İbadetlerle ve bireysel/lokal arınmalardan, toplum kurmaya ve her türlü toplumsal mücadeleye; en küçük bir mücadeleden, küresel bir mücadeleye kadar kapsamlıdır.
İsa Dervişoğlu / Gazete İpekyol
İslam’ın varoluş nedeni ile İslami varoluş nedeni birbirleriyle ilişkilidir. İslam niye varsa; İslami varoluş da onun için var olmalı.
Varlık alemini doğru tanımlamak, insanı, doğayı, canlıları ve ilahi olanı doğru konumlandırmak; insan eşya ve insan Allah/vahiy ilişkisini doğru bir zemine oturtmak İslami varoluşun süreçlerindendir.
İslam, Allah’tan başka hiçbir ilah (otorite/ meşruiyet/ odak/ özne/ yetkili/ güç/ yönetici/ belirleyici/ herhangi bir hak veya mülkiyet iddiası/ kurucu/ yaratıcı/ düzenleyici…) kabul etmez. İşte İslam, bu, sayamadığımız ama sadece Allah’a has kılınan ve Allah’a ait olan ama başka kişi/ oluşum/ odak/ kurum/ güçler tarafından devre dışı bırakılan tüm alanları sahibine iade etme programıdır. İslam, Allah dışında bu iddialarda bulunan veya kendisini bu konuma oturtanlar/kendisini bu konumda gören tüm girişimleri ve odakları, olması gereken konuma/mecraya çekmek için vardır. Böyle olduğunda; ayette de geçen ifadeyle ‘Fitne ortadan kalkıncaya ve din sadece Allah’ın oluncaya kadar’ durumu yani tek hüküm koyucunun/sevk ve idare edicinin/her şeyin yaratıcısı ve sahibinin Allah olduğu pratikte tescillenene ve uygulanıncaya kadar denen durum gerçekleşmiş olur. İslami varoluşun hedefi; fitneyi ortadan kaldırmak ve zulüm ile mücadele etmektir.
Fitne nedir? Zulüm nedir? Bu hedef önündeki tüm engeller.
Bu görev, Allah tarafından insana verilmiştir ve onun öğrettiği şekilde yapılır.
Kişisel olarak lokal bir haksızlığa müdahale etmekten, bir sistemle, sistemsel bir mücadeleye kadar geniş bir yelpazeye sahiptir.
İbadetlerle ve bireysel/lokal arınmalardan, toplum kurmaya ve her türlü toplumsal mücadeleye; en küçük bir mücadeleden, küresel bir mücadeleye kadar kapsamlıdır.
Yaşamın tüm alanları ve zihinsel/ ruhsal/ düşünsel/ duygusal/ bilişsel tüm alanları kapsar.
İslami varoluşun hedefi belirlenmiş olmasına rağmen, hedefe ulaşma/zafer önemli olmakla birlikte öncelenmez. Öncelenen; tüm süreçlerde her şeyin/herkesin olması gereken yerde/konumda/yolda olmasıdır. Hedefin ve yolun/metodun Allah’ın öğrettiği şekilde/doğrultuda cereyan ediyor olmasıdır. Zira Allah, bizi sonuçtan sorumlu tutmuyor.
Abdurrahman Arslan, İslami yönetim sorumluluğunun kapsam ve muhtevasını şöyle açıklar: “Mümin için kurtuluş meselesi, kendinin sorumlu tutulduğu, üstelik kendinin de yönetim/yönetilme işini kapsayan geniş ölçekli bir muhtevaya sahiptir.”
İslami varoluş, kendine has yaklaşımlara, kavramlara ve anlamlara sahiptir. Kendi hassasiyetleri, meşruiyet dayanakları vardır. Nesli/aileyi, aklı/akletme ve düşünme hürriyeti, ekini/ doğayı/ rızkı/ tarımı/ iklimi, fıtratı, adaleti/hukuku ve her türlü hürriyeti, vahyin belirlediği evrensel/cihanşümul bağlamda korumayı görev bilir. Böylesine kapsamlı bir programın adıdır İslami varoluş. Kısacası İslam’ın kişisel, toplumsal ve evrensel ölçekli tatbikatıdır, hayata uygulanışıdır da denebilir.
Tüm bu süreçlerde ve belki de daha başlangıçtan itibaren insanın kendisini tanıması/ anlaması/ anlamlandırması ve varoluş misyonunu bilmesi/keşfetmesi önem arz der zira bu konumlanma yapılmadan hiçbir konumlanma doğru yapılamayacaktır.
Tarih felsefesi bağlamında Cevdet Işık şöyle der:
Tarih ve felsefeyi el ele tutuşturan amaç, şimdiki zamanda insanı kendilik bilincine götürecek, kendini anlamaya yönelik bir amaçtır. İnsanın kendine yönelik, yani kendini anlamaya yönelik gayret, daha çok felsefik bir gayrettir. Felsefik gayret sadece tek bir şey üzerinde düşünmez. Bir taraftan bir şey üzerinde düşünürken, diğer taraftan o şey üzerindeki düşünceleri üzerinde de düşünür. Burada insanın ne kadar merkezi bir konumda olduğunu fark etmek önemlidir. Yani aslında insan bir varoluş mücadelesi veriyor ve verdiği bu varoluş mücadelesi için tarihten de yararlanıyor.
Ali Şeriati’nin yukarıda zikrettiğim şu tespitini tekrar dikkatlere arz edeyim:
Tarih insanın geçmişini tanımak değildir. İnsanın ve insan toplumunun niteliğini, nasıl olduğunu, değişme kanunlarının sebeplerini ve faktörlerini, tekâmülünü, hastalığını, zaafını, selametini ve kudretini tanımaktır.
Peki, bütün bunları niçin yapmalıdır?
Doğru dürüst bir varoluş sahibi olmak için.”
İslami varoluş gibi evrensel bir eylemi hayata geçirebilmek, evrensel bir ufka/bilince sahip olmayı gerektirir ve bu da küresel ölçekte ciddi bir irade, bütünlük, netlik ve dayanışma gerektirir.
Tek kültürlükük üreten mevcut sürecin evrensel ufku kapattığını belirten Atasoy Müftüoğlu, İslami bütünlük ve dayanışmaya işaret ederek, şu tespitlerde bulunur:
“İçe ve geçmişe kapanan İslam toplumları, bu kapanmayla birlikte evrensel ufku, evrensel zihni, evrensel bilinci kaybederek, yerli milli sınırlara çekildi ve tek kültürle bütünleşti.
Evrensel ufuk, evrensel zihin, evrensel bilinç bütün insanlık için konuşan-üreten bir temel çerçeve oluşturmuştu. Kapsayıcı bilincin ifadesi olan evrensel bilincin yerinde, bugün, dışlayıcı/etiketleyici/ötekileştirici, kategorize edici taşralı bağnazlıkların belirleyiciliği var.
Yeni, bağımsız, üretken bir varoluş-mevcudiyet ve meşruiyet için, evrensel ufka, evrensel zihinlere, evrensel etki ve nüfuz’a giden yolları açmak ve her alanda bir yeniden yapılandırma iradesi ortaya koymak üzere, İslami bütünlük ve dayanışma bilincini bir kez daha ateşlemek gerekiyor.”
İnsanın öncelenmesi ve değerliliği, insanın serüveni ve yolculuğuna değinen Cevdet Işık, İnsanı insan olarak dikkate almayı önemser ve şöyle ifade eder:
“İnsanı öncelemek, insanı öncelikli hale getirmektir. Her şeyden önce insanı dikkate almak demektir. Bu durumu bireyselleşmeyle karıştırmamak gerekir. Bunun için de insanın sahip olduğu tasavvurun dikkate alınması gerekir. Tasavvur bir varoluş perspektifidir.
Varoluş perspektifinde Allah vardır, insan vardır, hayat vardır, diğer varlıklar vardır. En önemlisi de bütün var olanların sahip olduğu anlam vardır. İnsan, hayat ve ölüm; sınırlı bir zamanda iç içe geçmiş, içeriğini özne-nesne ilişkisi oluşturmuş sıkı bağlarla birbiriyle kenetlenmiştir. Bu kenetlenmiş ilişkide zamanın bir ucunda hayat ve bir ucunda da ölüm vardır.
İki uçlu bu varoluş imkânı bir mıknatıs misalidir. İnsan, bu kısıtlı varoluş imkân zincirinde özne olarak en önemli konumun sahibidir.”
Evrensellik/‘Evrensel etki üretme’
Atasoy Müftüoğlu der ki: “İslam toplumları bilinçli oldukları dönemlerde evrenselciydiler, evrensel etki üretiyorlardı. Bilinçlerini kaybedince, yerli-milli kabilelere, kabileciliklere, kabileci ilişkilere, kabileci yaklaşımlara geri döndüler. Bugün, İslam toplumları icat edilmiş geleneklere dayanarak, ataerkil tahakküm ve şiddet biçimlerini normalleştirebiliyor.
Kabileci ufuk-zihniyet, ahlaki adaleti içermediği gibi, evrensel siyasal ideallerin ifadesi olan ümmet’i de içermiyor.
Irkçı Siyonist ideoloji, dünya ölçeğinde etki üretirken, evrensel İslami misyon ve vizyon yerel koşullarla, yerel çıkarlarla sınırlandırılıyor. İslam’a ve Müslümanlara karşı geliştirilen “terörle mücadele doktrini”ne dayanarak İsrail devlet terörü, resmi suikast politikalarını meşrulaştırabiliyor.
Maduniyet ve mağduriyet dilini-konumunu reddedemedikleri için, edilgenlikten kurtulamayan İslam toplumları, sömürgecilerin acımasız, tahammül edilmez küstahlıklarına, soğuk kibirlerine, mütehakkim-militarist otoriter sömürgeci iktidar sisteminin keyfiliklerine katlanmaya devam ediyor, edebiliyor. Bütün bu nedenlerle, Ortadoğu ülkeleri tarihsel rollerini-işlevlerini yerine getirebilecek etkin bağımsız politik tercihler üretemiyor. Bugün, Ortadoğu jeopolitiği, Siyonist politik irade doğrultusunda, İran’ı ve Müslüman Kardeşler’i etkisiz kılmak üzere biçimlendirilen soğuk savaş temelinde şekilleniyor.”
Aydınlar ve aydınlanmaya dair Atasoy Müftüoğlu’ndan alıntı ile bitirelim:
“İslam toplumlarında aydınlar, Aydınlanma değerlerinin ideolojik baskısı sebebiyle, bu ideolojiyle yüzleşmeye cesaret edemiyor, bugün, Aydınlanma ülkesi Fransa’da, yeni faşizmin yükselişi karşısında, Aydınlanmanın sadece bir nostalji konusu haline geldiğini göremiyor.
Günümüz dünyasında, toplumlarında bütün değerleri ve erdemleri hep kaybedenler savunuyor. Kazananlar, muktedirler, müstekbirler hiçbir değer ve anlam sistemine, hiçbir erdeme ihtiyaç duymuyor.
Varoluşsal bütünlüğün, bütünlük bilincinin bozulmasıyla birlikte, insanlık varoluşsal meselelere, varoluşsal idrak’e ve anlamlara, bilgeliklere ve ideallere bütünüyle yabancılaştı. Bu yabancılaşmayla birlikte, insanlık yoğun bir biçimde araçsal sorunlar, araçsal-ideolojik varoluşlara yöneldi.
Bu nedenledir ki; bugün sözünü ettiğimiz temel anlamlar, varoluş, hayat, ölüm, din, ahlak marjinal alanlar haline getirildi.”
Bir rahmet iklimi olan Ramazan’ı, deprem ve depremzedelerle ilgili duyarlılıklarımızın devam edeceği bir mecrada seyretmesi temennisi ile tebrik ediyorum.
Dua ile.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *