Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş: Bugünün fıkhını oluşturmak zorundayız

Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş: Bugünün fıkhını oluşturmak zorundayız

Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş katıldığı panelde, “Safımızı belli etmemiz gerekiyor. Safımızı belli ederken sadece zihnimizde ve söylemlerimizde ütopik bir hayal değil, yaşadığımız gerçekle örtüşen, oraya çözümler öneren ve o çözümler çerçevesinde çabalayan bir bilinçle hareket etmemiz gerekiyor.” ifadelerini kullandı.

Genç Birikim Dergisi tarafından 14 Aralık 2025 Pazar günü Kocatepe Konferans Salonunda gerçekleştirilen panele, konuşmacı olarak Ali Kaçar, Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş, Prof. Dr. Abdurrahman Ateş ve Doç. Dr. Vahdettin Işık katıldı.

İki oturum halinde gerçekleştirilen panelde, Celaleddin Vatandaş, “İslami Harekette Kitleselleşme ve Toplumsallaşma” başlığı altında yaptığı konuşmada, Türkiye’de İslami hareket veya İslami anlayışın hangi dönemlerde kitleselleştiğini, bugün hangi aşamalarda gerileme yaşandığına dikkat çekti. Bundan geri dönüşün mümkün olduğu ancak yeni bir fıkhın üretilmesi, kavramlara özen gösterilmesi ve safımızın belli olması gerektiği noktalarının altını çizdi.

Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş’ın konuşmasının geniş özeti şöyle:

• Bismillâhirrahmânirrahîm. Herkesi saygıyla selamlıyorum. Şimdi değerli dostlar, değerli katılımcılar; bundan yaklaşık zannediyorum bir 3-4 ay kadar önce Ali Kaçar kardeşim beni arayıp da, hocam böyle bir toplantı yapmayı planlıyoruz, sizi de aramızda görmek istiyoruz dedi. Ben de toplantının içeriğine dair nedir konu diye, işte İslami hareket, hatta o zaman İslami hareketten ziyade İslamcılık kavramının kullanıldığını da hatırlıyorum, işte bu çerçevede konuşmak istiyoruz denilmişti. Sonra bana İslamcılığın Türkiye’de toplumsallaşamama, kitleselleşememe başlığı uygun görülmüş, o başlığı aldım.

• Bir itirafta bulunayım öncelikle. 3-4 aydır Türkçe bir deyimle 9 doğuruyorum. Şimdi burada yarım saattir oturuyorum, 9 doğuruyorum, çünkü konuya yoğunlaştıkça, yani gerçekten yoğunlaştım, şu anda elimde yaklaşık 20 sayfa not var. Fırsat buldukça konuya ilişkin okumalar yaptım, düşündüm, notlar aldım. Ama konuya yoğunlaştıkça konu dipsiz bir kuyuya dönmeye başladı. O zaman tabii doğal olarak şunu soruyorsunuz kendi kendinize: Ben bu konuyu neresinden anlatayım, nasıl anlatayım? En son geldiğim noktayı sizinle paylaşmak istiyorum, eleştirebilirsiniz, cevaptan ziyade sorular soracağım veya söylediklerimi daha çok soru merkezli, soru sorulmuş gibi algılarsanız memnun olurum, cevaptan ziyade dediğim gibi soru merkezli.

• İslami hareket veya İslamcılığın toplumsallaşamama problemi, şimdi bu başlık, programı ve başlığı eleştirmiyorum, oradan girerek konuya girmeye çalışacağım daha doğrusu. İslami hareket veya İslamcılık denilen üzerinde hemfikir olduğumuz, ifade ettiğimiz zaman sadece bu salondaki siz değerli dinleyicileri kastetmiyorum, kendini Müslüman olarak niteleyen sokaktaki, dışarıdaki insanların üzerinde ittifak edebileceği bir kavramsal netliğe sahip miyiz? Orada sıkıntımız var. Şimdi eğer orada sıkıntımız varsa, kitleselleşememe konusunda da sıkıntımız var. Yani şunu demek istiyorum: Örneğin İslami hareket veya İslamcılık veya İslami anlayış, kavramlar değişebilir, kastedilen şey Allah’lı, peygamberli, Kur’an’lı, sünnetli, namazlı, oruçlu bu söylemlerin yer aldığı, bunlara uygun bazı tutum ve davranışların sergilendiği bir anlayışsa, aslında Türkiye’de İslami hareket veya İslami anlayış 80’li, 90’lı yıllarda ciddi anlamda kitleselleşti. Hatırlıyorum, en seküler televizyon kanallarında bile en seküler sunucular, Ali Kırca’lar filan konuşmaya şöyle başlıyorlardı: Ya aslında biz de bir Müslüman olarak deme ihtiyacı hissediyorlardı veya bunu kendine yakıştıramayanlar aslında ben de bir hocanın çocuğuyum deme ihtiyacı hissediyorlardı.

• Şimdi Müslüman olduğunu, halbuki İslami noktada ciddi sorunları olmasına rağmen Müslüman olduğunu söyleme ihtiyacı hissedenlerin olduğu bir coğrafya, bir toplumda bence İslami dediğimiz şey kitleselleşmiştir. Ama o dönemde, kendi adıma söyleyeyim, Vahiden Kültüre kitabını yazdım ve bunun geleneksel kültürel bir İslam olduğunu anlatmaya çalıştım. Yani o Kur’ani ve sünnete dayalı İslami anlayışın sulandırılmış, değiştirilmiş, dönüştürülmüş hali olduğunu anlatmaya çalıştım kendi adıma. Ne kadar doğru yaptım, ne kadar başarılı oldum, onlar ayrı konular.

• Şunu ifade etmek istiyorum: Eğer bir kavramsal netliği oluşturamazsak… Hatta şöyle de ifade edeyim: Sonra bir 28 Şubat süreci yaşadık, onbinlerce, hatta belki yüzbinlerce, çünkü istatistikleri elimizde yok, sırf inancından dolayı, başındaki, bunu haşa aşağılamak anlamında söylemiyorum, ama nesnel anlamda söylüyorum, bir metrekarelik, hatta daha küçük bir bez parçasından dolayı, ama o bez parçasının nitelediği kişilik ve ahlaktan dolayı kızlarımız, kadınlarımız emekleri zayi edildi, neredeyse Allah demenin yasaklandığı bir dönem yaşadık. Ama şimdi geldiğimiz noktaya bakıyorum, okullarda Kur’an-ı Kerim dersleri var, okullarda siyer dersleri var. Geçen hafta bir ilköğretim birinci sınıf okuma kitapları elime geçti, hemen hemen her üç sayfada bir oradaki resimler arasında başörtülü anne figürü var. Bugün hangi devlet dairesine giderseniz bir mescidin olduğunu, hatta bir bakanlığın mescidinde nafile namazlar kılındığına bizzat tanığım, çünkü öyle bir nafile namaz kılmaya denk gelmişim, ben de zannediyorum vakit namazı kılıyorlar onlar. Namaz uzadıkça uzadı uzadıkça uzadı, sonra anladım ki nafile namaz kılıyorlarmış, tespih namazı kılıyorlarmış ve bu bir öğle saatinde. O zaman yine İslam toplumsallaştı, kitleselleşti mi diyeceğiz. Yani o kavramsal netleşmeyi oluşturmadan bütün yargılarımız farklı boyutlarıyla olumlu da değerlendirilebilir, olumsuz da değerlendirilebilir.

• Dediğim gibi ben daha çok sorular üzerinde durmayı tercih edeceğim, ama kendimce küçük bir netleştirme yapmaya çalışayım. İslami anlayış veya İslamcılık denilen şey nedir diye gelmeden önce araştırdığım zaman, Osmanlı’nın sonlarından -zaten oralarda doğmaya başlıyor- bugüne geldiğim zaman yaklaşık 20-30 tane tanımlamayla karşılaştım. O bana şunu düşündürttü: Aslında bildiğimiz bir şey, bir hakikat var, varlığı anlamayı, hayatı anlamlandırmamızı sağlayacak bir hakikat var. Nedir o hakikat? Allah’ın lütfettiği vahyidir, Kitabıdır. Bu hakikatin hem anlaşılmasında, hem de uygulanmasında birincil öncelikli olan, vazgeçilmez olan, onun modeli olan Hz. Peygamber Aleyhisselamın ifadeleri, açıklamaları, uygulamaları var.

• Şimdi eğer bir benzetme yapacak olursam, hakikat burada duruyor ve hayat burada devam ediyor. Bu hayatla bu hakikati buluşturmak, bu hayatı bu hakikate göre tanzim etmek, düzenlemek çabasını İslami hareket veya İslamcılık olarak isimlendirebilirim veya ben öyle isimlendirmeyi tercih ediyorum. Öyle düşündüğümüz zaman, en erken zamandan başlayalım, Hazreti Ali bir İslami hareketin lideridir. Hasan Basri bir İslami hareketin lideridir. Ebu Hanife bir İslami hareketin lideridir. İbni Teymiye bir İslami hareketin lideridir. Ne yapıyorlar? Kendi zamanlarının, kendi şartlarının, kendi içinde bulundukları durumların problemlerini çözme ve orada o hakikati inşa etme noktasında bir çaba sarf ediyorlar. İşte bu çabanın bu coğrafyaya, hatta bu coğrafyaya değil aslında küresel coğrafyaya 19. yüzyıldan itibaren düştüğü problem şu: Bütün insanlığı kuşatan 1600-1700’lerden, biraz daha zaman itibariyle erkene de çekebiliriz, yeni bir zihniyet, yeni bir hayat tarzı, yeni bir anlayış egemen olmaya başlıyor.

• Hatta bununla ilgili bir araştırma yaptığımda çok enteresan gelmişti bana, 1798 yılında Reisülküttap olan Atıf Efendi diye bir şahsiyet var. Hakkında kitaplarda filan bilgi bulmanız biraz zor birisi, tarihin böyle sayfalarında kalmış birisi. Reisülküttaplık kısmen bugün Dışişleri Bakanlığı’na denk gelen bir unvan Osmanlı’da, yani Osmanlı’nın dış ilişkilerini organize eden, Osmanlı Devleti ile diğer devletlerin faaliyetlerini organize eden bir makam. Bu Reisülküttap Atıf Efendi, Fransa’da gerçekleşen devrim ve sonrasındaki zihniyete bakarak bir rapor hazırlıyor. Onun bu raporunun detaylarını bilmiyoruz, bugüne ulaşmamış, ama raporunun özetini Ahmet Cevdet Paşa tarihinde zikrediyor. Aşağı yukarı hatırımda kaldığı kadarıyla şuna benzer şeyler söylüyor: Diyor ki, bu küffar Nemrudi ve Firavuni bir bakış açısıyla dinleri, Allah’ı, hakikati devre dışı bırakan, kendilerini Allah’ın yerine koydukları yeni bir nizam, yeni bir zihniyet, yeni bir hayat tarzı inşa etmeye çalışıyorlar ve maalesef insanları bu noktada da ikna etmekte çok fazla zorlanmıyorlar. Görünen o ki, önümüzdeki dönemlerde insanlığın, insanımızın en büyük problemi bu olacak, çünkü insanlarımız oraya yönelecekler diyor; bunu dediğinde 1800’lerdeyiz. Ben diyorum ki, Batı’nın karşısında, modernliğin karşısında, modern zihniyetin karşısındaki işte farklı zamanlarda farklı isimlerle doğan, hakikatle yaşanan gerçeği buluşturma çabasının bu son dalgasının ilk öncülerinden birisi budur.

• Yani Reisülküttap Atıf Efendi ile Seyyid Kutub’un, Mehmet Akif’in, Cemaleddin Efgani’nin ve aklınıza gelebilecek daha yığınla, -Allah vefat edenlere rahmet eylesin, yaşayanlara hayırlı, sağlıklı, uzun ömürler versin- İslam’ı, o İslam hakikatini yeryüzüne indirme, yeryüzünde egemen kılma çabası içerisinde olanların bu son süreçteki, dünyanın içine girdiği bu süreçteki ilk öncülerinden bir tanesi. Ve bu öncüyle başlayan bir süreçte hem Müslüman kimliğimizle kendimizi nasıl konumlandırabiliriz, hem de bu zihinsel tahribata, bireysel ve toplumsal hayat tarzımızı değiştiren, yozlaştıran, rotasından çıkaran bu müdahalelere karşı ne yapmamız gerekir çabası içerisinde Osmanlı’nın son dönemlerinde arayışlar başlıyor. Bugün İslami bir anlayışla baktığımız zaman birçok açıdan eleştirebileceğimiz şahsiyetlerin bile, örneğin Namık Kemal’lerin, Ahmet Vefik Paşaların vesairelerin bile isimlerinin oralarda geçtiğini, o arayışın oralarda başladığını görüyoruz ve o buralara kadar devam ediyor, bir şekilde devam ediyor.

• Şimdi bu bağlamda, yani hatta bu programın en başlangıcında slayt olarak sunulan Erdemler Hareketi’nin böyle sloganik, şey diyelim, sloganik derken eleştirel anlamında söylemiyorum, kısa vurucu ifadelerle, yaşadığınız gibi inanmak değil, inandığınız gibi yaşamak için Allah’ın Kitabını, Resulü’nün sünnetini hayatınızda egemen kılmak için diye başlayan tespitler vardı. O tespitler bağlamında düşünecek olursak, eksikliklerine, yanlışlarına rağmen işte o hakikati bu coğrafyada bu insanlarla, kendini Müslüman olarak niteleyen, ama eksiği, kusuru olan veya samimiyetinde sorunları bile olsa bu insanlarla buluşturma çabası içerisinde olan bir hareketin ta 1800’lerde doğduğunu görüyoruz.

• Peki, bu anlayıştan hareket edecek olursak, bu anlayış, bu hareket geri geri mi gidiyor, mesafeler kat ederek mi gidiyor diye soracak olursanız, örneğin benim gençliğimin geçtiği 80’li yıllara bakacak olursam, çok şeyler kaybettik. Ne kaybettik? Görünümde kaybetmedik, yani biraz önce ifade ettiğim gibi bir bakanlığın mescidinde tespih namazı kılacak cemaatler bulmaya başladık, başörtüsü artık yasaklanan bir şey değil, hatta devletin kitaplarının içine girebiliyor, okullara siyer dersleri ve Kur’an-ı Kerim dersleri koyduk. Ama bilinç noktasında baktığımız zaman bambaşka bir yerlere savrulduk, bambaşka bir yerlerdeyiz. Hatta öylesine bambaşka bir yerlerdeyiz ki, neredeyse tekrar tevhidin en temel temeli, ekseni olan Allah’ın sıfatlarından tekrar İslami bir anlayışı kendimizde, ailemizde, çevremizde oluşturmak gibi bir sürece girmeye başladık. Yani toplumsal talepler, 80’lerin, 90’ların toplumsal talepleri, İslam’ı topluma egemen kılma çabalarından İslam’ın ne olduğuna, İslam’ın temel unsurlarının ne olduğuna yönelik kafalardaki soruları cevaplayacak bir sürece girmeye başladık.

• Belki biraz canınızı sıkacak, ama şöyle bir örnek vereyim. Burada akademisyen hocalarımız da var, bildiklerim de var, bilmediklerim de var. Ben bir sosyoloğum, derslerimde bazı konularda doğrudan dinlere ait, özellikle de İslam’a ait düşünceler dile getiriyorum, hem dersimin içeriği gereği dile getiriyorum, hem de kendi tercihimle, kendi irademle orada İslami bir tespiti dile getirmeye çalışıyorum. Sınıfa giriyorsunuz, 8-10 tane başörtülü kızımız var, bunlar bizim çocuklarımız, başı açık olanlar da bizim çocuklarımız, hepsi bizim çocuklarımız. Örneğin diyelim ki aile sosyolojisinde aile kurumunu işliyorum, Budizm’de aile dediğim zaman çocukların ellerinde kağıt ve kalemlerle notlar aldığını görüyorum. Hıristiyanlıkta aile dediğim zaman, çünkü farklı dinlerdeki aile kurumunun öneminden bahsettiğimi varsayalım, İslam’da aile dediğim zaman arkaya yaslandıklarının ve suratlarının asıldığını görüyorum. Yani İslam’ın aileyle ilgili söylediği ne olabilir ki, anlayış bu. İnşallah öyle değildir, İslam’ın aileyle ilgili söylediği şeyler kabul edilir şeyler olmaması lazım, herhalde kafalarına bu yerleşmiş.

• İşte o zaman şu kitleselleşme konusunu şöyle mi düşünmemiz lazım acaba: Nicelik değil, nitelikte ne olduk, nerelerdeyiz, ne yapmamız gerekiyor?  Örneğin nitelikte belki o günün siyasal şartlarında çok daha zayıf ve aciz olduğumuz 1930’lu Türkiye’lerin veya 1997’lerin, 98’lerin çok daha gerilerindeyiz, ama nicelik olarak çok ilerlerdeyiz.

• Peki, o niteliği niye kaybettik? Ne oldu da işte bizim çocuklarımız İslam dediğimiz zaman suratlarını ekşitmeye başladılar? Bu ciddi bir problemdir, bakın bu çok ciddi bir problemdir. O başörtülü çocuklarımız, örneğin ben konum gereği eleştirel düşünme dersinde mesela cinselliğin sosyolojisini anlatıp da oradan LGBT’ye geçtiğim zaman şu tepkiyi bana kolaylıkla verebiliyorlar: Hocam, kişisel bir tercih, niye siz onu şimdi dert edindiniz ki? Hani buradaki başörtüsünü bir sembol olarak düşünün, çünkü sadece başörtülü kızlarımızı eleştirmek adına söylemiyorum, orada erkeklerimiz de var, ama erkekleri ayırt edemediğim için başörtülü kızlarımız ifadesini kullanıyorum. Buralara da geldik, artık LGBT’nin bile sorgulanmayacağı, sorgulanmadığı, hatta sorgulanmanın yanlış bulunduğu bir yerlere geldik ve hızla da gidiyoruz. Yani iç yakan, acıtan şeyler söylediğimin farkındayım.

• Niye diye düşünecek olursak, satır başları halinde bazı tespitlerimi sizlerle paylaşayım. Bir, Türkiye’de İslami hareket 1800’lerden bu tarafa, ama özellikle de yüzyılın başından, İttihat Terakki ve erken Cumhuriyet döneminden bu tarafa bence tepkisel olmuştur, tepkisel bir karaktere sahip. Yani hakikat olan, fıtrata uygun olan tepkisel değildi, o zaten özdür, esastır, onun dışındakinin tepkisel olması lazım. Tepkisel bir tutum ve tavır içerisinde olduk, yani kendimize yönelik bir öz eleştiri yapıyorum. Yani bir şeyi kısa söylemek de çok yanlış anlamalara yol açabilir ama, basit bir örnek vermeye çalışayım, aslında basit olmayan, ama bir örnek vermeye çalışayım. Örneğin biz Müslümanlar işte Kur’an ve sünnet ekseninde zamanla ve kültürle değişmeyecek temel şeylere sahibiz, ölçülere, ilkelere sahibiz, hani kırmızı çizgilerimiz var diyeceğim de siyaset artık kırmızı çizgiler bırakmadığı için değer kaybetti, yani temel ilkelerimiz var. Mesela demokrasiyi eleştirdik. Dedik ki, bakın tepkisellik orada karşımıza çıktı, çünkü demokrasi dedik her şeyi oya indirgiyor, her şeyi oylamaya indirgiyor; doğrudur. Ama mesela bu eleştiri yaparken 1400 yıllık egemen olan monarşiyi hiç de o şekilde eleştirmedik. Hatta ahkam-ı sultaniyeleri belki kutsadık bile, adam sultanlığın ilkelerini yazıyor. Sultanlık var mıydı İslam’da? Yani demokrasi problem de, sultanlık problem değil mi?

• Başka bir soru, eleştirdiğimizin yerine neyi ikame edeceğiz? Bunun üzerinde odaklandık. Bakın eleştirmek sadece çözüm getirmiyor, eleştirdiğimizin karşısına bir teklifte bulunmamız gerekiyordu. Örneğin İslami siyaset nasıl olmalıydı? Bunu böyle dört dörtlük üzerinde çalışıp çabalayarak Müslümana ve Müslüman olmayanlara sunabildik mi? Benim gördüğüm kadarıyla sunamadık, sunmadık. Yani bu sadece siyaset endeksinde söylenmiş bir söz değil, başka bağlamlarda da söylenmiş bir söz.

• Hatta şöyle söyleyelim: Burada ilahiyatçı hocalarımız var ne derler bilmiyorum, ben ilahiyatçı değilim, fıkıh İslami bir ilim olarak çok kıymetlidir, çok değerlidir. Fıkıh derken sadece ibadetlerin şartları ve işte esaslarıyla ilgili olan kısmı kastetmiyorum, yani o muamelata ilişkin, hayata ilişkin fıkhı kastediyorum. İslam’ı fıkıh üzerinden anlatmaya kalkarsak topluma, yani tepkiselliğimizin karşılığı bir zamanlar Müslümanların kendi içinde bulundukları şartlar ve zamanlara getirdikleri çözümleri idealleştirerek sunmak olursa, amacımızın çok dışına savruluruz. Mesela bana göre fıkıh üzerinden, muamelat kısmını kastederek söylüyorum, bir İslami söylem geleneksel fıkıh üzerinden geliştirilmemesi lazım, bugünkü fıkhımızı oluşturmamız lazım, bugüne ait fıkhımızı oluşturmamız lazım. Bugüne ait fıkhımızı hep içtihat kapısı kapandı diye dışarıda bıraktık, fıkıhsız ve içtihatsız çözüyoruz, hiçbir İslami referansı olmadan çözüyoruz mesela, bakın ciddi bir problem.

• Evet, zaman çok önemli bir kısıt, şöyle satır başları halinde söyleyeyim: Bunlar bizim iç sorunlarımız, demek ki bir tepkisel karakterimiz var. İki, zaman içerisinde şu veya bu şekilde milliyetçi ve muhafazakar bir şeye de büründü ülkede İslami düşünceler, İslami anlayışlar 60’larda, 70’lerde, 80’lerde, bazen daha milliyetçi olduk, bazen daha muhafazakar olduk. Kurumsallaşamadık, yani belirli bir yayınevi, belirli bir dernek, belirli bir derginin etrafında toplanmayı kurumsallaşmak zannettik, halbuki kurumsallaşmak bu değil. Kurumsallaşmak, tüm topluma açık olacak, söylem geliştirecek yapılar oluşturmamız lazımdı.

• Kendi içimizde daha söylenecek çok şey var ama, en önemlilerden bir tanesi, ne dedim biraz önce, 80’li, 90’lı yılların niteliğinden çok gerideyiz dedim, niceliğinden de geride olduğumuz gibi bir kanaate de sahibim. Ama tabii nicelik kısmı önemli değil, o kıymet ifade etmiyor, nitelik kısmı ifade ediyor. Biraz arınmamızı sağlamak için 28 Şubat belası, yani bu belayı imtihan anlamında anlayarak söylüyorum, biraz arınmamıza belki katkı sağladı, ama arkasından gelen rahat dönem ve şu anda içinde bulunduğumuz dönem bu arınmayı geride bıraktı. Şöyle yaşı müsait olanlar, 80’lerde, 90’larda İslami bir anlayış ve yapı içerisinde tanıyıp, yakından tanıdığı ve bazı kimselerin bugün Türkiye’nin bürokrasisinde, ekonomisinde, siyasetinde, kültüründe önemli yerlere gelen o 80’li, 90’lı yıllarda tanıdığımız ve bugün etkili yerlere gelen insanların bazılarına bakın, eminim her birinizin en az zihninde böyle bir, iki, üç tane isim vardır. Affınıza sığınarak söylüyorum, bunun yamuk olduğunu o zaman da biliyordum da diye başlayan cümleler kuruyoruz. Peki, bunun yamuk olduğunu o zaman biliyorduk da neden o arınmayı gerçekleştiremedik, bugün neden yakınıyoruz?

• Ben kendi adıma söyleyeyim, o dönemde yamuk olduğunu bildiğim, şu anda benden daha İslamcı bir yığın yamuk var. Söylemde bakıyorsunuz toz konduramıyorsunuz, ama her türlü pisliğin ve rezaletin içinde. Ya insanın kişiliği, karakteri öyle kolay değişen bir şey değildir, 90’da da bunun işaretini vermiştir, kesin vermiştir. Hani şey gibi, bir benzetme kurayım, hani biraz önce aile kurumu dedim ya, evlenecek çiftlere ilişkin hep şey söyleriz biz aile sosyolojisinde, diyelim ki evlendikten 20 yıl sonra problem çıkmaya başlar. Aslında bakın o problem nişanlılık döneminde işaretini vermiştir de görmemişsindir deriz; bu da böyle bir şey.

• Bir de bu İslami anlayıştaki nitelik kaybının veya niteliği artıramamanın veya niteliği engelleyenin, engellemek, artıramamak veya kayıp, hepsi farklı farklı kavramlar ama, hepsini toplayarak söyleyecek olursam, elbette ki Türkiye aslında sadece 1920’lerde değil, onu aslında 1900’lerden başlatmak lazım, 1900’lerden başlayan ve geçmişle, geleneğiyle… Gelenek şu anlamda değerlidir: Bir tecrübe olarak çok kıymetlidir, kutsanırsa probleme dönüşür. Geleneğiyle irtibatını kesen bir değişimin, dönüşümün nesnesi haline geldi. Devlet tüm imkan ve şartlarıyla tepeden inmeci bir yaklaşımla yeni bir zihniyet, yeni birey, yeni toplum inşa etmeye çalıştı. Ve tüm siyasi, ekonomik, askeri, yasal gücü yanındaydı.

• Artı, o değiştirip dönüştürüp yeniden inşa etmeye çalıştığı toplum da, Balkan Savaşı’nın, milli mücadelenin tüm travmalarını yaşamış, bütün çabası biyolojik olarak hayatını sürdürmeye odaklanmış bir kitleydi. Bugün ise hem küresel düzlemde, hem de ulusal düzlemde korkunç bir kültürel manipülasyonla, kültürel müdahaleyle karşılaşıyoruz. Tüketim kültürü, sekülerleşme tüm hayatları sardı ve sarmaladı. Ekonomik modernleşme denilen şey çoğumuzu kuşattı, artık o konformist hayatlarımızın içerisinde İslami anlayış bir ritüel veya bir figüre dönüşmeye başladı. Bir de bunlara ulusal ve küresel düzeyde yaşanan ötekileştirme, marjinalleştirme aşağılamaları eklersek, kitleler gözünde ciddi itibar kaybına uğramaya başladık.

• Tabii bütün bunların ötesinde son olarak şunu da ifade etmem lazım: Bazı bakımlardan eleştirdiğimiz, konuştuğumuz zaman aynı hassasiyetleri büyük oranda taşıdığımız 28 Şubat süreci sonrasında bir iktidar olgusuyla karşı karşıyayız. Bu aslında çok uzun sözü gerektiren bir konudur ama, teorik hakikatlerle siyasetin gerçeklerinin kaynaşması biraz zordur, sıkıntılıdır. Bunu en iyi anlamak için Peygamber Efendimizden sonraki 30-40-50 yılı düşünün, yani siyasetin şeyi çok farklı işler. Siyaset ve siyasetçi, seyis kökünden gelerek hareket edecek olursak attan düşmemenin çabası içerisindedir. Siyaset ve seyis aynı kökten geliyor, yani eğilir, bükülür, tavır değiştirir. Bütün amaç o attan düşmemektir, bu siyasetin doğasıdır. Ama öbür tarafta hakikatler var, o hakikatlerle siyaseti buluşturma noktasında çok da başarılı olduğumuz kanaatinde değilim.

• Sözlerimi şöyle tamamlayayım: Farklı isimler altında dergilerde, yayınevlerinde, derneklerde, vakıflarda 80’li, 90’lı yıllarda bir araya gelmiş bir yığın İslami kesimler vardı. Bunlar bugün eleştirdiğimiz, eleştirilen, elbette ki her iktidar bir şekilde eleştirilir, oraya giderken, oranın muktedirlerine giderken yanlışları düzeltmekten ziyade yeni projelerle yeni imkanlar elde etmenin çabasıyla oralara gittiler. Halbuki biz birbirimizi yıkayan eller gibi olmamız lazımdı. Yani siyasetteki kirlenmeden bahsediyorsak, o kirlenmedeki payımızı da düşünelim lütfen, o pay da oldukça bize ait.

Teşekkür ediyorum hepinize.

Sorulara Cevaplar

• Evet şimdi çokça soru var. Tek tek cevaplarsam dağınık olur. Hepsini zihnimde toplayarak cevaplamaya çalışayım. Soru soran kardeşlerimiz de bu anlattıklarımda sorularının cevabını umarım ben ifade ederim, kardeşlerimiz de bulurlar.

• Şimdi biraz önceki konuşmamda bir kavramsal netleşmeden bahsetmiştim. Kavramlar şu anlamda çok önemli: Bizim düşüncemizin de, yaşantımızın da sınırlarını kavramlar belirliyor. Yani o zihnimizdeki söze yansıyan, ama zihnimizde anlam dünyasını oluşturduğumuz kavramlar bizi şekillendiriyor. O anlamda kavramlar çok kıymetli. Yani bunu örneğin Risalet sürecinde baktığımız zaman Kur’an’ın yaptığı o ilahi hakikatin insanlık katına inerken yaptığı iş de insanlara kavramlar vermesidir. Kavramlar inşa etmesidir.

İşte o bizim bildiğimiz tevhiddir, şirktir, hayadır, imandır, hilmdir, cahiliyedir. Bunlar bizim bireysel ve toplumsal hayatımızı, zihin dünyamızı şekillendiren temel kavramlardır. Aslında Kur’an’ın o yaptığını bugünün Kur’an terminolojiyle ifade edecek olursak, her bir insanı haşa Tanrısallaştıran zihniyet müthiş bir şekilde yapıyor. Nasıl yapıyor? Mesela hepimizin zihninde, herkesin zihninde, sadece Müslüman’ın zihninde değil, herkesin zihninde çok olumlu çağrışımlar yapan bir kavram kullanıyor. Özgürleşmek, özgürlük. Kim özgürlüğe itiraz edebilir, kimin zihninde özgürlük kavramı olumsuz çağrışım yapar? Kimsede yapmaz. Bir özgürlük kavramını zihinlere yerleştiriyor. Sonra bu özgürlük aslında biz şunu biliyoruz: Her özgürlük sınırlarla kaimdir. Yani hiçbir özgürlük sınırsız değildir. Sınırları kaldırdığınız zaman zaten özgürlük diye bir şey kalmaz. O sınırları kimin tayin edeceği temel problemdir. İşte biz Müslüman olarak diyoruz ki o sınırı Allah tayin eder, Resulü uygulamada gösterir. Bunun detaylarını da ümmetin bilenlerine bırakmıştır der, sorunu çözeriz.

Ama özgürlük kavramını öyle bir kullanıyor ki, karıyla koca arasında, ana babayla evlat arasında, dostlar arasında, Müslümanlar arasında, Müslümanla Müslüman olmayanlar arasındaki bütün sınırları yok ediyor. Hepimiz özgürüz. Aslında hepimiz özgürüz anlayışını zihinlere işlerken elbette ki bunu özellikle çocuklar ve gençler üzerinde muhteşem bir şekilde, kitle iletişim araçlarıyla muhteşem bir şekilde, başarılı bir şekilde gerçekleştiriyor. Ve sınır tanımayan, sınırı köleleşmek… Bu dünyada kişisel tercih adı altında hiçbir kadim değer, hiçbir İslami ölçü bırakmıyor. Her şey kişisel de tercihe kolaylıkla indirgenebiliyor.

Bunu şu anlamda söylüyorum: Yani o hatıramı anlatırsam konunun daha iyi anlaşılacağını veya anlatabileceğimi düşünüyorum. Televizyon ekranlarında işte İstanbul Fen Fakültesi’nin önünde başörtüsü eylemi yapan kızlarımızın görüntülerinin yayınlandığı bir televizyon programıydı. Bir başörtülü kızımızla, bir hanımla bir röportaj yapılıyor televizyon kanalının birinde ve kızımız şu ifadeyi kullanıyordu, yani 90’ların sonundan bahsediyorum. “Bu benim kişisel tercihimdir, devlet buna karışamaz.”

Dedim ki eyvah, biz bu mücadeleyi kaybettik. Çünkü kişisel tercihe indirgersen yarın senin karşında uç örnek olsun, LGBT de sana kişisel tercih diye senin argümanınla kendisini sana dayatır. Hâlbuki bu bizim kişisel tercihimiz değil imani şartımızdı, zorunluluğumuzdu, ahlaki gereğimizdi, kişisel tercihimiz değildi.

• Yani kavramlar üzerinden zihinlerimizi inşa ediyorlar. Ne kadar değişip dönüştüğümüzün farkında bile değiliz. Bunu da şu anlamda söylemeye çalışayım: Kur’an’ın getirdiği, Resul’ün açıklamalarında ve uygulamalarında işlev kazanan kavramlar elbette ki çok kıymetli. Örneğin şirk kavramı, işte o bir ölçüdür, bir sınırdır, sınırı tayin ediyor veya onun karşıtı tevhid. Tevhidi ve şirki bugünün sosyal gerçekliğinde anlaşılabilecek versiyonunu üretmek zorundayız. Üretmezsek sadece şirk kavramı çocuklarımızın istisnalar bir yana zihinlerinde hiçbir karşılığı yok. En büyük şirki belki cebimizde taşıyoruz, ekranlarda taşıyoruz. En büyük hayasızlığı orada taşıyoruz, en büyük iffetsizliği orada taşıyoruz. Yani o biraz önce fıkıh derken de kastetmeye çalıştığım şey bu, bugünün fıkhını tekrar oluşturmak zorundayız. Oluşturamazsak debelenir gideriz.

• Buradan şuraya geçmek istiyorum, bir kardeşimizin sorusu özellikle bana çok manidar geldi. Diyor ki, anlattıklarınızdan çöküşe gittiğimizi düşünüyorum.

Yok, yani insanlık tarihi iner de çıkar da. Böyle çöküş diye karamsarlığa filan da girmiyorum ben. Üstüne üstlük umutsuzluğun şirk olduğu bir dinin mensubuyum ben. Çünkü umutsuzluğa kapılmak, haşa takdir edersiniz ki, bilirsiniz ki, Allah bu işin üstesinden gelemez anlamına gelir. Haşa. Biz mi geleceğiz, Allah’a mı havale edeceğiz? İşin kararını orada vermemiz lazım. Elbette ki Rabbim, sünnetullah devreye girer, bu çöküş diye tanımladığımız süreci değiştirir. Örneğin bu sünnetullahın en önemli insani dayanağı insani fıtratımızdır. Allah’ın yarattığı fıtrattır. Bakın bu gidişe ben çöküş demiyorum, ama hadi diyelim ki çöküşe dur diyecek olan fıtratlarımızdır. Bu fıtrat da sadece Müslümanda değil, Müslüman olmayan, hepimizde, insan olan hepimizde olan bir şey. Rabbim oradan bu işi düzeltir. Biz Müslümanlar olarak bakar kalırız, vay be deriz. Adamlar bizi de kuşatan bu çöküşü nasıl tersine çevirdiler. O fıtratın, fıtrat dini olan dinimizle buluşturarak -o bizim için büyük bir avantajdır- sesini çıkarmamız, temsilciliğini yapmamız, sözcülüğünü yapmamız gerekiyor.

Dediğim gibi veya şöyle de söyleyebilirim: Safımızı belli etmemiz gerekiyor. Safımızı belli ederken sadece zihnimizde ve söylemlerimizde ütopik bir hayal değil, yaşadığımız gerçekle örtüşen, oraya çözümler öneren ve o çözümler çerçevesinde çabalayan bir bilinçle hareket etmemiz gerekiyor.

• Nice çöküşler, nice yükselişlerin işaretidir. Bunu tarihsel olarak şöyle izninizle noktalamaya çalışayım, bir ara hepimizin bildiği bir tarihi kesitten bahsetmek istiyorum. İsimleri de yanlış ifade edersem affola, doğrusunu bilenler de uyarırsa sevinirim. Zannediyorum İbnü-l Esir’in tarihinde okumuştum. Moğol baskını ve Haçlı saldırılarından bahsederken, 1200’lerin İslam dünyasından bahsederken şöyle bir ifade kullanıyor, bu anlama gelecek bir ifade: Her ümmetin bir ömrü var. Muhammed Aleyhisselamın ümmetinin ömrü de buraya kadarmış, 1200’lü şartların İslam dünyasını düşünün, Müslüman dünyasını düşünün. Buraya kadarmış. İbnü-l Esir bunu söylüyor. Ama ben şimdi buradan baktığım zaman bu ümmetin ömrü de buraya kadarmış diyen bir İslam aliminin o iç yakan tespitinin gerçekçi olmadığını, çok şükür gerçekçi olmadığını, daha o ifadelerden 100 yıl sonra Tevhid bayrağını üç kıtada koşturan, dalgalandıran bir ümmetin tekrar teşkil ettiğini rahatlıkla görebiliyorum. Yani şunu demek istiyorum:

Bugün bizim çöküş olarak gördüğümüz inşallah yeni bir dirilmenin, yeni bir canlanmanın, yeni bir arınmanın, arınarak canlanmanın bir işareti, bir evresi olmaması mümkün değil. Olur. Yeter ki biz duruşumuzu sağlam yapalım, doğru yapalım ve çabalarımızı o doğrultuda gösterelim.

Teşekkür ediyorum, Allah’a emanet olun diyorum.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *