Cihadsız İslam, dişleri sökülmüş, kafese tıkılmış aslan gibidir ve İslam değildir. Cihad, Müslümanların uyanıklığı, zindeliği, cevvaliyetidir. İslam davasının, bırakalım Müslümanların uyumasını, uyuklamalarına bile tahammülü yoktur. Müslümanlar düşünce İslam davası düşmektedir.
Ahya Aras
İslam’da savaşın iki illeti bulunmaktadır, biri fitnenin yok edilmesi, diğeri de dinin tamamen Allah’a ait kılınmasıdır. (Bakara, 193; Enfal, 39). Taberî (ö.310) ve Zemahşerî (ö.538) gibi müfessirler Bakara 193 ayetindeki ‘fitne’yi şirk olarak açıklamakta, Taberî, “yani Allah’tan başka kimseye tapılmaz oluncaya kadar” diye anlam vermektedir. Mevdudî ise Bakara 191 ayetindeki fitneyi, “şiddete başvurarak bir fikri bastırmak ve ortadan kaldırmak” olarak açıklamaktadır.(1) Aslında Bakara 191, 193 ve Enfal 39 ayetlerindeki fitne kelimesinden, hakkın ta kendisi olan Allah’ın dinini baskılamak, mağlup etmek ve insan hayatını düzenleyen bir nizam olmasını engellemek için girişilen -silahlı veya silahsız- her türlü çaba anlamı çıkmaktadır. Bu ayetlerden kesin olarak anlıyoruz ki din (yani egemenlik) bütünüyle Allah’a ait kılınmalı, dünya düzeni O’nun kontrolünde olmalıdır.(2) Seyyid Kutub (ö.1966) fitneyi insanları sapıklaştıran, ifsat eden, Allah nizamından uzaklaştıran, Allah nizamını inkâr ettiren, O’ndan yüz çevirten bozuk bir nizamı yerleştirmek diye özetlemektedir.(3)
Dinin tamamen Allah’a ait olması ise, dini kullanarak insana insanın hükmetmesinin önüne geçilmesi, insana sadece Allah’ın hükmetmesinin sağlanmasıdır. Mevdudî (ö.1979) şöyle demektedir: “İnsanın insana hükmettiği ve Allah yoluna tâbi olmanın imkânsız olduğu bir toplumda, fitne hüküm sürüyor demektir. İslam’ın savaşmaktan amacı, fitneyi ortadan kaldırmak ve insanları ilahi tebliğe uygun bir şekilde Allah’ın kulları olarak yaşayabilmeleri için, Allah’ın yolunu tesis etmektir.” Kısacası, ortadan kaldırılması gereken fitne “kafirlerin hakimiyeti ve politik üstünlükleri”dir.(4) İslam’ın hedefi tüm kafirleri kılıç zoruyla Allah’a itaat ettirmek değil, kafirlerin ‘fitne’ kabiliyetlerini ortadan kaldırmaktır.
Bakara suresinin 190-191. ayetlerinden ilk başta İslam’da savaşın savunma maksatlı olduğu intibaı uyanmaktadır. Zira Müslümanlara, kendileriyle savaşanlarla Allah yolunda savaşmaları ama haddi aşmamaları emredilmiştir. Çünkü Allah haddi aşanları sevmemektedir. Bir sonraki ayette de kafirlerin onları el-Mescidu’l-Haram’dan çıkardıkları gibi müminlere de kafirleri aynı el-Mescidu’l-Haram’dan çıkarmaları emredilmiştir. Bir taraftan da kafirler sizinle el-Mescidu’l-Haram’da savaşmadıkça siz orada onlarla savaşmayın diye uyarılmaktadırlar. Ama eğer kâfirler savaşırlarsa, onları öldürmekten geri durmayacaklardır. (Bakara, 191). Şayet kafirler savaştan vazgeçerlerse, Allah bağışlayıcı ve merhametlidir. (Bakara, 192). 193. ayetle başka ayetler ve Kur’an bütünlüğü İslam’da savaşın savunma amaçlı olduğu algısına tamamen son vermektedir.
Tevbe suresinde müşriklerle ilişkilerde en sert hükümler vaz edilmiştir. Sure hacc-ı ekber gününde Allah ve Rasûlünden tüm insanlara gelen bir bildiri (ültimatom) ile başlamaktadır: Allah ve Rasûlü müşriklerden kesin olarak berîdir ve müşrikler tevbeye davet edilmektedirler. Ama tevbe etmez, yüz çevirirlerse müşrikler Allah’ı aciz bırakacak değillerdir. (Tevbe, 1-3). Allah Teala kafirlere dört ay süre tanındığını bildirmişti. (Tevbe, 2). Haram aylar çıkınca müminlere, müşrikleri buldukları yerde öldürmeleri, yakalamaları, hapsetmeleri ve her gözetleme yerinde gözetlemeleri görevi verilmiştir. (Tevbe, 5). Müşriklerin müminlerle topluca savaştıkları gibi, müminler de topluca kafirlerle savaşmakla yükümlüdürler. (Tevbe, 36).
Allah’ın nazarında müşrikler “ancak bir pisliktirler” ve (ayetin indiği) o yıldan sonra el-Mescidu’l-Haram’a yaklaşmaları kesin olarak yasaklanmıştır. Şayet müminler, müşriklerin engellenmesinden ticari kaygılara kapılırlarsa, bu yersizdir çünkü Allah dilerse kendi lütfundan müminlere verip, onları zengin kılacaktır. (Tevbe, 28). Müminler, kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyenlerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşmakla emrolunmuşlardır. (Tevbe, 29). Allah -müşrikler hoşlanmasa da- dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidayetle ve hak dinle göndermiştir. (Tevbe, 33).
Nebî (sav)’in, kâfirlere itaat etmesi kesin olarak yasaklanmış, bunun yerine onlarla büyük bir cihadla cihad etmesi emredilmiştir. (Furkan, 52). Nebî (sav)’in görevi, kafirlerle ve münafıklarla cihad etmek ve onlara sert davranmaktır. Onların yeri cehennemdir ve orası ne kötü bir varış yeridir. (Tevbe, 73; Tahrim, 9). Kâfirlere ve münâfıklara sert davranılması ya da kâfir ve münâfıkların Müslümanlarda bir sertlik (ğalîz-ğılza) bulmaları emri, varlık sebepleri küresel küfür sistemine hizmet etmek olan diyalog-hoşgörü içerikli bütün müraî ve münafıkça söylemleri kökten reddetmektedir.
İslam’da Cihad, Savunma Savaşı Değildir
Cihad bahsinin geçtiği her yerde cihaddan ve İslam’ın savaş öğretisinden rahatsızlık duyanlara rastlamak vakayı adiyedendir. Mesela Kur’an tam da dinin Allah’a ait kılınmasını hedef olarak koymuşken, Mustafa Öztürk Allah’ın buyruğuna siyaset-devlet-reel politikten oluşan bir yön tayin etmekte, bir bakıma Kur’an üzerinde kâdîlik yapmaktadır:
“Kur’an’ın savaşla ilgili beyanları dinden ziyade siyaset, devlet ve reel politikle ilgilidir. Dolayısıyla bu beyanların teolojiden öte, siyaset sosyolojisi bağlamında değerlendirilmesi gerekir. Siyaset sosyolojisinden kastımız, Hz. Peygamber ve ilk Müslümanların yirmi üç yıllık dönem içerisinde müşrikler, münafıklar, Yahudiler ve Hristiyanlarla yaşadıkları ilişkiler ve bu ilişkilerin tanziminde gözetilen konjonktürel stratejilerdir.”(5)
1925’te yayınladığı risaleyle hilafetin kaldırılmasına destek veren Mısırlı Ali Abdurrâzık’ın (ö.1966) fikirleriyle görüşünü destekleyen Öztürk, Medîne’de nazil olan cihad ayetlerinin, Rasûlullah’ın müminlerle birlikte “muhalif çevreler” arasında günbegün değişen politik ilişkileri düzenlemek üzere indirildiklerini ve bu ayetlerdeki hükümleri vahyin sona erdiği gün itibariyle dondurup mutlaklaştırmak, Medîne döneminin sonlarında inen ayetlerdeki ahkamın genel geçer olduğunu savunmak, o günden bugüne akıp giden tarihi, boşa dönen tekerlek gibi algılamak olarak nitelendirmektedir. Öztürk, Üzeyir ve İsa’ya uluhiyet isnat edilmesinin Medîne döneminin son safhasında zikredilmesini, dinden ziyade Müslümanlar ile ehli kitap arasındaki gergin ilişkiler bağlamında bir siyasi strateji olarak izah etmektedir.(6) Ona göre “Medîne dönemindeki surelerde yer alan cihad ve kıtal konulu ayetler, her bir Müslümanı koşulsuz olarak hayat boyunca yakından ilgilendiren ve hayatın her safhasında yön tayin eden ‘ed-dîn’e dair taabbüdî hükümler değil, siyasete dair illetli hükümler içerir”miş. “Siyasi karakterli hükümlerin koşulsuz, mutlak ve tarih-üstü olmadıkları şüphesiz”miş. Mustafa Öztürk’ün Mekke döneminde vaz edilen hüküm ve emirleri daha derinlikli ve ahlaki içerikli, Medîne dönemindeki ahkâmı daha yüzeysel ve siyasi hüviyetli diye tanımlaması bile Kur’an hakkında sarf edilebilecek sözler değildir. Öztürk “daha açık bir ifadeyle” demektedir ki, Mekke döneminde asli ve nihai emirler/hükümler vaz edilmesine rağmen ilk Müslüman nesil, bu emirlerin gereklerini hakkıyla ifa etmeye muvaffak olamayınca Medîne’de ruhsat temelli hükmümler vaz edilerek bir bakıma geri adım atılmıştır. Sonuç olarak şunu söylüyor Öztürk: “Bugün insanlığın ihtiyaç duyduğu İslam, miladi yedinci yüzyılın tarihsel ve toplumsal şartları içerisinde nazil olan ve o günkü toplumun güncel sorunlarını çözmeyi amaçlayan ahkâm ayetlerindeki muhtevayı aynıyla bugüne taşımak anlamında bir şeriat İslam’ı değildir.”(7) Öztürk cihad kavramına “siyaset, şiddet, nefret gibi çok bileşenli angajmanlara dayalı travmatik Müslümanlıklar”(8) gibi düzmece sözlerle ayar vermeye çalışmaktadır. Öztürk’e göre, vahyin ışığında konjonktürel gelişmelerle ilgili yol haritasını Peygamberin kendisinin belirlediğini söylemek gerekirmiş, aksi takdirde ‘Allah’ın ahlakiliği’ meselesi gündeme gelirmiş!(9)
M. Öztürk’ün cihad kavramı etrafındaki bu değerlendirmeleri Müddessir suresinin 18-25. ayetlerinde anlatılan ölçme-biçme-takdir işleminin tarihteki tekerrüründen ibarettir.
İslam’ın Cihad Kavramı Ancak Sağlam Bir Akide ile Kavranabilir
Allah’ın Rahmân ve Rahîm olduğunu her mümin her günkü hayatında sayısızca telaffuz etmektedir. Rahmân ve Rahîm Allah, kullarından, hayatlarına (milleti/ulusu değil) Allah’ı egemen kılmalarını istemektedir. Cihad, İslam’ın akidesini, siyasetini, hukukunu, ahlakını vd. korumak içindir. Cihadsız İslam, dişleri sökülmüş, kafese tıkılmış aslan gibidir ve İslam değildir. Cihad, Müslümanların uyanıklığı, zindeliği, cevvaliyetidir. İslam davasının, bırakalım Müslümanların uyumasını, uyuklamalarına bile tahammülü yoktur. Müslümanlar düşünce İslam davası düşmektedir. Müslümanların düşmesi hilafetin düşmesi, Allah’ın egemenliğinin insan şeytanlarına kaptırılması, dini ve dünyayı şeytan hizbinin ele geçirmesidir.
Şu anda bütün dünya bizzat şahit olmaktadır ki, dünya ABD’nin sefih başkanının eline kalmış bulunmaktadır. ‘Müslüman ülke’ denilen beldelerin liderleri ise bu sefihe hizmetkârlıklarını kanıtlama yarışı içindedirler. Müslüman kavimler ve onların seçtikleri başkanlar vasıtasıyla İslam alemi zilletlerden zillet, ârlardan âr, utançlardan utanç beğenmektedir. Müslümanlar olarak, Allah’ın bizi diriltecek ne kadar emri varsa, hepsini reddi miras etmiş bulunmaktayız. Allah açıkça, savaşın insan nefsine kerih göründüğünü, buna rağmen savaşı bize farz kıldığını ama nice kerih gördüğümüz şeylerin bizim hayrımıza olduğunu bildirmektedir. (Bakara, 216). Rahmân ve Rahîm Allah, düşmanlarımıza karşı gücümüzün yettiği kadar besili atlar hazırlamamızı emretmektedir fakat besili atlar hazırlamanın illetini, Allah’ın ve bizim düşmanlarımızı öldürmek değil de korkutmak olarak açıklamaktadır. (Enfal, 60).
İspanyollar, İngilizler ve Fransızlar, Amerika ve Afrika kıtalarını istila ettiklerinde, en tahammül edemedikleri şey, yerlilerin elinde silah olmasıydı. Yahudi-Hristiyan dünyası aynı tuzağı bize de uyguladılar. Bizi ulus devletlere böldüler, halifeliği yok ettiler, silahlarımızı elimizden aldılar. Demokrasi ile, savaşma/mücadele azmimizi bitirdiler. İçimizden, onlara uşaklık yapacak ama bizdenmiş gibi görünen liderler bulmakta hiç zorlanmadılar. Artık içimizden yetişen entelektüel bir tabaka cihada küfretmekte, batı uygarlığına övgüler düzmektedir. Biz ise diyoruz ki Allah ve Rasûlü bizi, bize hayat verecek olan şeye çağırmaktadır, O’na icabet etmekle yükümlüyüz. Bu, bizi yaşatacak olan şeylerden biri de cihaddır.
Dipnotlar
1. Mevdudî, Tefhim, I/153.
2. Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, (İst-1997), V/194.
3. Kutub, Fîzılâli’l-Kur’ân, I/393.
4. Mevdudî, Tefhim, I/155.
5. Mustafa Öztürk, Kur’an Açısından Cihad Nedir Ne Değildir, 53. (Cihad Nedir Ne Değildir, Fecr yay. Ank-2019 içinde).
6. Mustafa Öztürk, Kur’an’a Göre Cihad Nedir Ne Değildir, 54, 55.
7. Mustafa Öztürk, Kur’an’a Göre Cihad Nedir Ne Değildir, 55, 56.
8. Mustafa Öztürk, Kur’an’a Göre Cihad Nedir Ne Değildir, 57.
9. Mustafa Öztürk, İslam Kaynaklarında, Geleneğinde ve Günümüzde Cihad, 155.













Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *