Oportünist Var Olma Tarzının Sefaleti

Oportünist Var Olma Tarzının Sefaleti

Atasoy Müftüoğlu: “İslam toplumlarının, halklarının, kültürlerinin içerisinde bulunduğumuz utanç verici belirsizlik-etkisizlik durumunu aşabilmeleri için, varoluşsal sorular sormaları, varoluşsal cevaplar üzerinde çalışmaları gerekir.”

Atasoy Müftüoğlu

İslam dünyası olarak bilinen dünya, Bosna ile başlayan; Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Lübnan, İran ve Filistin-Gazze ile devam ettirilen, soykırım/tehcir/toplama kampları vb. ile ilgili olarak; bütün bu ülkelerde yaşanan, büyük-derin acılar, tarihsel ızdıraplar, yerinden edilmelerden anlamlı bir ders çıkarmayı başaramadıkları için, emperyalist/Siyonist saldırılar karşısında kader birliği yapma ihtiyacı duymuyor, kader birliği konusunu gündeme almaya cesaret edemiyor. İslam dünyası olarak bilinen dünyanın, küresel sorunlar üzerinde belirleyici bir ağırlıkları yok. İslam dünyası olarak bilinen dünya, siyasal bağımsızlığını gerçek anlamda tamamlayamadığı için, varoluşsal-temel-tarihsel İslami sorumluluğu temsil edemiyor, bu onurlu sorumluluğu umursamıyor.

İslam dünyası toplumları/kültürleri vahşi bir tarihle, vahşi sömürgeciliklerle yüzleşemediği için, tarihin kapısını çalamıyor, tarihin kapısını çalabilmek için, kader birliği yapması gerektiğini idrak edemiyor. İslam dünyası ulus-devletleri, haçlı-Siyonist emperyalizmin belirlediği iradenin yanında hizalandıkları için, İslami onuru ve bağımsızlık bilincini temsil ve tecrübe eden, İslami özgürlük ve direniş mücadelelerini destekleyemiyor, İslami bir kader birliği fikrini tartışamıyor. İslami kader birliği fikrini, gündeme getirme özgürlüğüne sahip siyasal kadrolara sahip bulunmuyoruz. Çok aziz ve mükerrem İslam’a, siyasal anlamda, özgürlük alanı bırakmayan bir dünyada yaşıyoruz.

Müslüman halklar/toplumlar, İslami itibarını kaybeden ilkeler, idealler, değerler, kavramlar ve sözcüklerle dini hayatlarını sürdürüyor. Otoriter/popülist/sağ/muhafazakâr siyasetin bütünüyle kültürsüz bir dini hayat oluşturduğunu, aziz İslam’ı mistik-folklorik bir geleneğe dönüştürdüğünü görmek/anlamak ve bu tarihsel bozgunu tartışmaya açmak gerekiyor. Küresel ölçekte yaşanan metalaşma olgusu, hayatın her alanında yapılabilecek bütün tercihleri, ilişkileri ticarileştirdiği, anlamsızlaştırdığı için, bütün bu olumsuz gelişmeler, İslami varoluşun kalbini-ruhunu, derinlik ve niteliğini zaafa uğratıyor.

Eleştirel-evrensel İslami tefekküre bütünüyle yabancılaşan, İslami düşünce/kültür/ilahiyat hayatı, İslami niteliğini kaybederek, yerli-milli-resmi-mistik bir konuma geçtiği için, oportünist muhafazakârlığın, oportünist dindarlığın ve siyasetin sıradanlaşan ikiyüzlülüklerinin, çok yüzlülüklerinin maskesini yırtmaya cesaret edemiyor. Oportünist muhafazakârlık ve dindarlık, gerçek putperestliğin nasıl bir şey olduğu konusunda, geçmişte şikâyet ettiği, sorgulama konusu yaptığı, seküler putperestliğe, somut-etkili dersler vermeye devam ediyor. Hangi toplumda olursa olsun, otoriter popülizmler, faşizme giden yolları açıyor. Entelektüel, kültürel, felsefi, estetik yetersizlikler, siyasal demagojiyi, demagojik retoriği normalleştirirken, bu normallikler toplumlarımızı siyasal patolojilere mahkûm ediyor. Siyasal patolojiler, toplumlarımızı medeniyet erdemlerine bütünüyle yabancılaştırıyor. Türkiye örneğinde takip edilebileceği üzere, maçoluk, magandalık toplumsallaşıyor. Siyasal dil, provokatif sloganlara, nefret ve düşmanlık diline indirgenmiş bulunuyor. Seküler tek adam rejimleriyle, sağ-muhafazakâr tek adam rejimleri arasında niteliksel açıdan hiç bir fark olmadığını fiilen tecrübe ederek, yaşayarak görüyoruz. Seküler ya da muhafazakâr önyargılar, ortak nezaket ve müsamaha kültürünü silip süpürüyor.

İslam, mistik-folklorik bir geleneğe dönüştüren İslam toplumları, bu tercihleri sebebiyle, dünyayı/tarihi/siyaseti yorumlama yeteneklerini de kaybediyor. İslam’ı mistik/folklorik bir geleneğe dönüştüren toplumlar, güçsüzlük/iradesizlik/edilgenlik sebebiyle, bugünü, bugünün dünyasını etkileyemedikleri, etkileyebilecek bir dil-bilinç oluşturamadıkları için geçmişin başarılarına sığınma yolunu seçiyor. İslami bütünlük, özgün dini-kültürel-siyasal bir bütünlüğün adıdır. İslam hiç bir şekilde yerli-milli-mistik yorumlara hapsedilemez, İslam, bireyin inanıp inanmama özgürlüğünü tanır. Bu özgürlük, seküler ya da Müslüman tarafların birbirlerinin sınırlarına saygı duymalarını gerektirir. Devlet, dini azınlıkların sivil toplumda, kendilerini ifade etmelerine müdahale edemez.

İslam dünyası ülkelerinin, toplumlarının, İslami kader birliğini, nihai bağımsızlık fikrini, gündeme kazandırabilmeleri, İslami bir siyasal gelecek için, evrensel bir dil-söylem kavramlar üzerinde yoğunlaşan, içerik ve tefekkür üreten, güçlü, nitelikli evrensel vizyon, tahayyül ve tasavvur sahibi/entelektüel/felsefi/kültürel kadrolara ihtiyacı olduğunu kaydetmek gerekir. Günümüz İslam toplumlarında, nitelikli bir değişim temelinde, ortak bir İslami gelecek için tasarlanan ortak kavramlar/kurumlar ve projeler yok.

İslam toplumlarında, derin önyargılar, bencillikler ve karşıtlıklar, yeni bir ufku, yeni bir umudu imkânsız kılıyor. Bugün, İslam toplumlarında, gerçekçi olmayan umutların neden olduğu çok sefil hayal kırıklıkları yaşanıyor. Toplumlarımızda yaşanan tarihsel-yapısal teslimiyetçilik, bugün, daha çok hamasetle maskeleniyor. Ulus-ötesi tahayyüllere yabancılaşan İslam düşüncesi, günümüzde yoğun bir biçimde ulusal alanlara çekiliyor. Politik çıkarlar ve beklentiler için ihtiyaç duyulduğunda, Türkiye’de sık sık tecrübe edildiği üzere, resmi korkular, resmi tehditler ve resmi süreçler üretilebiliyor, toplum, bu yolla kontrol altına alınabiliyor. Gücün her şeyi haklı çıkardığına inanan bir zihniyetin neden olduğu adaletsizlikler, etkili bir biçimde sorgulanmıyor. Köhne bir kültür, erkek egemen bir toplum anlayışını sistematik bir şekilde tahkim ediyor, edebiliyor. Köhne bir kültür, iktidarların debdebe ve ihtişam tutkularını normalleştiriyor.

İslam ülkeleri arasında, dayanışmanın yerini rekabet ve bencil karşıtlıklar aldığı için, bu ülkeler, küresel güçlerin/gelişmelerin/etkilerin baskılarına cevap veremiyor. İslam dünyası ulus-devletleri, kendi çıkarlarına hapsoldukları için, İslami varoluşu/kimliği/onuru koruyamıyor, temsil etmeye ve savunmaya değer bulmuyor. Sözünü ettiğimiz ulus-devletler 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı ile başlayan, direniş mücadelesi ve direniş mücadelesine karşılık vermek üzere başlatılan, Siyonist-Haçlı soykırım uygulamaları günlerine kadar, kendilerinin bağımsız ülkeler oldukları yanılsaması içerisindeydiler. Soykırımın dayattığı vahşi/barbar/kudurmuş gerçeklik, İslam dünyası ulus-devletlerinin, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye, BAE gibi ülkelerin, bu ülkeler halklarının Filistin/Gazze halkı için, sadece dua etme ve oruç tutma özgürlüğüne sahip olduklarını kanıtladı.

İslam toplumlarının, halklarının, kültürlerinin içerisinde bulunduğumuz utanç verici belirsizlik-etkisizlik durumunu aşabilmeleri için, varoluşsal sorular sormaları, varoluşsal cevaplar üzerinde çalışmaları gerekir. Propoganda sloganlarına, klişelerine, çok ucuz hamaset öykülerine hapsedilen toplumların, entelektüel-kültürel nitelikler üretmeleri, kapsamlı bir kültür felsefesine sahip olmaları beklenemez. Propoganda sloganlarının/klişelerinin, trol ve aparatçiklere özgü önyargıların hakim olduğu bir dünyada/toplumda yaşamak, bir mağarada yaşamaktan farksızdır.

Günümüz toplumlarında, hurda kültürlerin belirleyici olduğu mağaralarda, sadece çok ucuz popülizmler için çok yoğun ve çok kirli mücadeleler yürütülüyor. Hurda kültürlerin belirleyici olduğu toplumlarda, toplum, dünyanın, politik ya da finansal uzmanların yarı resmi yorumlarıyla anlaşılabileceğine inanır, ya da inandırılır. Hangi toplumda olursa olsun iyilerin yetersizliği, etkisizliği, sorumsuzluğu ve kayıtsızlığı, kötülükleri cesaretlendiriyor. İnsanların, içerisinde bulundukları koşullar tarafından belirleniyor olmaları, insanları edilgen kimlik ve kişiliklere dönüştürüyor. Edilgen kimlik ve kişilikler de, hiç bir şekilde alternatif üretemiyor. Köhne kültürlerin hakim olduğu toplumlarda, hangi politik figürü tanımlamak için kullanılıyor olursa olsun, “dünya lideri” klişesi somut bir paranoyaya işaret eder. Seküler ya da muhafazakâr tek adam rejimleri, toplumu düşünceden yoksun nesnelere dönüştürdüğü gibi, toplumsal yabancılaşmayı da derinleştirir. Düşünceden yoksun nesnelerin toplumu, her durumda bilinçsizliğin ve sorumsuzluğun felaketlerine maruz kalır. Seküler ya da muhafazakâr tek adam rejimlerinde, politik karizmatik liderler, kendi özel/bencil/kibirli/narsist ihtiraslarını, kamusal-varoluşsal meselelere dönüştürmek suretiyle iktidarlarını sürdürme mücadelesi verirler. Köhne kültürlerin hakim olduğu toplumlarda, ilkesizlik, kişiliksizleştirici ikilemlere neden olur. İlkesel kayıplar, onur kaybı sebebiyle, politik figürler mevcudiyetlerini birbirinden çok farklı maskelerle devam ettirmeye çalışırlar. Maskeler, kimi zaman ihanetleri de örtbas etmeye yarar. Maskelerle yaşamak kim olursa olsun, kişinin var oluşunun sona erdiğini gösterir. Ahlaki anlamda var olmamak, hiç var olmamak gibidir. İçerisinde yaşadığımız toplumlarda yüzlerce yıldan beri taklit ve körü körüne itaat geleneği, eleştirel toplulukları imkânsız kılıyor. Günümüz toplumlarında varoluşsal meselelerle yüzleşilebilmesi için, kamusal alanda etkili olabilecek, eleştirel yorumlar yapabilecek, ortak öneri ve çözümler üretebilecek, sorumluluk sahibi entelektüel kadrolar yetiştirmek gerekir.

İslam dünyası ulus-devletlerinde, resmi retorik yoluyla her dönemde, bir şekilde gündemde tutulan “beka” sorununun ilgili ülkelerin bekasıyla ilgili olmaktan çok, siyasal iktidarların bekasıyla ilgili olduğunu bilmek gerekir. Bu ülkelerde hamasetin ve ihtirasların tiranlığı, yapısal hale gelen siyasal teslimiyetçiliği gizlemek içindir. Günümüz dünyasını, toplumlarını bugün, ilkesel/ahlaki temelde tanımlamak imkânsız hale gelmiştir. Toplumlarımızda büyük çıkarlara adanmışlık, büyük davalara adanmışlığın yerine geçmiş bulunuyor. İslam dünyası ulus-devletlerinin, Siyonist vahşet/canavarlık karşısında yaşayageldikleri, utanç verici teslimiyetçilik/iradesizlik, büyük davalara adanmışlığın yalnızca direniş-bağımsızlık mücadelelerine özgü olduğunu, siyasal teslimiyetçiliğin, İslami dava gündemini çoktan dışladığını kaydetmek, tarihsel önemi olan büyük bir bozgun hikayesinin konusudur.

Günümüzde, ilkeli var olma tarzı tarihe karışırken, oportünist var olma tarzı her konuda belirleyici olabiliyor. Oportünist var olma tarzı belirleyici olduğu için, bugün toplumlarımızda, içerisinde yaşadığımız toplumda da, cehaletten kaynaklanan önyargı salgınları, normalleşerek toplumsallaşabiliyor. Önyargıların normalleşmesi sebebiyle büyük çürümeyi, derin çürümeyi farkedemiyoruz. Bugün, hayatın her alanında, kültürel alanda, akademik alanda, politik alanda; popülizmler, pragmatizmler, araçsallaştırmalar kol geziyor, siyaset entrikalarla, entrikacılıklarla sürdürülüyor. Muhalif politik hareketleri aşağılamaktan zevk alan bir zihniyet, insani bağların bütünüyle koptuğunu gösteriyor. İnsani bağlar koptuğu için, içerisinde yaşadığımız toplumun trajik durumda olduğunu hissetmiyoruz.

Varoluşlarını, mevcudiyetlerini, geleceklerini güvence altına alabilmek için, zamanın putlarına tapınarak, konumlarını belirleyen aydınlar/gazeteciler/fakihler/akademisyenler vb. toplumlarımızın içerisinde yaşadığı trajediyi konuşmak yerine, toplumlarımızın yeni fütuhatlar arifesinde bulunduğu propogandasını yaymaya çalışıyor. Bütün bu olumsuz gelişmeler yaşanırken, varoluşsal tercihlerini İslam’a aidiyetle tanımlayan kesimler, varoluşsal sorgulamalar yapmıyor, yapamıyor. Bugün, İslami varoluşun/dilin/söylemin/dünya görüşünün evrensel bütünlüğünü, evrensel sorumluluklarını temsil edebilecek, dünya çapında etkili düşünürlere ne yazık ki, sahip değiliz. Eleştirel büyük düşünürlere sahip olmadığımız için, oportünist tarihin yerel-küresel muktedirlerin, ilkesiz/ahlaksız/onursuz tercihlerini, keyfiliklerini, aşırılıklarını reddedemiyoruz.

Siyaset, varoluşsal boşlukları, belirsizlikleri, istikrarsızlıkları, toplumsal altüst oluşları, yabancılaşmaları hemen müdahale edilmesi gereken toplumsal bir sorun olarak görmediği için, günümüzde, politik tiyatrolarla zevahiri kurtarmaya çalışırken, rakip siyasal hareketin lider kadrolarını gerçek hayatta yaşamalarını engelleyerek, hapishanelerde yaşamaya mahkûm ediyor. Siyasal kutuplaşmayı sistematik bir şekilde, bilinçli bir şekilde derinleştiren iktidar sahiplerinin bütün tasarrufları, hesap vermekten muaf tutulabiliyor. Hangi toplumda olursa olsun, tek adam rejimleri, eleştirel-üretken doğru adamlardan oluşan kadrolara hayat hakkı tanımıyor. Bu tür toplumlarda, kültür iktidarların propoganda aracına dönüştürüldüğü için, kültürel hayattaki yapısal sorunlar/edilgenlikler bir türlü aşılamıyor, bu konuda yaşanan yakıcı sorunlar gündeme getirilemiyor. İslam toplumları, kendilerine musallat olan köhne kültürle yüzleşmeye cesaret edemiyor.

Hiç bir alanda özgün/bağımsız/eleştirel içerik üretiminin olmadığı, hamaset klişeleri içerisine hapsedilmiş bir kültürle, yozlaşmanın, bayağılaşmanın, kabalığın, kirliliğin bir hayat tarzına dönüştüğü bir toplumda, hiç bir şekilde yeni bir medeniyet tasavvur ve tahayyülü mümkün olamaz. Yerli-milli sınırlara kapatılmış bir zihin-ruh dünyası, dünyayı, tarihi, insanlığı, toplumu, siyaseti, anlamlı, kuşatıcı derinlikli bir şekilde yorumlayabilecek bir medeniyet üretemez. Geçmişi bir nostalji nesnesi haline getiren konformist ve kaderci bir kültürden, direniş/değişim/bağımsızlık mücadelesi çıkmaz, çıkarılamaz. Konformist ve kaderci bir kültür, kültürel-siyasal teslimiyetçiliği normalleştirir, derinleştirir ve siyasal bir gerçekliğe dönüştürür.

Seküler ya da muhafazakâr tek adam rejimlerinde, tek bir doğru olduğu iddia edilir, tek adamların her zaman haklı olduklarına inanılır, bu konuda farklı bir alternatifin söz konusu olmayacağı düşüncesi topluma dayatılır. Türkiye’de seküler kesimler ve seküler siyaset, bilinçli olarak, Avrupamerkezci-Aydınlanmacı-sömürgeci kültürün, epistemolojinin ve felsefenin vesayetini seçti. Seküler/epistemolojik/kültürel vesayet, bu konuda özgün eserler üretilemediği için Avrupa’dan yapılan çeviriler yoluyla tahkim edildi, toplum adeta bir çeviri bombardımanına tâbi tutuldu. Seküler kesimler, seküler vesayet, Avrupa kültürünün, seküler epistemolojinin vesayetini-emperyalizmini seçerken; günümüzde, sağ-muhafazakâr-dindar siyaset de, Amerikan emperyalizminin siyasal vesayetini bilinçli olarak seçmiş bulunuyor. Sağ-muhafazakâr dindar kesimlerin kültür diye bir sorunları olmadığı, mevcudiyetlerini kültürsüz olarak da sürdürebildikleri için, yalnızca siyasal vesayeti seçtiler. Gerek seküler, gerekse sağ muhafazakâr kesimlerin, sömürgecilerine hayran olduklarını, sömürgecilerine hayran topluluklar olarak dünyada eşi ve benzeri görülmemiş istisnai topluluklar olduklarını belirtmek gerekir. Kültürel/entelektüel/siyasal vesayete ihtiyaç duyan halkların, siyasetlerin bağımsızlıktan söz etmeleri ancak bir karikatür konusu olabilir. Bağımsızlıklarını tamamlayamadıkları için, Siyonist-Haçlı sömürgeciliği karşısında onurlarını ve çıkarlarını koruyamayan, bu nedenle de, ahlaki-siyasal itibarın zerresine sahip olamayan İslam dünyası ulus-devletleri, bu gerçeklikle acilen yüzleşmeleri gerekirken, bunu asla yapmak istemiyor utanç biriktiriyor, yanılsama biriktiriyor, yenilgi biriktiriyor. İçerisinde yaşadığımız utanç yüzyılında, halklarının, toplumlarının, kültürlerinin onurlarından/bağımsızlığından çok Amerika ile olan ilişkilerine öncelik veriyor, Amerika’dan onay almaksızın kendi toplumlarının çıkar ve onuru üzerinde düşünemiyor. Emperyalist vesayeti seçerek utanç biriktirmeye devam eden İslam dünyası ulus-devletleri, küresel büyük kötülüğün, büyük vahşetin vücut bulmuş temsilcileri Trump ve Netanyahu ile mücadele etmek yerine, onlarla suç ortaklığını seçmiş bulunuyor.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *