin de işbu temsiliyeti vücuda getirdiğine inanılmaktadır.
Tüm bu “demokratik” kabul ve iddialar ne kadar gerçeğe tekabül etmektedirler? Yahut daha farklı bir soruyla ifade edecek olursak, gerçekte neye tekabül etmektedirler?
Bu soruların cevabını doğru şekilde verebilmemiz için, öncelikle demokratik seçim kültürünü doğru konumlandırmamız gerekir. Demokrasilerde halkın seçimine sunulan nedir, halk sandık başına giderek neyi seçmektedir?
Seçimler, mevcut rejimlerin ömrünü uzatmak üzere dönemsel olarak onu restore ve dekore etmek ve yönetici kadrolarını tazeleyerek ona dinamizm kazandırmak amacıyla yapılır.
Bu itibarla her düzende olduğu gibi, demokratik sistemlerin seçimlerini de “sistem içi bir faaliyet” olarak nitelemek isabetli bir teşhis olacaktır. Düzenin tıkanmış damarlarını açmak, halkın birikmiş muhalefet enerjisini sistem içi bir aparatla kanalize ve deşarj edebilmek, düzene daha dinamik, iddialı yeni yönetici kadroları kazandırmak gibi gerekçelerle yapılır seçimler.
Demokratik seçimler halk cephesinde bir demokratik illüzyona, insanlara seçme hakkı veriyor görüntüsü altında önüne sunulan seçeneklerden birini seçmesini ister ve insanları gerçek anlamda bir seçim yapmaktan uzaklaştıran bir hokus-pokusa tekabül ederken, seçimleri düzenleyen rejimler cephesinde büyük kazanımlar sağlamaktadır.
1950 yılından bu yana Türkiye’de olup-bitenleri göz önüne aldığımızda, demokratik seçimler düzleminde rejimin ne büyük kazanımlar elde ettiğini, tükenen köhne paradigmasına rağmen, seçim hokus-pokusları sayesinde nasıl her defasında küllerinden diriltildiğini gözlemlemek zor değildir.
Türkiye bir “seçime” daha hazırlanıyor. Hükümet cenahınca açıklanan takvime göre, 14 Mayıs Pazar günü cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri yapılacak. “Seçimini” vakt-i zamanında “Lâ ilahe illallah” akdiyle yapmış olanlar açısından gerçek anlamda bir seçime tekabül etmese de, mevcut düzen açısından önemli bir “seçim”.
Son yirmi yılda “ılımlı laiklik” (anglo-sakson laikliği) uygulamalarıyla düzene ciddi bir alan ve taban kazandıran “Yeni Türkiye” kadrolarıyla, “helalleşme” söylemleriyle topluma, artık ısırıcı jakoben laik politikalar yerine yirmi yıldır olduğu gibi ılımlı laik politikalar çizgisine geldikleri imajı vermeye çalışan, lakin “huylu huyunu terk etmez” deyiminde ifadesini bulduğu üzere ideolojik formasyonları jakobenizmi diriltme noktasında yer yer güçlü sinyaller vermelerini kaçınılmaz kılan “Eski Türkiye” aktörleri arasında bir yarış olacak, önümüzdeki demokratik seçimler.
İpi göğüsleyen taraf, rejimi 2023, 2053, 2071 gibi hedeflerine taşıma ihalesini almış olacak. Tabii ki sonuç ne olursa olsun “büyük ikramiye” yine düzenin hanesine yazılacak.
Bu “seçimler”in gündemi başından “sistem tartışması” olarak konumlandırılmış bulunuyor. “Cumhur İttifakı”nın, 2017 Referandumu’na istinaden 9 Temmuz 2018 itibariyle uygulamaya koyduğu “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ne karşılık “Millet İttifakı”nın yeniden “parlamenter sisteme” geçiş söylem ve arayışları, 14 Mayıs’taki “seçimin” temel tartışma konusu olarak öne çıkıyor.
Bir tarafa göre “cumhurbaşkanlığı sistemi” tüm dertlerin dermanı, diğer tarafa göre ise tüm dertlerin bizatihi sebebi! Dertlerden kurtuluşun yolu ise parlamenter sisteme geçmekle mümkün!
Kısacası iki taraf da, biri on yıllarca denenmiş ve derde derman olamamış bir sistemi, diğeri de son beş yılda denenmiş ve derde derman olamamış bir sistemi topluma çözüm olarak sunuyor ve “seçim” de işte bu iki çözümden (!) birini seçmeye tekabül ediyor.
Bir teşbihle ifade edecek olursak Türkiye’deki politik aktörlerin “sistem tartışması”yla rejim adına topluma yönelik icra ettikleri göz bağcılığı, yanlış bir programlama üzerine üretilip kısa zamanda yapısal olarak çökmüş köhne bir bilgisayarın hangi işletim sistemiyle çalıştırılmaya devam edilebileceği gibi bir tartışmaya karşılık gelmektedir.
İlginç olan, bugün gerçekte bir politik illüzyondan öteye gitmeyen “sistem tartışması”yla rejim adına toplumu oyalayan, rejimin sihirbazlığı misyonuna soyunan aktörlerin önemli bir kısmının, aslında rejimle başından beri doku uyuşmazlığı yaşamış toplumsal kesimlerin bir parçası ve temsilcisi iddiasında oluşlarıdır.
Tek başına bu durum bile, sistem içi siyasetin temel misyonunun, toplumu rejime angaje ve entegre etme ameliyesi olduğunun açık kanıtıdır. Esasında siyasi aktörlerin toplumun önünde ve ilerisinde olması beklenirken, demokratik düzenlerde siyasi aktörler toplumun akışının önüne geçip onu manipüle ederek mevcut düzenlere entegre etme işlevi görmektedir.
Bir batı uydusu olarak cahili temelde kurulmuş bâtıl ve köhne bir düzenin, gelinen noktada tüm politik aktörlerce “sistem tartışmaları” marifetiyle, esasa taalluk edecek muhalefet gündemlerinden koruyup kollanma zırhına alınması, mevcut siyasi işleyişin, parti-pırtıların ve “seçimlerin” gerçek anlamda bir siyasi karşılığı olmadığını, neticede halkı oyalama esasına dayanan bir “düzeneğin” parçası olduklarını ortaya koymaktadır.
Düzenin sağ-sol politik aktörleri “sistem tartışması” sihirbazlığıyla asli gerçeğin üzerini örtmeye ne kadar gayret ederse etsin, meselenin asli veçhesini gündemleştirecek, “kral çıplak” deme feraset ve cesaretini göstererek sorunun sistem değil rejim sorunu olduğu, dolayısıyla çözümün de ancak meşru (şer’i) rejimde olduğu gerçeğini dile getirmeyi sürdürecek müminler hep oldu ve olmaya devam edecek biiznillah.
Biz müminler ve bizlerin Kur’ani temelde İslam’ın egemenlik öğretisi düzleminde esasa taalluk eden muhalefetimiz devam ettiği sürece, mevcut cahili düzenin meşruiyet krizi sürecektir. Düzenin aktörleri, her ne sihirbazlık yöntemine başvururlarsa başvursunlar, bu meşruiyet krizine engel olamayacaklardır. Zira meşruiyetin yegâne temeli, yaratan ve emreden Âlemlerin Rabbi’nin ölçüleridir ve dolayısıyla O’na, O’nun ölçülerine teslim olmaktır.
YAKANDAN ÖNCE, YAKTIRANA BAK
“Şüphesiz bu Kur’an, en doğru yola iletir ve sâlih ameller işleyen mü’minlere kendileri için büyük ecir olduğunu müjdeler.” (İsra, 17/9)
Geçtiğimiz ay içinde önce İsveç’te, ardından da Hollanda’da Kur’an-ı Kerim’e yönelik iki saldırı gerçekleştirildi. İsveç’te İslam düşmanlığıyla bilinen ve daha önce de aynı me’şum eylemi birkaç defa gerçekleştiren Danimarka asıllı bir gayri müslim, Türkiye’nin Stockholm büyükelçiliği önünde bir Kur’an mushafı yakma hadsizliğine başvurdu.
Ardından Hollanda’da da bir başka İslam düşmanı, Kur’an mushafı sayfalarını yırtarak kinini kusmuş oldu. Tabi öncelikle bu gibi me’şum eylemlerin temelde Kur’an’a karşı bir acziyetin itirafı olduğunu ifade etmek ve bizleri bu muciz kelamla müşerref kılması sebebiyle Rabbimize hamdimizi dile getirmemiz gerekir.
Nitekim Mekkeli kâfirler de mesajı ve belagati karşısında aciz kaldıkları Kur’an karşısında bugünkü kâfirlerden farklı tutumlar takınmamışlardı:
“Kâfirler dediler ki: Bu Kur’an’ı dinlemeyin ve o okunduğunda gürültü koparın. Belki böylece üstün gelirsiniz.” (Fussilet, 26)
Geçmişten günümüze kâfirlerin Kur’an mesajı karşısındaki tek sermayesi, gürültü kopararak onun hayat menbaı mesajını bastırmaya çalışmak olmuştur. İsveç’te ve Hollanda’da Kur’an mushafı yakma ve yırtma azgınlığına yönelenlerin yaptığı, bu gürültü koparma işinin kaba bir çeşidinden ibarettir.
Bununla birlikte şu hususu da ifade etmemiz gerekir ki, Kur’an’a yönelik söz konusu saldırılar konusunda kuklaları gündem etmekten ziyade, kuklacıyı görmek ve esas onu hedef almak icap etmektedir. Peki bu me’şum saldırılarda İsveç ve Hollanda devletleri mi ana fail sayılmalıdır?
Me’şum saldırılarda tetikçi olarak kullanılan kişilerin ötesinde, bu saldırganlıkları himaye eden İsveç ve Hollanda devletlerinin de nihayetinde küresel istikbar düzeninin bir parçası olduğunu unutmamak gerekir.
Küresel olarak hükümranlığını sürdüren ve batının liderliğini sürdürdüğü şeytani cephe, gerekliliğini düşündüğü noktada İslam’a ve Müslümanlara yönelik kışkırtıcı adımlar atmaktan çekinmemektedir. Müslümanları hedef alan herhangi bir eylemde, genelde batı devletleri sessiz kalmakta, batı kamuoyu da zımnî kabul göstermektedir. Bunu mushaf yakma eyleminin ötesinde, yakma eylemi ile aynı tarihlerde Filistin’de Müslümanlar katledilirken gösterdikleri ‘sessiz duruşta’ da görmek mümkündür.
Ne mushaf yakılırken ne de Müslümanlar katledilirken Müslümanlar dışında ses veren olmamıştır. Çünkü Müslümanın Müslümandan başka ‘dert ortağı’ yoktur.
Olayın bir diğer boyutu ise, İsveç’in NATO’ya giriş sürecinin Türkiye’nin onayına bağlı olması nedeniyle, Türkiye büyükelçiliği önünde olayın gerçekleştirilmesi, NATO sürecinin hedef alındığı düşüncesini güçlendiren bir noktadır. Nitekim -sonradan yalanlansa da- İsveç Dışişleri Bakanının, NATO’ya giriş sürecini geçici olarak durdurduklarını açıklaması da bu olayın ardından gelmişti.
Meseleye geniş bir perspektiften baktığımızda Kitab-ı Kerim’in olayın merkezine alınması, doğrudan doğruya küresel Firavun düzeni tarafından Kur’an’ın hedef alındığını gösteriyor. Ki bu, biz müminler açısından şaşırtıcı bir durum değildir. Bugün yeryüzünde küresel istikbar karşısında hak ve adaletin yegâne dayanağı, hidayet arayanların yegâne hidayet kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir.
Bugünün Firavunlarının Kur’an’dan rahatsızlıklarının sebebi budur. Bu sebeple tıpkı ataları Ebu Cehiller gibi son olaylardaki kaba gürültülerle, yahut sofistike medya gürültüleriyle Kur’an’ın mesajını boğmak istemektedirler. Tabii ki tüm bu me’şum çabaları sonuçsuz kalmaya, Kur’an’ın nuru karşısında acziyete düşmeye mahkûmdur.
Şair ne güzel demişti:
“Deden bile söndüremedi İslam’ın nurunu
Sen mi söndüreceksin Ebu Cehil’in torunu?”
Kâfirler ne yaparsa yapsın, söz Kur’an’ın, hüküm Kur’an’ın, gelecek Kur’an’ındır.
İKTİBAS (Şubat 2023 Yorum)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *