Halk Dilinde Çürümenin Dört Evresi: Siyasetin İronik Anatomisi

Halk Dilinde Çürümenin Dört Evresi: Siyasetin İronik Anatomisi

Tabiri yerindeyse, kimileri sınırlı beşerî tecrübeleriyle tenekeden sistemler kurar, yüzyıllarca sürdürür ve sonunda yıkılır; biz ise hakikatin hazinesi üzerinde oturup hâlâ bir düzen kuramamanın acziyetini yaşarız. Böylece gülünecek hâlimize ağlar, ağlanacak hâlimize de gülmek zorunda kalırız.

Fahrettin Uzun

Toplumlar tecrübelerini bazen en çarpıcı biçimde dile getirir. “Cılkı çıktı”, “çivisi çıktı”, “çuvalladı”, “ipin ucu kaçtı” gibi deyimler, yalnızca argo serzenişler değil; bir bozulmanın evrelerini anlatır. Bugün siyasetin hâline bakıldığında, bu sözler durumu tam yerinde özetleyen ironik teşhisler olarak karşımıza çıkar. Çürümenin aşamalarını veciz ifadelerle gözler önüne serer.

Oysa bir zamanlar yönetim; hakikat, adalet, ilim, hikmet ve ahlak terazisinde tartılırdı. Ancak insanlar bu teraziyi terk etti; yerine karşılıklı pazarlıkları ve çıkar ortaklıklarını ölçü edindiler. Böylece doğrunun yerini vitrinlik sözler, hesaplı riyakârlıklar ve kurnaz entrikalar aldı.

Bu yazıda, halk dilindeki dört keskin deyimin siyasetteki çözülmeyi nasıl görünür kıldığını inceleyeceğiz. Her deyim, çürümenin farklı bir evresini işaret eder: Sessiz iç çürümeden, temel taşların yerinden oynamasına; çürümenin makyajlanmasından, kontrolün tamamen yitirilmesine kadar…

Sonunda ise seyirci-oyuncu metaforu üzerinden hem yönetimin hem de toplumun bu bitmeyen oyundaki rolünü sorgulayacağız. Çözümün, ancak siyasetin yeniden tanımlanıp sağlam bir hakikat zeminine oturtulmasıyla mümkün olacağını vurgulayacağız.

Terazinin Hassas Ayarı: “Fazıllar Ülkesi”

Bir zamanlar “fazıllar ülkesi” vardı; yani muvahhitlerin, hakikat ve adalet ölçüsünü esas alan bir toplum. Yönetim, hakikatin, adaletin, ilmin ve ahlakın terazisinde tartılırdı. Öyle ki, Fırat kıyısında bir keçi kaybolsa hesabı halifeden sorulurdu. Yaşlı bir kadın karşısına dikilip “Yanlış yaptın” dediğinde makam değil, hakikat ağır basar; Ömer susar. Susar, çünkü hakikat karşısında makam susmak zorundadır.

O vakitler hava berraktı, kelimeler arıydı, niyetler safiydi; adalet terazisi şaşmazdı. Hakikat ölçüydü; adalet terazisi öylesine hassastı ki en küçük bir değer eksilse bütün denge sarsılır, tek bir haksızlık toplumsal yapının tamamında hissedilirdi. Zengin de fakir de, tahtta oturan da sokakta yürüyen de aynı tartıda tartılır, hakkını alırdı. Haksızlık karşısında kesilen parmak acımaz, çünkü adalet terazisi doğru tartardı.

Fakat bir toplumun düzeni, sağlam bir temele oturan binaya benzer; temel kaydığında, duvarlar ne kadar görkemli dursa da çöküş çoktan başlamıştır. Hakikat terazisinin ayarı bozulduğunda, toplum ilk büyük sınavıyla yüzleşmeye başladı. Ve işte o an, çürümenin ilk sessiz evresinin kapısı aralandı.

Teraziden Tezgâha: “Cılkı Çıktı”

Terazi bir kez şaştı mı, adaletin yerini yavaş yavaş gizli tezgâhlar almaya başlar. Yozlaşmanın ilk evresi sessizdir. Dışarıdan bakıldığında düzen hâlâ yerindedir; binalar dimdik durur, protokol törenleri aksamaz, kürsülerde “millet, vatan, hizmet, ibadet” gibi görkemli kelimeler yankılanır. Fakat bu kelimelerin tonunda hafif bir yorgunluk, törenlerin ardında ise fark edilmeyen bir gevşeme vardır.

Berrak suyun yüzeyi hâlâ parıldar; fakat derinlerde bulanıklık yavaş yavaş artar. Halk buna “cılkı çıktı” der: Görünüş aynı kalırken iç yapı çözülür; kabuğu sağlam görünen ama içi çoktan çürümüş bir meyve gibi.

Kapalı kapılar ardındaki pazarlıkların fısıltısı, çok geçmeden sokaktaki uğultuya karışır. Meclis salonlarında konuşulanlar, halkın geleceğini inşa eden büyük fikirlerden çok, kim kiminle hangi koltuğu paylaşacak sorusuna odaklanır. Duvarlarda idealler asılıdır fakat çerçevelerini kaplayan tozu kimse silmez. İlkeler görünürde masanın üzerindedir fakat gerçekte çoktan sümen altına itilmiştir. O andan itibaren koltukların gölgesi, fikirlerin ışığını bastırmaya başlar.

Bu, düzenin özünden kopuşudur. Dışarıdan hâlâ aynı görünür fakat içi artık eskisi gibi değildir. İnanç zayıflar; hakka bağlılık yerini çıkar hesabına bırakır. Hakikat vitrin süsüne dönüşür, çıkar hesabı ise düzenin gerçek dayanağı olur.

Bir şeyin özü çürüdüğünde kabuğu ne kadar sağlam görünürse görünsün, bozulma çoktan başlamıştır; düzenin de ilkelerinin yozlaşması, onun “cılkının çıkması”nın en çıplak göstergesidir. Ve öz çürüdüğünde, sonunda dışı da çatlamaya başlar; işte o an düzenin “çivisinin çıkması” kaçınılmaz olur.

Sütunların Sallanışı: “Çivisi Çıktı”

“Cılkı çıkan” düzen uzun süre ayakta kalamaz; çünkü içten içe çürüme er ya da geç dışarıya da yansır. Ve işte o an gelir düzenin “çivisi çıkar”. Gevşeyen bağlar kopar, vidalar döner, taşıyıcı sütunlar sallanmaya başlar. Halk dilinde buna “çivisi çıktı” denir, yani hem görünen hem görünmeyen tarafıyla düzenin çözülmeye başladığı an.

Bir zamanlar sapasağlam duran yapının duvarlarına rutubet çöker, yavaş ama ısrarlı bir erime başlar. Siyasi sahnede bu, hakikat, adalet ve ahlak gibi sütunların tek tek sarsılmasıdır. İlkeler ve değerler hâlâ kitaplarda yazılıdır fakat yalnızca rakibe çelme takmak için hatırlanır. Meclis kürsülerinde yükselen sesler adaletin sesi değil, birbirine bağıran pazarcıların gürültüsünü andırır. Artık fikirler değil, pazarlıklar konuşur.

Şehirlerin görkemine bakan halk, bir zamanlar kurumların simgesi olan binaları görür ve fark eder: O yapılar hâlâ dimdik durmaktadır ama iç mekanizma çoktan yerinden oynamıştır. Kapılar açılır, koltuklar doludur fakat oturanlar o koltukların anlamını unutmuştur. Tıpkı kubbeleri yükselen görkemli camilerin içindeki takvanın yavaş yavaş kaybolması gibi.

Böylece altın rengine boyanmış yaldızlı vaatler, adaletin saf rengini soldurur. Hakkın sesi boğulmaya çalışılır. Artık toplum, oynayan temellerin gıcırtısını her gün duyar hâle gelir.

Sütunlar teker teker sallandığında, yapının bütünü de çöküşe doğru sürüklenir. Çürüyen düzenin bir sonraki evresi kaçınılmazdır, yönetim kendi sahnesinde bocalamaya ve sonunda çuvallamaya başlar.

Çürümenin Makyajlanması: “Çuvalladı”

Her çöküş önce düşüncede başlar; düşünce “yamuldu” mu, onu ayakta tutan bütün sütunlar çatırdamaya başlar. Sütunlar sallanmaya başladığında, çatlaklar perdelemeye çalışılır; bozulma örtülür, çürüme süslenir. İşte buna halkın dilinde “çuvalladı” denir.

“Çuvallamak” yalnızca bocalamak değildir; insanın kendi düşüşünü kendi elleriyle hazırlamasıdır. İlkelerden uzaklaştıkça, günü kurtarmak için tavizler verildikçe “çuvallama” kaçınılmaz hâle gelir. Küçük ihlaller “bir kerelik” diye meşrulaştırılır, günü kurtarmak ise yönetimin daimi ilkesine dönüşür. Fakat adalet ve hizmet adıyla “milletin menfaati” diye sunulan projeler, içine ne doldurulmuşsa ağırlığından yırtılır.

Kural ihlalleri süslenir, adaletsizlik cilalanır; çatlamış duvarlar parlak boyalarla kapatılır, kötü kokular keskin kokularla bastırılır. Fakat bütün bu makyajın ardında terazinin kefesi devrilmiş, hak yerle bir olmuştur. “Çuvallamak” siyasette tam da budur: yeniden inşa etmek yerine üstünü ince bir örtüyle gizlemektir.

İlkelerden uzaklaşan her adım, yenilenme diye sunulsa da yozlaşmanın kılıfıdır. Ahlak adına yapılan hamle menfaatle, adalet adına atılan düzenleme tarafgirlikle kirlenir. Adaletin yerine güçlünün üstünlüğü geçtiğinde, en parlak projeler bile içeriden çürür. Yönetim, kendi kurduğu sahnede, kendi koyduğu kurallara takılır. Salonlarda alkış hâlâ sürer fakat o alkış bir değerin değil, ezberlenmiş repliklerin ve sloganların ödülüdür.

Ortada kalan ise: temeli çökmüş, üstü parlatılmış bir enkaz. Bu enkazın gölgesinde yalnızca sistem değil, ona alkış tutan toplum da aynı sınavdan geçer. Çünkü düşünsel çürümenin nihai sonucu, hakikate sırt çevrildiği anda başlayan bir çöküştür; düzenin en büyük sapması, en açık anomalisidir. Ve artık ipin ucu kaçmıştır.

Gösterinin Dağılması: “İpin Ucu Kaçtı”

Çuvallayan bir düzenin son durağı bellidir: kontrolün tamamen yitirilmesi. Halkın dilinde buna “ipin ucu kaçtı” denir. Krizler art arda gelir; her yeni karar bir öncekini ağırlaştırır. Gündem değişir, sorunların sebebi yerine günü kurtarmanın peşine düşülür.

Oyun hâlâ sürer fakat aktörler ezberlerini unutur, doğaçlamaya sığınır. Bir elin yaptığını öteki bozar; dekorcular sahne ortasında çekiçle dolaşır, seyirci şaşkınlıkla izler. Kurallar ve kurumlar yalnızca dekor olarak kalır. Siyaset artık bir oyun da değil; oyunun bile bir kuralı vardı. Şimdi ise kuliste dönen bayağı pazarlıkların sahneye yansımasından ibaret. Rota pusulasız, dümen boşta kalmıştır.

Sessiz başlayan bozulma önce görünüşü korur, sonra çiviler birer birer düşer. “Çivisi çıkan” düzen ayakta kalamaz, çuvallamanın ardından “ipin ucu” da kaçar. Yozlaşma bir hata zinciri değil, kendi mantığı içinde ilerleyen tutarlı bir çözülmedir: Yanlış pusula yalnızca yönü değil, ufku da değiştirir; doğru liman zamanla hafızadan silinir.

Sonunda gıcırtılar büyür, çatırtılar paniği artırır. Seyirci alkışladıkça oyun sürer, perde hiç kapanmaz. Yalnızca dekor yenilenir, her seferinde de aynı nakarat tekrarlanır: “Yıkılmadık, ayaktayız.”

Seyircinin Sorumluluğu: Perde Arkası

Bu çöküşün tek faili siyaset değildir, seyirciler de bu düzenin sürmesinde pay sahibidir. Çünkü susmak çoğu zaman bir onaya dönüşür, seyretmek örtük bir rızaya. Sorgulamamak, yanlışları görmezden gelmeye; doğruları saklamak ise hakikati örtmeye sebep olur. Alkışlamak ise teşviğin en açık ifadesidir.

Bozulma bittiğinde ipin ucu kaçmıştır ama perde kapanmaz. Asıl yanılsama, her şeyin sonsuza dek böyle süreceği vehmidir. Uzayan her gösteri gerçeği değil onun kopyasını üretir. Alkışlar da doğruya değil, rolünü inandırıcı oynayanlara yönelir.

Hakikat karanlıkta saklı değildir, tam tersine göz önündedir fakat bakışlar başka yöne çevrilmiştir. Görülmez ya da görülmek istenmez. Çünkü görünmesi, oyunun bitmesi demektir.

Hangi sahnenin devam edeceğine yalnızca yöneticiler değil, seyirciler de karar verir. Halk sorgulama talebinde bulunmadıkça sahne hep aynı kalır, yalnızca oyuncular ve dekor değişir. Bir döngü ancak fark edildiğinde kırılabilir. Değişim, yeni bir yüzle değil, toplumun bilinçli bir tercihiyle mümkündür.

Hiçbir gösteri ebedî değildir. Bir gün ışıklar söner, sessizlik iner. O an geriye tek soru kalır: Halk, olup biteni bir oyun gibi mi görecek yoksa oyunun ardındaki yapıyı fark edip sahnenin dışına çıkmayı başaracak mı?

Hakikatin Terazisini Yeniden Kurmak: Son Söz

Hiçbir insan eylemi -doğru ya da yanlış- bir fikre dayanmaksızın ortaya çıkmaz. Siyaset de her zaman bir temele yaslanır, bu nedenle asıl sorgulanması gereken söz konusu temelin kaynağıdır.

İnsanın özü değişmedikçe eylemleri değişmez; özdeki dönüşüm ise ancak bir fikre dayanarak gerçekleşir. Bu nedenle siyasetin niteliği, doğrudan dayandığı fikrin niteliğine bağlıdır.

Sahnedeki figürler değişebilir, roller yeniden dağıtılabilir, dekorlar yenilenebilir. Paradigma değişmedikçe, değişim yalnızca sahnenin yeniden boyanmasından ibaret kalır.

Değişim talep etmeyen seyirci, oyunun sürmesine katkıda bulunur. Gerçek dönüşüm ise yüzlerin değişmesiyle değil, bilincin uyanmasıyla mümkündür.

Hakikatten doğan bilinç ilk adımdır; bu bilinç ilkelerini doğurur, ilkeler sistemleştiğinde siyaset yeniden tanımlanır. Ancak bilinç, ilkeler ve sistem toplumsallaşmadıkça siyasetin özü değişmez. Hakikat anlayışı yeniden kurulmadıkça ne siyaset çürümeyi durdurabilir ne de toplum kısır döngüsünden kurtulabilir.

Hakikatin iki boyutu vardır: Biri yönü tayin eden aşkın kaynak, diğeri ise o kaynağın rehberliğinde tespit edilen şeylerin özünde olan doğrulardır. Birincisi olmadan ikincisi değer kazanmaz, ikincisi olmadan da birincisi yalnızca soyut bir iddia olarak kalır. Gerçek düzen ancak bu iki boyutun terazide buluşmasıyla kurulabilir.

Her bozulma, ölçüsünü kaybetmekle başlar; her toparlanma ise ölçüsünü yeniden bulmakla başarılır. O ölçü hakikattir. Hakikatin terazisi yeniden kurulmadıkça siyaset hakiki anlamını bulamaz, yalnızca “politik oyunlar”ın bir yansıması olarak kalır.

Adalet terazisi devrildiğinde, hakikatin terazisi yeniden kurulmadıkça yalnızca siyasetin değil, insanın varlıkla kurduğu ilişkinin ve toplumun kendi geleceğiyle kurduğu bağın sahici bir temele oturması mümkün değildir. Zira insanın varoluşunu anlamlandırabilmesi, toplumun adalet ve düzeni sürdürebilmesi ancak sağlam ve güvenilir bir ilkeye dayanmasını gerektirir.

Tarih boyunca her siyasal veya düşünsel sistem, kendi iddialarını “hak” olarak sunma eğiliminde olmuştur fakat bu iddianın geçerliliği, dayandığı kaynağın niteliğiyle doğrudan ilişkilidir. Hakikat yanlış yerde arandığında, bâtıl çoğu kez hak suretinde topluma sunulur.

İşte bu nedenle hak ile bâtılı ayırt etmek, yalnızca insani bir sorumluluk değil aynı zamanda insanın varoluşunu ve toplumun geleceğini korumak açısından yaşamsal bir zorunluluktur.

Tarihin bize söylediğine göre, her beşerî düzen bir gün ömrünü tamamlar, çünkü zamanın hükmünden kaçış yoktur. Baki olan yalnızca Hak’tır. Asıl felaket, insanın hakikati arama azmini yitirmesidir. Hak hep oradadır fakat çoğu kez insan onu görmezden gelir. Hakikat bir hazine gibidir: Tıpkı hazinenin üstünde oturup sefaleti yaşayan bir yoksul gibi; ya da unu-yağı-suyu elinde olduğu hâlde ekmek yapmayı bilmediği için aç kalan birine benzer. İşte budur Müslümanın bugünkü hâli.

Çürüyeni geri döndüremezsin; sızlanmayı bırak, yeniden inşa et. Çünkü yeni bir düşünce sistemi kurmadıkça, toplum olarak aynı enkazın altında ezilmeye mahkûm kalacağız. Hak unutuldukça, değeri anlaşılmadıkça, hakikate dayalı yeni bir düzen de inşa edilemez; mevcut enkazın üzerinde sahnelenen yeni oyunların yalnızca seyircisi olarak kalmaya devam ederiz.

Tabiri yerindeyse, kimileri sınırlı beşerî tecrübeleriyle tenekeden sistemler kurar, yüzyıllarca sürdürür ve sonunda yıkılır; biz ise hakikatin hazinesi üzerinde oturup hâlâ bir düzen kuramamanın acziyetini yaşarız. Böylece gülünecek hâlimize ağlar, ağlanacak hâlimize de gülmek zorunda kalırız.

Çünkü modern dünyada, inandığımız Kitap Kur’an’ın ilkelerini henüz sistematik bir bütünlük içinde kavrayabilmiş değiliz. Bu eksiklik, yaşamla uyumlu ve bütünleşen bir model kurmamızı güçleştiriyor. Böyle olunca kendi inancımızdan beslenen özgün bir düşünce geleneği geliştiremiyoruz; bunun yerine, başkalarının tarihsel ve kültürel tecrübeleri düşünce dünyamızda belirleyici hâle geliyor ve toplumsal yaşamımızı da yönlendiriyor. Siyaset ise rejimi ele geçirenlerin elinde “politik oyunlar” olarak sahneleniyor.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *