Safların belirginleşmesi, azmedilmeye değer ilkeleri sahiplenenlerle sahiplenmeyenlerin ayrışma sürecidir. İnsanın ‘birr’e olan yolculuğunun adıdır. Neyi ne için terk ettiğiniz, sizin hicretinizin nev’i şahsını belirler. Ali Şeriati’nin deyimi ile ‘enfüste gerçekleşen hicret’(10) olmadan cehd başlamaz, başlayamaz.
Ali Durmuş
“Allah yolunda gerektiği şekilde cihâd edin. O sizi bunun için seçti ve dîni yaşama konusunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. Haydin, atanız İbrâhim’in dinine uyun…”
(Hacc 78)
Hepimiz biliyoruz ki iman dediğimiz olgu, insanın farkındalık yaşaması süreci sonunda gerçekleşiyor. Allah Rasûlü’nün de buyurduğu gibi, ‘her doğan esasında Allah’ın dini üzere dünyaya geliyor’(1) da, afak ve enfüste yaşadıkları onun sapmasına neden olabiliyor. İnsan, kalbine vefa göstererek Rabbine verdiği sözü(2) hatırlar ise, fıtratı gereği doğruyu seçmeye daha meyyal olan insanın bu anlam arayışı, Rabbine ve onun tek ilah olduğu gerçekliğine ‘teslim’ oluş ile sonuçlanacak ve hayatının geri kalanı ile geçmişi arasından artık belirgin bir farklılık oluşmaya başlayacaktır. Yeryüzündeki ezeli savaşın kanunları ve yine fıtratı gereği kan dökmeye de elverişli olan insanın Şeytan ile olan bitmek bilmeyen mücadelesinde ‘dost’ ve ‘düşmanları’ tanıma konusunda farkındalık arttıkça, insanın zihinsel konfor alanı da bozulmaya ve tabii bir şekilde etrafında yaşanan olumsuzluklardan rahatsız olmaya başlar.
Fahşaya ve münkere olan hasımlığını, Allah ve Rasûlü’ne olan hısımlığından almaya başlayan Müslüman, artık sırtını pek emin bir kayaya dayamış, Rabbine güvenmiş ve ‘Mümin’ olmuştur. Bir kötülük ile karşılaştığı vakit rahatsızlığını aşikâr etmeden duramayan ve en kötüsü kalbiyle buğz eden bu kul; zaman zaman diliyle, mümkünse eliyle de şerri düzeltmek ister. Ne miskalde olursa olsun şer onu rahatsız eder. Çatışma kaşınılmazdır.
Geleneksel literatür, insanoğlunun Allah’ın hakkını Allah’a teslim etmek için güttüğü mücadelenin tamamını ‘hak-batıl’ mücadelesi olarak isimlendirmiştir. Bu mücadele; zaman zaman kişinin kendi nefsine, gerek insandan ve gerek cinlerden olan şeytanlara, tuğyan etmiş bir kavme veya yaratana karşı haddini aşan bir lidere, oligark bir yapıya, sermaye sahiplerine, zalim idarecilere ve bunları var eden/ayakta tutan ideolojilere karşı verilebildiği gibi zaman zaman da kendi kavmine, ailesine ve akrabalarına karşı da verilebilir.
Mümin, ‘iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma’nın gönüllü neferidir. Altından kalkabileceği durumlarda sıkıntı yaşamasa da, gücünü aşan durumlarda insanın bireysel farkındalığı, münkere fiilî müdahale için kâfi gelmez. Bu durum toplumsal farkındalık gerektirmektedir. Mümin kulun yaşadığı rahatsızlık halinin aynısını toplumun da yaşaması, onların da eliyle ve diliyle düzeltme iradesi ortaya koyması beklenir. Bu irade toplumsal yapılarda bölük pörçük ortaya çıkabileceği gibi, Mümin bir liderin etrafında toplanmış bir ‘devlet’ mekanizmasında da ortaya çıkabilir.
Kur’an’da ‘Cehd’, ‘Nefer’ ve ‘Kıtal’
Kur’an’da bu kavramları karşılamak için genelde ‘cehd’, ‘nefer’ ve ‘kıtal’ kelimeleri ve türevleri kullanılmıştır. Hayatı Kur’an’a göre yaşama/yaşamama tercihindeki farklılıklara göre de, bu kavramların tanımında değişiklikler olagelmiştir. Örneğin bir selefinin ‘cihad’ tanımı ile bir sufininki örtüşmeyebilmektedir. Yine kendisini muhafazakâr demokrat olarak tanımlayan birisinin cihad kavramına bakışı ile bir Müslümanın aynı kavrama bakışı arasında derin farklar vardır. Yine laik-seküler-ulusalcı bir insanın bakışı bambaşkadır.
Kur’an’da türevleri ile birlikte 41 yerde geçen ‘cehd’in kelime anlamı; insanın (veya toplumun) zorluk ve meşakkatle mücadelede ve amacına ulaşmasında aşırı çaba göstermesi, tüm çaba ve gayretini ortaya koyması demektir.(3) Terim anlamıyla ise cihâd, kişi ile Rabbi arasındaki engelleri kaldırma çabasıdır. Müminlerin her düzeyde yürütebildikleri cihâd; kalp, dil, mal ve can ile Allah yolunda yapılan her türlü çalışma ve mücadeleyi kapsamaktadır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi insanın Rabbi ile arasındaki engel; bazı durumlarda kendi nefsi, bazı durumlarda malı, bazen kavmi, bazı durumlarda tağutları veya bağlı olduğu ideolojileri olabilmektedir. Bunların çeşitliliğine göre cihadın ismi ve büyüklüğü de değişebilir. Kur’an’da, ‘insanın yeniden diriltilmesini ve ahiret inancını’ inkâr etmek için kâfirlerin ‘var gücüyle’ yemin etmelerinin(4) ve müşrik anne-babaların evlatlarını hak yoldan saptırmak için göstereceği mücadelenin(5) bile bu kavramla tasvir edilmesi de ibret vericidir. Rabbimiz sanki, ‘onlar kendi dinleri için var gücüyle cehd ediyor, siz de edin!’ mesajı vermektedir.
Kur’an’ın Mekkî surelerinde bu kavramın, cahiliye inancına bağlı müşriklerin işkence ve dayatmalarına karşı Müslümanların kalplerindeki inancın ve imanın kökleşmesi ve dik duruşlarını devam ettirmeleri anlamında kullanıldığı görülürken, Medenî surelerde münkerle mücadelenin şekli ve büyüklüğü değiştiği (bireyselden toplumsal yönteme hatta ‘devletsel’e dönüştüğü) için ağırlıklı olarak ‘Allah yolunda savaş’ anlamında kullanılmaya başlandığı görülür. Allah’ın dini ve adaletinin önündeki her türlü engeli kaldırmak için yürütülen mücadelenin adlandırmasındaki bu değişimin ana kaynağı ise hiç şüphesiz ‘hicret’ olgusu ve akabinde ‘devlet’ oluşumudur. Müminin iş planındaki bu iki kilometre taşı gerçekleşmeden, Allah yolunda savaşmak üzere yola çıkma (n-f-r), öldürme ve savaş (kıtal)(6) gerçekleşmeyecektir.
Hicret Cihadın Ön Şartıdır
Sözlükte ‘terk etmek, ayrılmak, ilişkisini kesmek’ anlamına gelen hecr (hicrân) masdarından türeyen bir isim olan hicret ‘kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması’ demektir; ancak kelime yaygın kullanımında ‘bir yerin terk edilip başka bir yere göç edilmesi’ anlamında kullanılır. Türevleri ile birlikte Kur’an’da 30 yerde geçen bu kavram, salt bir göçü ve yer değişikliğini ifade etmemektedir. Zihinsel bir taraf değiştirme sürecini anlatan en önemi İslami mefkurelerden birisidir. Tuğyan eden bir kavim ve onların taptıklarını terk etmek, bırakıp çekilmek(7) ve ilahları ile baş başa bırakmak demektir. Safların belirginleşmesi, azmedilmeye değer ilkeleri sahiplenenlerle sahiplenmeyenlerin ayrışma sürecidir. İnsanın ‘birr’e olan yolculuğunun adıdır. Neyi ne için terk ettiğiniz, sizin hicretinizin nev’i şahsını belirler. Bizler, ‘Kimin hicreti, Allah ve Resûlü (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Resûlü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya veya nikâhlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.’(8) diyen bir elçiyi duyup ona uyanlardan isek; göz, kulak, dil ve kalplerimiz bundan zannımca sorumludur. Sistemin kurduğu düzenden, cahiliyenin âdetlerinden, kavmimizin ileri gelen putlarından, milli çıkarlardan, beşeri kanun dayatmalarından, çoğulculuktan, kapitalizmin ruhundan, zamanın şerrinden, teknolojinin fendinden, bloggerların rehberliğinden, kariyer zehirlenmesinden, para hırsından, dünyevileşmekten, mistik hurafelerden ve bidatlardan, Allah Rasûlü (a.s.) adına yalan söylemekten, İslam’a hıyanetten, kafir ile ticaretten, zulme sessiz kalmaktan, tefrikadan, tüm fuhşiyat ve rezaletlerden, adavetten, rehavetten, şehvetten, şirkten, cehenneme çağıran hazlardan, mülk edinme hastalığından, teşhircilikten, hedon tavırlardan, cinselliğin ayartmasından, yasak elmadan, gelecek kaygısından, yerli bencilliklerden, tağutların gösterdiği ülkülerden, açtığı yollardan, (hatta yeri geldiğinde) Allahsız bir hayat yaşayan ailelerimizden; Allah’a ve Rasulü’ne, onlara sadakate, muhabbete, hakiki nura, kopmaz kulpa, ahde vefaya, şeref ve izzete, tevhide, fazilete, rahmete, huzura, göz aydınlığı eşlere, kanaate, ümmetin maslahatına, üsve-i hasenelere, gaybın hayrına, rızkın temizine, ilmin faydalısına, kabul edilmesi umulan salih amellere, zekâtın bereketine, haccın vahdetine, duanın gücüne, namazın ve kıyamın şuuruna ve direnişin asaletine hicret etmekten bahsediyorum. İşte bütün bunlar yeryüzünde insan için büyük bir ‘cehd’i(9) farz kılar ve sabredilmesi zor işlerdendir.
Ali Şeriati’nin deyimi ile ‘enfüste gerçekleşen hicret’(10) olmadan cehd başlamaz, başlayamaz. İnsanın bu kendi varoluşsal yolculuğu ve hakkın yanında durup batılı zelil etme mücadelesi (cehd) bitmediği sürece onun hicreti de bitmeyecektir.(11) Allah Rasulü’nün (a.s.) de belirttiği gibi hakiki hicret, kötülüklerden ve günahlardan hicret eden kimsenin hicretidir.(12)
Şeriati; ‘Her hicret bir inkılaptır’ der. Allah yolunda büyük bir değişim mücadelesinin başlangıcıdır, yarışın başlangıç düdüğüdür. ‘Gerçek şu ki, bu büyük dönüşler her zaman sessiz bir hicretten sonra olmuştur. Ruhlarda temel olan böyle bir hicrete, İbrahim, Musa ve Peygamberimizin Hira’daki on beş yıllık inzivası, toplumundan uzaklaşıp önce kendi aleminde enfusî, daha sonra da içinde bulundukları topluma yön veren afakî ve hicreti gerçekleştirmişlerdir.’(13)
Peygamberlerin Hicreti ve Cihadı
Peygamberlerin fiziksel olarak tehcire zorlandıklarında şüphe yoktur. Örneğin, Hz. Nuh’un (a.s.) hicreti, dağ gibi yükselen dalgalar arasında gemide gerçekleşmiştir. Şuayb (a.s.)’ı “…Mutlaka seni ve seninle birlikte inananları memleketimizden çıkarırız.”(14) diye tehdit eden Medyen halkı, hicretini Allah’a yapamadığı için bu yola başvurdu. Cahiliyye asabiyeti gözlerini kör etti. Hazcılık ve cinsel sapkınlık, Lut kavminin idrak yollarını tıkadığı için Lut (a.s.)’ı tehdit ettiler ve Allah ona ve ehline hicreti yazdı.(15) Hz. Hud ve Hz. İsa (a.s.) da benzer süreçler yaşamıştır. Hz. Musa (a.s.), Firavun ve onun kurduğu düzene başkaldırıp sözünü açık yüreklilikle kendisine söyledikten sonra hak-batıl netleşmiş ve mücahedesi başlamıştır. Firavun kendisi ve ashabının arkasına düşmesine rağmen, önlerinde koca bir deniz zahirde onları yutmak için beklerken “Musa: “Hayır, korkmayın!” dedi, “Rabbim elbette benimledir. Bana elbette bir kurtuluş yolu gösterecektir.”(16) demişti. İşte tarafını seçen ne güzel seçmiş, kurtuluşu gösteren ne güzel göstermiştir. Bu güven neticesinde deniz yarıldı ve Allah’ın elçisi ve beraberindekiler kurtuluşa erdiler. Hz. Yunus’un kavmi ile sürdürdüğü mücadeleyi, cehdi bırakmak isteyince nasıl bir imtihan ile karşılaştığını, Kur’an okuyucuları yine hatırlayacaktır. İnsanın yüklendiği bu yükü, canının istediği şekilde bırakması, vazgeçmesi, bir kenara bırakması, az veya çok bir bedele satması mümkün değildir.
Hicretin hakikî ruh ve biçiminin temsilcisi olarak Kur’an’da Hz. İbrâhim (a.s.) zikredilmektedir.(17) Kendi buyruğu ile, ‘Andolsun, bundan önce İbrahim’e doğru yolu bulma rüşdünü vermiştik ve biz buna (peygamberliğe) ehil olduğunu biliyorduk.’(18) diyerek Hz. İbrahim’in kişiliği hakkında bize bilgi veren Rabbimiz, esasında sonrasında girişeceği ‘cehd’ ve gayretinin büyüklüğünün tesadüfi olmadığını ve neden övgüye mazhar olduğunu bize söylemektedir. Babasına ve kavmine: ‘Şu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’(19) diyen soran Hz. İbrahim, alacağı cevabı da pekala bilmekte idi. Onun kafasındaki tek plan zihinlerdeki putların yıkılması idi. Onların cehaletini, bozuk düzenlerini ve dalaletlerini yüzlerine vurduğunda, İbrahim’in geçmiş hayatı kendisine şahitlik yaptı. Şehit İbrahim (a.s.)’a: “Sen bu sözle karşımıza çıkarken, gerçekten ciddi misin, yoksa bizimle oynuyor musun, şaka mı yapıyorsun, ciddi misin?”(20) diye sormaları, bir anlamda ‘Sen bu cesareti nereden alıyorsun?’ manasına geliyordu. Esasında Hz. Musa’nın Firavun’un karşısında güven ve cesareti de Hz. İbrahim’inki ile aynı kaynaktan besleniyordu.
Hz. İbrahim en büyük putu yok etmeyip ayakta bırakırken, akıbetini biliyordu. Allah’ın vaadi karşısında başına gelecekleri satın aldı. Kırılan, zarar gören, tarumar edilen putlarla Hz. İbrahim’i yüzleştirdiklerinde, İbrahim (a.s.) müşriklerin büyük bir farkındalık yaşamasını sağladı. “Belki, şu büyükleri yapmıştır. Eğer konuşuyorlarsa, onlara sorun!” ifadesi karşısında ters-yüz olan müşrik akıl, Mücahit Gültekin’in tabiri ile, yaşadığı ‘travmayı’ gizleyemedi. Kendi vicdanlarına dönüp, “Doğrusu asıl zalim olan, yani yaratılış gayesi dışında yaşamak suretiyle yoldan çıkan biziz!” diye kendilerini suçladılar.(21)
İbrahim (a.s.) kendi halkında, kendi döneminde, kendi toplumunda bu etkiyi yaratmadan önce kendi hicretini tamamlamış ve Allah’ın güvenini kazanmış, muvahhid ve hanif bir kul olarak tek başına bir ümmet olmuş idi. O yüzden İbrahim’in baltası ile ilettiği mesaj yerine ulaşabilmiş ve bu balta bize kadar miras olarak gelmiştir.
Sözün Sonuna Doğru
Genelde Filistin ve özelde Gazze halkı, İbrahim (a.s.)’ın bu sünnetinin ihyasını günümüzde başarabilen bir kavim olmuştur. Benzer duruşu tüm küresel imparatorluklara karşı gösterip tıpkı İbrahim gibi ‘Yuh olsun size ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz (putlara ve tağutlara)!…’(22) deme cesaretini göstermişlerdir. Kendi bedenlerini, canlarını İbrahim (a.s.)’ın baltası olarak kullanmışlar ve 21. yy’da tüm dünyaya aynı travmayı yaşatmışlardır. Dünya halklarında vicdanlarını kaybetmiş olanlar kendilerine dönüp, ‘…Asıl zalim olanlar bizleriz!’ demiş, birçoğu yaşadığı farkındalık neticesinde İslam’a dönmüştür.
Gazzeliler, tıpkı Musa (a.s.) gibi, Rabblerinin kendilerine bir yol açacağına olan sonsuz güvenleri (imanları) sayesinde bu günleri görebilmiş, Allah’ın izni ile cennet akıbetini canları karşılığında satın almıştır. Yeryüzü Müslümanları, teslim olmuş ancak iman kalplerine henüz inmemiş olmasından olsa gerek, aynı şeyi başaramamıştır. ‘Allah’ın mümin kullarını yalnız bırakmayacağına’ olan inancımızın zayıflığı, bizi zelil etmiştir. Bizi çepeçevre kuşatmış durumda olan reel politik şartlar putunu, rasyonalizm ilahını, demokrasinin baştan çıkartıcı ışıltısını, kapitalist günah çağrıları, pragmatist eğilimleri, milli çıkarları, ekonomik kaygıları, ölüm korkusunu, dünya menfaatini, refah ve konformizmi, istikbal endişesini, hız ve haz sevdasını, seküler eğitim modellerini, moda belasını, Samiri buzağısı gibi böğüren finans sistemlerini, kesada uğramasından korktuğumuz ticaretimizi, güzelim(!) meskenlerimizi,(23) taassuplarımızı, ırkçı hastalıkları, defolu yaşantılarımızı terk edip bütün bunlardan hicret ederken Allah’ın yanımızda olacağı ve bizi terk etmeyeceği inancına ulaşabilirsek kurtulduk demektir. Gazze’nin mazlum halkı insanlık tarihinin nadir gördüğü bir açlığa ve yoksulluğa sabrederek; yeryüzünün ekabir tayfasına, tüm tağutlara, ilahlık taslayan liderlere ve onların ırkçı, siyonist, liberal, zalim düzenlerine, başkaldırmıştır. Onların da mesajı yerine ulaşmış ve 100 yıldır duyulmayan çığlık duyulmuş, günümüzde Allah’ın ihsanıyla (teknoloji ve internet eliyle) dünya gündemine oturmuştur.
Bu inkârcı tayfa, mallarını insanları Allah yolundan çevirmek ve Allah’ın sözünün silinip atılması için olanca güçleri ile harcama yapmaya(24) devam etmektedir. Aynı çabayı gösterip büyük bir cihad vermediğimiz sürece bu zilletten kurtuluş olmayacağı aşikârdır. Bu, ölüm bize gelip çatıncaya kadar devam edecek bir süreçtir. Bütün bunları terk edip modern ve refah bir dünya hayatının oyun ve eğlencesi yerine, Allah ve Rasûlü’ne hicret etmeyi seçen Gazze halkının bıraktığı manevi miras ile Rabbimizin bizleri de rızıklandırmasını diliyoruz. Yanlışlar bana, doğrular Allah’a aittir. Veselâmün alel mürselîn… Velhamdülillâhi Rabbil Âlemîn…
Dipnotlar
1. Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5
2. Araf suresi 172. ayet; “Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şahid olduk’ demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.”
3. Çetinkaya, Ş., 2019, “Cihâd ve Kıtâl Ayetlerinde Te’kîd”, Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: III, Sayı: 2, 2019 s.123
4. Nahl suresi 38. ayet
5. Ankebût suresi 8. ayet, Lokman suresi 15. ayet
6. ‘Katele’ öldürmek, ‘mukatele’ ise karşılıklı olarak birbirini öldürmek anlamındadır. Terim anlamıyla kıtâl, karşı taraf etkisiz hale gelinceye veya teslim oluncaya kadar çarpışmak, savaşmak demektir. Kıtâl kelimesi ile cihâd kelimesinin aynı anlamda kullanılmalarına neden olan, her ikisinin de şirke karşı yapılmış olmasıdır. Savaş için çıkılan yolculuğu anlatan ve 6 yerde geçen ‘nefer’ kelimesi, esasında ‘kıtal’ için çıkılan yolculuktur.
7. İbrahim suresi 47-49. ayetler
8. Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmare, 155; Ebu Davud, Talak, 11
9. Furkan suresi 52. ayet; “Artık sen kâfirlere itaat etme ve onlara karşı (bu Kur’an ile) büyük bir cihad ile mücâhede et”
10. Şeriati, Ali, ‘Her Hicret Bir İnkılaptır’
11. Ebû Dâvûd, Cihâd, 2
12. İbni Mace, Fiten, 2
13. Şeriati, ‘Her Hicret Bir İnkılaptır’, s.39
14. A‘râf 88. ayet
15. Hud suresi, 80-81 ayetler; Hicr suresi 65. ayet
16. Şuara suresi 62. ayet
17. İbrahim suresi 13. ayet; Ankebut 26. ayet; Meryem 47-49. ayetler; Mümtehine 4. ayet
18. Enbiya suresi 51. ayet
19. Enbiya suresi 52. ayet
20. Enbiya suresi 54. ayet
21. Enbiya suresi 64. ayet
22. Enbiya suresi 67. ayet
23. Tevbe suresi 24. ayet
24. Enfal suresi 36. ayet













Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *