Hangi toplumda olursa olsun, her bağımlılık, irade ve bilinç kaybıyla başlar. İrade ve bilinç kaybı, onurlu varoluşların parçalanmasına neden olur. Yarım kalmış inançlarla, yarım kalmış bir bilinçle, parçalanmış bir onurla, nitelik kayıplarıyla, mutlak olan’a tanıklık yapılamaz.
Atasoy Müftüoğlu
Avrupamerkezci, ırkçı-sömürgeci evrenselliğin, İslam toplumlarına dayatılması; İslam toplumlarının bu evrenselliği bir şekilde onaylaması; Müslüman halkların ontolojik ve epistemolojik anlamda bu evrenselliğe tabi kılınması; bu halkları, kendi özgün varoluş-düşünüş ve hayat tarzlarına yabancılaştırarak, şimdiye kadar aşılması mümkün olmayan derin bir zihinsel bağımlılık oluşturdu. İslam toplumları, modern zamanları mumyalanmış bir gelenekle, geleneksel kültürle karşıladıkları için, ırkçı-sömürgeci evrenselliğe ikna edici cevaplar veremediler, bu nedenle de; ırkçı-sömürgeci evrensellikle uzlaşma yolunu seçtiler. Günümüzde İslam toplumları, sömürgeci kültürel ırkçılığın tayin edici baskısı ile bir türlü yüzleşemiyor. Her ırkçı projenin kötülük yönünde ilerlediğini, her sömürgeci girişimin temelinde yıkıcı bir ırkçılık olduğunu hatırlamak gerekir. İçerisinde yaşadığımız dönemde, emperyalist-sömürgeci saldırıları sürdürebilmek, meşrulaştırabilmek, haklı çıkarabilmek için icat edilen, istismar edilen, en kullanışlı maske ‘‘terörizme karşı savaş’’ maskesidir. Bu maske, sistematik bir biçimde, bugün aziz İslam’ın değersizleştirilmesi için kullanılıyor.
Günümüzde, bir yanda sömürgeci kültürel ırkçılık, bir diğer yanda da, ulus-devlet milliyetçilikleri-popülizmleri, Müslüman kitleleri değersizleştirerek, düşüncesizleştirerek, edilgen kılarak, diledikleri yönde yönlendirebiliyor, kontrol edebiliyor, kullanabiliyor. İdeolojik ve ırkçı modern söylem aracılığıyla mutlaklaştırılan, dokunulmaz kılınan modern uygarlığın/bilimin/teknolojinin nihai ‘‘zaferi’’ bugün bütün bir yeryüzünü tehdit eden nihai bir yıkım, çölleşme, kuraklık biçiminde somutlaşıyor. İslam dünyası toplumları modern dünya görüşü tarafından sınırlandırıldığı için, modern dünya görüşüne, hayat tarzına maruz kaldığı ve bunlardan etkilendiği için, hiç bir zaman bağımsızlık yönünde bir İslami irade oluşturamadı.
Hangi toplumda olursa olsun, her bağımlılık, irade ve bilinç kaybıyla başlar. İrade ve bilinç kaybı, onurlu varoluşların parçalanmasına neden olur. Yarım kalmış inançlarla, yarım kalmış bir bilinçle, parçalanmış bir onurla, nitelik kayıplarıyla, mutlak olan’a tanıklık yapılamaz. İslami tutarlılık, bütünlük, onur/nitelik ve umut, İslami bilincin yüreğine demir atmakla gerçeğe dönüştürülür. Edilgen umutlardan, etkin umutlara ulaşabilmek için, dostluklara-dayanışmalara ihtimam göstermek, karşı karşıya bulunduğumuz sorunlara kayıtsız kalmadan, bu sorunları biriktirmeden, sözü geçen sorunlarla yüzleşebilmek, tahakküm kültürünü istikrarsızlaştırabilecek radikal entelektüel sorgulamalar yapmak, yeni başlangıçlar yapabilme iradesine sahip olabilmek, korkuların ve belirsizliklerin üzerine cesaretle gidebilmek gerekir. İslam toplumları/kültürleri yüzyıllardır, edilgen umutlar sebebiyle, taşlaşmış tekdüzelikleri bir hayat tarzı haline getirmiştir. Bu taşlaşmış tekdüzelikler sebebiyle, bugün, tarihsel gecikmeler yaşıyoruz. Toplumlarımızda siyasal iktidarlar, iktidarlarını sürdürebilmek için, edilgen umutları tekrar ediyor, tahkim ediyor, gündemde tutuyor; kitleleri, gerçek umutlar için üstlenmeleri gereken sorumluluklardan uzaklaştırıyor. Toplumlarımızda halen hâkim olan edilgen umutlar, yeni-zorunlu ve hayati farkındalıklara geçit vermiyor.
Hayati farkındalıkları, hayati meseleleri farketmeyen, hamasetle büyülenen gelenekçi/görenekçi/sağcı/muhafazakâr/folklorik/taşralı dindar’lar, dindarlıklar; mutlak kötülüğün, mutlak zorbalığın ve vahşetin ifadesi olan Siyonist İsrail’in politik ve ekonomik vesayetine ihtiyaç duyarak, Siyonist zorbalığa ve vahşete meşruiyet kazandıran otoriter-popülist-oportünist politik liderleri, ‘‘İslam halifesi’’ olarak tebcil ve takdis edebiliyor. Hayati/varoluşsal farkındalıklara sahip olmayanlar, yüzeysel hayatlara, yüzeysel ve tuhaf düşüncelere/yorumlara mahkûm oluyor. Popülizmi, hamaseti, duygusal propoganda ve manipülasyonları, duygusal klişe ve sloganları içselleştiren, statükocu bir toplumda, radikal/bağımsız, düşünüş, eleştiri ve mücadele çok büyük fedakârlıklar ve yoğunluklar ister. Statükonun, popülizm ve oportünizmler yoluyla tahkim edildiği, edilebildiği toplumlarda yapısal bir dönüşüm gerçekleştirilemez. Popülist otoriter statüko, başka türlü olmaya, başka türlü düşünmeye, başka türlü yorumlamaya izin vermez. Popülist-otoriter, muhafazakâr statüko, bugün, yalnızca kâr alanlarıyla, çıkar alanlarıyla, iktidar, sömürü ve tahakküm alanlarıyla ilgileniyor.
Sömürgeci evrensellik, tek bir düşüncenin, tek bir tarihin, tek bir hayat tarzının belirleyici olduğu, farklı kültürlere hayat hakkı tanımayan bir dünyayı temsil ederken; sömürgeci yerli-milli muhafazakârlıklar da, yalnızca iktidar sahiplerinin görüş ve yorumlarıyla sınırlı toplumlar oluşturmaya çalışıyor. Bu nedenle de, bu tür toplumlarda farklı etnik ve dini aidiyetler, kendi özgünlüklerini temsil edemiyor. Hiç bir özgünlüğe özgürlük alanı bırakmayan sömürgeci evrensellik gibi, sömürgeci muhafazakârlıklar da, kendi yorumlarını mutlaklaştırıyor. Hangi toplumda olursa olsun, bugün, Türkiye’de yaşadığımız üzere, her kamplaşma, kutuplaşma, otoriterleşme, herkes için ortak olan kamusal erdemleri bütünüyle yok ediyor. Seküler ya da din’i kavramlar, çıkar/iktidar mücadeleleri adına sömürgeleştirildiği için, kamusal erdemlerden hiç bir biçimde söz edilmiyor, kamusal erdemlere ihtiyaç duyulmuyor.
Bir yanda, modern seküler dünya görüşü bütün toplumlar üzerinde radikal bir tekel oluştururken, bir diğer yanda da, İslam toplumlarında dini duyguları araçsallaştırarak oluşturulan, popülist propoganda dili radikal bir tekel oluşturuyor. Her radikal tekel, farklı seçenekleri imkânsız kılıyor. Müslüman halklar olarak, edilgen umutlar sebebiyle, öncelikle farkında ve bilincinde olmamız gereken varoluşsal sorunları hiç farketmiyoruz. Bizleri, edilgen kılan nedenleri teşhis edemediğimiz, teşhis etmeye çalışmadığımız için, bunları yeniden üretiyoruz, çoğaltıyoruz. Duygusal propoganda yöntemleriyle tabi kılınan kitleler, edilgen umutların büyük bir aldanışla sonuçlanabileceğini düşünmüyor. Bir şeyi bütün boyutlarıyla tecrübe etmediğimiz takdirde, o şeyin nasıl bir şey olduğunu bilemeyiz. Bugün, aziz İslam, yalnızca bir ideale dönüştürüldüğü için, bir bütünlük içerisinde tecrübe edilmiyor. Günümüzde Türkiye’de de yaşadığımız üzere, toplumun bir kesimi çok katı bir ideolojik sadakat sergilerken; toplumun bir diğer kesimi de, çok katı, fanatik bir itaat biçimi sergiliyor. Bu durum tarafların iletişim kurma isteklerini-yeteneklerini ve iradelerini bütünüyle yok ediyor.
İslam dünyası toplumları ve kültürleri nitelikli zamanlara, nitelikli ilgilere bütünüyle yabancılaştılar. Bu yabancılaşma, büyük ölçüde taşralı politik kültürden kaynaklanıyor. Bugün, Müslümanlar olarak, entelektüel anlamda tarihten silinmiş durumdayız. Fikirlerimizin, düşüncelerimizin, önerilerimizin küresel entelektüel alanda hiç bir yankısı ve karşılığı yok. Toplumlarımızda bugün çok büyük bir ufuk daralması yaşanıyor. Müsamahasızlık kültürü, tecavüz kültürü, nefret kültürü yayılıyor. Toplumlarımız, yalnızca çıkar ve iktidar mücadeleleri ile ilgilendikleri için, toplumlarımızın ahlaki anlamda çok büyük bir çöplüğe dönüşmüş olmasını hiç bir biçimde umursamıyor. Toplumlarımızda, siyasal söylem tarafından, yerli-milli narsisizmler temelinde yeni bir hafıza oluşturuluyor, yoğun bir nostalji icat ediliyor, geçmiş hiç bir biçimde sorgulanmaksızın kutsallaştırılıyor, ‘‘şanlı tarih’’ söylemi, tarih bilincini bütünüyle etkisiz kılıyor. Irkçı-milliyetçi kültürlerin, ümmet lehinde her hangi bir sorumluluk almalarının mümkün olmadığını hatırlamak gerekiyor.
Politik-popülist propoganda kültürü hayatımızı kirletiyor, bayağılaştırıyor, tercihlerimizin niteliğini düşürüyor. Medya’ya, haberlere maruz kalan toplumlar niteliklere, bilgeliklere, tefekküre yabancılaşıyor. Nitelikli bir hayat için popülist-politik dedikodu-demagoji dilinden uzaklaşmak gerekiyor. Günümüzde haber endüstrisi bütün bir toplumu kirli propoganda diline, propoganda uyuşturucularına mahkûm ediyor. Haber endüstrisi zihinlerimizi çerçöple, hurdayla doldurduğu için, zihinsel-ruhsal sağlığımızı yitiriyor, hayati meselelerle kesinlikle ilgilenmiyoruz. Bugün, hepimiz varoluşsal meselelerle ilgili olarak bir algı/tefekkür yetersizliği ile karşı karşıya bulunuyoruz. Muhafazakâr popülist propoganda dili ucuz ilgiler, ucuz çözümlemeler, ucuz açıklamalar ve ucuz tasavvurlar içerir ve biriktirirken; ideolojik propoganda dili ve söylemi de, önyargılar, egoizmler, narsisizmler içeriyor ve biriktiriyor. Hangi eğilimi, muhafazakâr ya da seküler yansıtırsa yansıtsın, tek düşünce bütün bağlılarını düşüncesizleştiriyor, yoksullaştırıyor. Güncel, popülist propoganda ve medya dili’nin, bilgi/bilinç/ahlak/kültür ve irfan dünyamıza hiç bir zaman ve hiç bir şekilde olumlu anlamda bir katkısı olmadığını, olmayacağını hatırlamak, hatırlatmak gerekir. Güncel popülist propoganda ve medya dili, tüketicilerine hiç bir şey kazandırmadığı gibi, çok şey kaybettirir. Bu dil-söylem, zamanın, hayatın, değerlerin barbarca israfına, bayağılaşmasına neden olduğu gibi, eşi ve benzeri görülmemiş bir kalitesizliği ve niteliksizliği de derinleştirir. Seküler ya da muhafazakâr kesimlerin, birbirlerini anlamak yerine, birbirleriyle ilgili paranoyak yorumlara mahkûm olmaları her iki kesimi de patolojik üstünlük duygularına sevkediyor. Taraflar, ortak toplumsal sorumluluk ahlakına yabancılaşıyor. Kendi dünya görüşlerini ve hayat tarzlarını özgürleştiremeyen toplumlar, hiç bir biçimde sömürgeci etkilerle mücadele edemezler. Seküler ya da muhafazakâr, boğucu alışkanlıkları içselleştiren topluluklar için, doğru düşünme imkânı yoktur. Seküler ya da geleneksel, bağlılık ve sadakat biçimlerini yansıtan klişeleri etkisiz kılmaksızın ortak bir gelecek tahayyül edilemez. Edilgen umutlar pasifliği derinleştirir. Edilgen umutlar, bugün somut olarak müşahede edilebileceği üzere kitleleri, atalet ve meskenete sevk eder, kitlelerin mücadele iradelerini yok eder.
İslami bilinci ayakta tutabilmek, bilgeliğin hayatta kalmasını sağlayabilmek için, radikal dostluklar, radikal nitelikler ve radikal incelikler, zihni ve kalbi cömertliklerle birlikte; statükoların/resmi yapıların öğrettiklerini unutmak, entelektüel anlamda rahatsız edilmekten korkmamak, dostluk-dayanışma ve sorumluluk duygularını hayatımızın merkezine koymak gerekir. Ayrımcılıkların olduğu toplumlarda, hukukun siyaset tarafından belirlendiği toplumlarda, ahlak/adalet/merhamet ve eşitlik mümkün olamaz. İslami bütünü ve bütünlüğü bütün boyutlarıyla temsil etmeyen bir yaklaşım-kültür-gelenek, İslam’ı ancak yerel bir folklor olarak, bir taşra kültürü olarak tecrübe edebilir. Geçmişe kayıtsız şartsız bağlılık yeni içerik üretimine izin vermez. Gelenekler yenilenmeye engel olmamalıdır. Yeniden yorumlanmayan gelenekler, ancak, bir müze malzemesi olabilir. İçe ve geçmişe kapanma, bir güçsüzlüğe ve çaresizliğe işaret eder. İnsanlığa, dünyaya, tarihe açılma iradesine, yeteneğine, birikimine sahip olduğumuzda, etki üretebilecek bir noktaya gelebiliriz. Sömürgeci evrenselliği bozguna uğratmak, evrensel zihinlerin/kadroların gerçekleştireceği entelektüel bir varoluş ve mevcudiyet mücadelesiyle mümkün olabilir. Bu tür bir mücadele onurlu adanmışlıklar ister. Geleneğe, taklit ve tekrara dayalı kültürler, hayati sorunlarla ilgili olarak derinlikli sorular sormadıkları, hiç özeleştiri yapma ihtiyacı duymadıkları için geçmişi biriktirmeye, geçmişi harcamaya devam ediyor.
Günümüz dünyasında İslam, bir yanda seküler modernliğin, ideolojik sömürgeciliğine maruz kalmaya devam ederken, bir diğer yanda da, ulus-devlet realizmleri-çıkarları-kutsalları adına konumlandırılarak, araçsallaştırıldığı için, İslam’ın gerçekte ne anlama geldiğini bilmiyoruz. Dışarıdan ve içeriden yapılan ideolojik ya da pragmatik her müdahale, Müslümanları İslam’a yabancılaştırıyor. Türkiye’de, seküler kesimler İslam’ı çok basit ideolojik bir etikete dönüştürerek değersizleştirirlerken; her zaman duygusal propoganda ve manipülasyon nesneleri haline getirilen muhafazakâr taşralılıklar da, çok derin, çok yaralayıcı, çok rencide edici yapısal sorunların farkına varmıyor, İslami bütünün ve bütünlüğün otorite ve meşruiyetini bütün boyutlarıyla temsil eden kurumlar-kadrolar bulunmadığı için, ahlaki ve ilkesel tavizler, umursamazlıklar pahasına, yerli-milli dindarlık biçimleri, pragmatik ve oportünist dindarlık biçimleri, propoganda dindarlıkları, partizan dindarlıklar, teatral ve folklorik dindarlıklar, gösteri, çıkar ve gösteriş dindarlıkları gibi anormallikler üretiyor, bu anormallikleri keyfi bir biçimde normalleştiriyor. Muhafazakâr taşralılık ve gelenekçilik, bütün bu keyfi dindarlık biçimlerinden sonra, bu defa yerli-milli bir ‘‘halife’’yi gündemine almış bulunuyor. İslam tarihi boyunca aziz ve mükerrem İslam’ın bu ölçüde sulandırıldığı ve istiskal edildiği ne görülmüş ne de duyulmuştur. Muhafazakâr taşralılıklar, zihinlerine vurulan paslı prangaları söküp atıncaya kadar İslam’ın gerçek anlamda anlaşılması ve temsil edilmesi mümkün olmayacak. İslam toplumlarının gerçeğe, gerçek hayata, tarihe uyanışı; duygusal propoganda yoluyla kitleleri sömürgeleştiren iktidar dili ve söylemi ile hesaplaşmaya/yüzleşmeye başladıklarında mümkün olacak.
Modern dünya, evrensel toplumu Hıristiyanlık ve Aydınlanma değerleriyle tanımlıyor, küresel düzenin de, bu değerler temelinde şekillendirilmesi gerektiğini bütün toplumlara dayatıyor. Seküler modernlik, seküler modern tarih, Hıristiyanlık ve sömürgecilik, Aydınlanma ve sömürgecilik ilişkisi temelinde somutlaşan büyük karanlıkla hiç bir biçimde yüzleşemiyor. Hıristiyanlık ve Aydınlanma değerleri sömürgeci dünya görüşünü ve hayat tarzını evrenselleştirirken, sömürgeci düşünceyi de evrenselleştirdi. Bu gelişme ile birlikte, Batı Hıristiyan tarihinin ve Hıristiyanlığın, kendi içerisinde yaşadığı iç sorunlar/karşıtlıklar/çatışmalar ve gerilimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan, Avro-Atlantik sekülerizmi de evrenselleşmiş oldu. Bugün, neoliberal emperyalizm tarafından sömürgeleştirilen ve dönüştürülen zihinler, seküler ideolojik etki ve nüfuz’u sorgulayamıyor, tartışamıyor, reddedemiyor.
İslami bütünlük bilincine, ahlakına, düşünce ve hayat tarzına yabancılaşan Müslüman toplumun, İslami bir gelecek için yapabileceği anlamlı bir şey yoktur. Analitik ve eleştirel bir dikkat’e sahip olmayan toplumlar ve kültürler, maruz kaldıkları hiç bir yabancılaşmayı teşhis edemezler, bu nedenle de, bu yabancılaşmalarla birlikte yaşamaya devam ederler. İslami bütünü bütün boyutlarıyla temsil ve tecrübe etmeyen bir toplum ve kültür, modern-seküler saldırılarla-dayatmalarla ilgili etkili sorgulamalar yapamaz, bir direniş kültürü/edebiyatı oluşturamaz.
İslam toplumları modern-seküler epistemolojik saldırılar karşısında büyük bir teslimiyetçilik sergilediği için, derin/yapısal yabancılaşmayı normalleştirdi. Yapısal yabancılaşma, derin bir hafıza/ufuk ve zemin kaybıyla bugün de devam ediyor. Yapısal yabancılaşma ile birlikte, İslam toplumlarında bütün İslami kavram ve kurumlar yerlerinden edildiler. İslami kavram ve kurumlar otorite ve meşruiyet kaybına uğradığı için, İslam toplumları, dünyaya modern kavram ve kurumların perspektifinden bakmaya başladılar. İslam dünyası toplumları ve kültürleri seküler bilgi ve hukuk sistemine, sömürgeci bilgi ve hukuk sistemine dahil olduktan sonra, İslami algılama, bilme ve yaşama biçimi bütünüyle değersizleşti. Ahlak, eğitim ve bilgi’den bağımsız bir dindarlık, etkili bir geleneğe dönüşerek bugünlere kadar geldi.
İslam toplumlarında, İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat/siyaset hayatı, eğitim/öğretim hayatı, akademik hayat; maruz bırakıldığı epistemik dönüşümün mahiyetini/tahribatını halen gereği gibi hissedebilmiş ve tartışma konusu yapabilmiş değildir. Sözünü ettiğimiz epistemik dönüşüm, İslami bilincin, bütünlüğün, dikkatin, hassasiyetin ve sorumluluğun buharlaşması sonucunu doğurmuştur. Yirmibirinci yüzyılda etkili olabilecek bağımsız bir bilgi ve hukuk sistemini, bağımsız bir paradigma sistemini inşa edemeyen bir toplum/kültür ve siyaset, İslamilik iddialarında bulunamaz.
İslam dünyası toplumlarında aklı edilgen kılan katı gelenekçilik, düşünme ve içerik üretme süreçlerini durduran içe ve geçmişe kapanınca, İslam’ın tarihsel-entelektüel-bilimsel yürüyüşü durduruldu ve Müslüman halklar entelektüel bir soykırıma tabi tutuldu. İslam toplumları içeriden maruz bırakıldıkları entelektüel körlüğe maruz kalmamış olsalardı, modern-neoliberal emperyalizm tarafından dışarıdan dayatılan çok daha kapsamlı çok daha tahripkâr sonuçları olan entelektüel soykırıma tabi tutulamayacaktı. İslam toplumlarını etkisiz kılan, din’i-politik hurafe/menkıbe/hamaset söylemleri/uyuşturucuları sebebiyle, İslam toplumları-kültürleri kendilerine hem içeriden, hem de dışarıdan dayatılan entelektüel-epistemolojik soykırımların halen farkına ve bilincine varabilmiş değildir. Bunun içindir ki; bugün, toplumlarımız varoluşsal sorgulamalar, yüzleşmeler, hesaplaşmalar yapamıyor, özgürleştirici umutlar üretemiyor. Karizmatik-popülist-otoriter ve oportünist, din’i ya da politik figürler tarafından sistematik bir biçimde, cemaat/parti propogandası adına, öteden beri anlatılagelen hurafe-menkıbe-hamaset söylemleri tarafından ele geçirilen, ele geçirilebilen toplumların faziletlerinden söz edilemez.
Nanoteknoloji, biyoteknoloji, enformasyon teknolojileri çağında, tekno-putperestlik çağında, bütün bir insanlığın nesneleştirilebildiği bir çağda; toplumlarımız, hamaset ve popülizmle durdurulması mümkün olmayan, büyük ve derin yabancılaşmalarla, yıkımlarla karşı karşıya bulunuyor. Modern endüstriyel-seküler uygarlık dünyayı, hayatı, tabiatı yaşanamaz hale getiriyor. Teknolojik sömürgecilik hayata, tabiata ve insanlığa saldırıyor. Hangi toplumda olursa olsun, büyük çıkarlar, çıkar mücadeleleri büyük anlamları geçersiz kılıyor. İhtirasların iktidarı, ahlaka ve adalete meydan okuyor. Çıkar ortaklıkları, ilkesel ortaklıklara hayat hakkı tanımıyor. Entelektüel soykırıma maruz kaldıkları için, İslam toplumları konformizmi hayat tarzı haline getirdiler. Bu nedenle, seküler yardımlar almadan, liberal yardımlar almadan, milliyetçi/gelenekçi yardımlar almadan İslam’ı tanımlayamıyoruz. İslami kimlik gerilimleri/krizleri derinleşerek yayılıyor. İslami bütünlüğün ifadesi olarak, kim olduğumuzu, ne istediğimizi bütün boyutlarıyla, açıkça, anlaşılabilir bir biçimde tanımlamakta zorlanıyoruz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *