Kûfelilerin söz ve tutumu, neticede tarihi bir anekdot olarak kalmış, olmuş bitmiş bir hadise değildir. Her çağda, her mekanda farklı varyantlarla tekrarlanan bir olgudur. Kişi değil, ‘kişilik’ ile ilgili bir durumdur. Beşer, elbette ‘takvası da, fücuru da ilham edilmiş’ olarak ve bununla bırakılmayıp vahiy ve elçilerle kılavuzlanıp saptırıcılara karşı da uyarılarak, ‘kim daha iyi işler işleyecek’ diye sınanmaya tâbi tutulduğu bu dünya hayatında ‘günahın mümkünlüğü’ de hesaba katılarak olası böyle vakıalarla karşı karşıya gelecektir.
Mustafa Bozacı
Muharrem ayındayız malum… Hikayesi de farklı rivayetlerle örülmüş… Biz hikayenin aslına değil faslına bakıp gereken dersi almakla mükellefiz.
Lakin işte o ders yeterince ve hatta hiç mesabesinde alınmayınca benzeri olaylar cereyan etmekte ve çok büyük orandaki benzerlikte aynı sonuçlar da tahakkuk etmektedir. Aynı sebepler aynı sonuçları doğurmaktadır, doğal olarak. Ne demişler; aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek, akılsızların/delilerin işidir!
Mesele sadece bir ‘anma’ derekesine indirgenince, tarihsel olgu aynıyla; kişileri, yeri, olguları, zamanı vb. hususlarla sınırlandırılıp anakronik olarak okununca elde avuçta bir ‘avunma’ neticesinden ve ‘vicdan rahatlatma, kendini tatmin’ olgusundan başka da bir şey kalmıyor! Yani, kısaca bizler o yaşanan olayları ve olguları günümüze içeriği ve yansımaları, izdüşümleri ile alıp tahlil etmezsek, günümüz benzeri durumlarına da çözüm üretemeyip aynı sonuçlara mahkum kalacağız. Firavun öldü, ama unutmayalım firavunluk sürüyor! Ebu Cehil öldü ve fakat cehalet çağlar aşıyor! Tarihin hangi zalimine ve zulmüne, peygamber kıssalarındaki her bir ayrı örnekteki imge, simge ve rollere bakılsa bakılsın, değişenin sadece isimler ve cisimler, mekanlar ve zamanlar olduğu çok açıkça görülebilecektir. Olgular tekrarlanıyor, gel gör ki okumalar güncellenmiyor. Hala tağut, Bel’am, Samiri, Karun, Nemrut, münafık ve müşrik nam meşhur isimler, dahası firavun tarihi rollerinde, bir türlü günümüze taşınmadan, oldukları hal üzere taşlanıp küfredilerek, kötülüğün salt ve tek mümessilleriymişçesine lanet okunup geçiliyor! Bir misyon örtüştürmesi, kötülüğün farklı isim ve biçimlerdeki güncel renk ve dokuları, ifsadın yeni türleri kale alınmıyor, hesaba katılmıyor. Zira hesap hatasının ardındaki ‘mantık hatası’ görmezden geliniyor. Ya da daha doğrusu, ‘görmek, bilmek, işitmek’ ve bunların gerekleri olan fiillere odaklanmak, getireceği bedeller göze alınamadığından yokmuş gibi davranılıyor.
İşte bu sebeple ‘Kerbela’ vakıası her an ve mekanda farklı biçimlerde tahakkuk edip devam ederken, bizlere kalan ‘aşure’ oluyor!
Muharrem ayı vakıalarından, tarihsel anekdotlardan en meşhur olanı ve bize de vakit olarak yakınlığıyla başlıktaki işte bu ‘Kerbela’ hadisesini gündemimize alıp irdeleyelim istedik. Bakalım payımıza neler düşecek? Yalnız ‘Kerbela’ hadisesi derken biz olayın tarihsel içeriği, sebep ve sonuçları üzerinde değil de alınacak hissesi ve buradan yapılacak analojik okuma üzerinde durmak istiyoruz.
Birileri bu sayede ‘paye’ alırken birilerinin payına da ‘paylama’ düşsün!
Hikaye malum, ayrıntısına gerek yok, Yezid ile Hz. Hüseyin arasında gerçekleşen bir meşru hilafet tartışması ve bunun gaspı hikayesi. Ancak gelgelelim yaşanmış bu tarihi vakıadan akıllarda kalan, kulaklara küpe olup dillere pelesenk kılınan, bir vecize, bir atasözü mesabesinde tarihe kayıt düşülmüş ifade; ‘Gönlümüz seninle, kılıçlarımız Yezid’den yana!’ ifadesidir.
Kûfeliler’e atfedilen bu ifadede önemli olan, takdir edersiniz ki bir zamana, bir kavme, bir coğrafyaya, hatta bir kişiye ait olması değildir. Önemli olan kişilik izharı, tıynetin ifadesi, insanlıktan bigane kalış, hak ve hakikatin teslimi yerine çıkarın, belki -yersiz- korkunun (Korkunun ‘yerli’si mi olur demezsiniz, değil mi? Zira fareden de korkmak olası, aslandan da! Asıl sakınılması, korkulması/azabından çekinilmesi gereken; yaratıcı ve hesaba çekecek olan olarak ‘Fatır 28 / Bakara 40 / Âl-i İmran 102 vb.’ yalnız ve ancak Allah’tır.), güce tapınmanın, edilgenliğin, zalime/zulme meyil ile zalimlere dönüşümün, hak ile batıl arasında yanlış tercihin, heva ve hevesin, nefse tapınmanın, şeytan ve avanesinin adımlarını izlemenin vb. yansımaları, tezahürleri olarak okunması gereken, fıtrata yabancılaşmanın, ahiretteki hesabı unutmanın, dünyanın geçici faydalarına tav olmanın sonuçları…
Hatta bu tarafgirlikte, yanlış tarafa, güce boyun eğerek, ram olmada bir malumat daha aktarılır ki, o da, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki hilafet çekişmesinde, Muaviye’nin bir Kûfeli’ye, yaşanan bir olay akabinde, git, bunu Ali ve taraflarına anlat, Muviye’nin yanında ‘Allah’ın erkek develerine dişi diyecek kadar sadık on binlerce adamı var!’ de, demiş olmasıdır. Burada vurgu kör, sağır ve dilsiz kesilmiş, kalbi körelmiş olmaları, bağnazlaşmalarıdır! Ve bu anekdot, tarihi gerçekliği bir tarafa, asıl mevzumuz olan ‘Kerbela’ hadisesine giden süreci göstermesi, ona analık etmesi anlamında manidardır.
Bu tarihsel, zamanlama olarak ilk/öncü vakıaya (gerçekliği tartışmalı da olsa verdiği mesaj açısından değerlendirdiğimiz Hz. Ali ile Muaviye arasındaki…) Kûfeliler’in o ifadeyi söylemelerine zemin hazırlayan, o sonucu doğuran ve besleyen, onları ‘kanaralaştıran’ bir muharrik olay, bir süreç olarak bakılmalıdır.
Ben, müsaadeniz olursa bu durumu iki analojik okuma ile sürdürmeyi, dikkatlerimize sunmayı ve genele rağmen oluşmuş kanıksama halini aşıp bir kenarından köşesinden başlayarak bize düşen hisseyi alıp gereken dersi çıkararak sonraki süreçlerimiz için bir muharrik etmen, bir ivme vesilesi kılabilmeyi diliyorum.
İlki ve hemen hepimizin gerekli/olması gereken bakışla yapabileceğimiz, kabil-i kıyasla ulaşabileceğimiz bir netice olarak Kerbela vakıasının günümüze taşınabilecek -pek çokları meyanında- son ve güncel örneği ‘Gazze’de işgal çetesi ve işbirlikçilerinin’ başlatıp sürdürdükleri, tarihin insanlıktan nasibini almamış taifelerinin utanmadan, sıkılmadan, hiçbir şeyden -Allah’tan da- korkmadan yineledikleri bu zulüm olsa gerektir! Bir farkla ki bu örnekte saflar da Kerbela meselesine göre, gören göze, kalbi körelmemiş olana ayan beyan açık ve daha net iken…
Bu ilk okumamız, mukayesemiz daha üst örnektir ve genel bir çerçevesi var… Ümmete bakan yüzü var, kişilere, parça devletlere de bakan yüzleri olduğu gibi. Bugün Gazze; şanlı direnişiyle, kıyamıyla, zulme cansiperane ve her türlü kuşatmaya ve terke rağmen karşı koyuşuyla tam ve aynıyla bir hak temsiliyeti, mümeyyiz vasfı, Kerbela direnişindeki adanmışlığı, liyakati, samimiyeti, çağlara uzanan bir sadakat örnekliğini îfa etmektedir. İşte meselenin asıl boyutu da Kûfeliler’in her şeyi görüyor, biliyor olmalarına rağmen, kimi satılmışlıktan, kimi paylanmaktan korktuğundan, kimi çıkardan, kimi dünyevî paye peşinde koşmaktan, kimi heva ve hevesine kapılmaktan, kimi şeytanın iğve ve çeldiricilerine aldanmaktan, ama tümü de yersizce bir ümniye peşinde ‘Gönlümüz senden yana, ama kılıçlarımız Yezid’den yana!’ diyebilmişlerdir. Tarafını satmış, yanlış tarafa ‘tek yekun içinde’ yazılmış ve çizilmişlerdir. Pekiyi ‘baki kalan hoş sada’ kime ait kalmıştır! Kendileri bu ahde vefasızlıkları, ahidlerini bozmaları, batıla destek çıkmaları, zalime/zulmedenlere meyletmenin ötesinde bizatihi destek olmaları hasebiyle nasıl anılmaktadırlar? Şan ve şerefi kimin yanında aramışlardır? Pekiyi ‘Bulmuşlar mıdır?’ Elbette, hayır! Dahası -Allah’ü a’lem- bu hallerde genel geçer bir vaîd olarak ötede kendilerini bekleyen akıbete karşı korunabilecekleri bir durak, sığınabilecekleri bir makam var mıdır? Yine istisna olarak ‘nasuh tevbe ile kendilerini düzeltenleri’ zikretmekte yarar vardır! Üç günlük dünya için bu alışveriş, takas değer mi?! Bu misal İsrailoğulları’nın elçilerine dediklerine de ne kadar benziyor değil mi: ‘Musa sen haklısın, ama karnımızı firavun doyuruyor!’…
Şimdi mukayesemiz için dedik ya bu Gazze örneğinde, taraflar daha net; bir tarafta Müslüman bir ahali var. Karşısında zalim, müşrik, küffar ve füccar bir taife ve işbirlikçileri… Bir tarafta hak bir dava (bu din özelinde can, mal akıl, nesil emniyeti de dahil edilebilir bir boyuttadır), diğer tarafta ise batıl bir yönelim (işgalden, soykırıma değin esasında İslam’a savaş açmış)… Hal böyle iken, saflar bu kadar net iken; hal ve gidişata bakalım, süreci gözleyelim, taraflara odaklanalım, at izi it izine değil, it izi de it izine karışmış bir durumda! Algılar dumura uğrayınca, nekahat ve sarhoşluk hali, uyuşturucuların verdiği uyuşukluk ve umarsızlık tavan yapmış! Bir avuç coğrafyaya sıkıştırılmış Müslümanlar (Güya mazluma dini de sorulmazdı!), dört tarafları aynı dinden, genellikle de aynı ırktan insanlar ile çevrili iken üstelik, nasıl bu denli zulme, soykırıma maruz kalabiliyor, akıl sır erecek gibi değil! Bu nice bir başkalaşım, nasıl bir idraksizlik, iz’ansızlık, insafsızlıktır?! Bu ne menem bir ‘imansızlık’tır?! Bu Kufeliler’in tutumunu da aşacak bir sapma ve savrulma değil midir?!
Haydi buyurun aşureye! Zillet içindeki, ölmüş de haberi olmayan -zira irkilme melekesi dahi kalmamış- İslamlığı bırakın insanlıktan bîhaber bu kitle için helva kavrulsa yeridir! Gerçi bu yığınların, devasa kütlenin (içi, içeriği boş, hava dolu!) albenili, katkılı, boyalı, gdo’lu o kadar çok putu var ki yiyecek, aşureye hiç gerek de kalmıyor; acıktıkça yiyor! Bozdur bozdur harca misali; tüm değerleri, ilkeleri aşındırıp kendini ve insanlığı harcaması gibi…
Dinimiz bize ‘Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’ın dışında veliniz de yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz!’ (Hud 113) buyururken, daha ne desin?! Bu vurgu bizi titreyip kendimize/özümüze/dinimize döndürmezse, başka hangi söz ve bela bizi kendimize getirebilir ki?! Orada fedâkarane, cefâkarane, salihane… hepsinden evvel ‘muhlisane bir imanla’ cehd eden kardeşlerimiz içinse ‘Allah yolunda öldürülenlere, ‘ölüler’ demeyin, onlar diridirler de siz ‘ŞUURUNDA’ değilsiniz!’ (Bakara 154) vurgusu esasen, tekrar, bizleri başımızı iki elimizin arasına alıp kendi halimize üzüleceğimiz bir muhasebeye itmeli! ‘Şuur mu dediniz? Yerle yeksan, öyle bir yitik ki kimse farkında bile değil!
Haydi atıp tutalım hep beraber, sövelim sayalım; ‘vay Kûfeliler, sizi gidi siziler, hay boynu devrilesiceler, hay imansızlar, hay refiklerini satanlar, hay davaya sırt dönenler, yuh size dünyaya tapıcılar, tüh size zalimden korkup ona yaltaklananlar, yazık dinine bigane kalanlar, kahrolsun haktan, adaletten sapıp zulmedenlere meyledenler…’! Kûfeliler’e kahır okuduk da kahroldular mı?! Kahhariyelerin İsraillileri ve zulümlerini da kahretmediği gibi! Pekiyi bu bizi kurtarır mı?! Nasıl içimiz soğudu mu? Gazze (günümüz Kerbelası) için doğru şahitlik yapabildik mi, haktan, hakikatten yana her ne bahasına olursa olsun taraf olabildik mi? ‘Ümmet bilinci’ adına ufak da olsa bir adım atabildik mi?!
Bu da bize bir dert olsun!..
İkinci ve görece daha spesifik ve küçük ölçekli analojik okumamız ise ‘camia’(mız!) ile ilgili… Bu konuda yazılıp çizilenler, üstü çizilip red de edilebilir, başı sonu ekleme ve çıkarmalarla tahsis de! Bizimkisi sadece bir sitem ve yukarıdaki örneğe, aymazlığa bakılınca esamisi bile okunmaz!
Gerçi şimdi bilemedim, hangisi öncelikli, hangisi tencere hangisi kapak? Hangisi yumurta, hangisi tavuk?! Birbirlerini besledikleri, birbirlerinden geçindikleri kesin de öncelik, cürm-ü meşhut hangisinde onu kestiremedim; siz takdir edersiniz artık!
Bu ikinci(l) okumamız, rahmetli Ercümend Özkan ve onun süreci, davası uğrundaki mücadelesi üzerine olacaktır. Misyonu ve vizyonu… Bu salt bir kişisel örnek değil muhakkak, o tartışılmaz, eleştirilmez de değil! Eksiği fazlası, usulen ve uslûp hataları varsa, onlar da masaya yatırılır, tartışılır; eksiği -varsa- tamamlanır, fazlası -varsa- atılır. Neticede bir kuldan bahsediyoruz! Bizi ilgilendiren kısmı ise çağdaşımız oluşu, aynı zaman ve mekanları -üç aşağı beş yukarı- paylaşmış olmamız, bu toprakların havasını teneffüs etmemiz, aynı tarihsel süreçleri yaşamış olmamız, benzer müktesebattan beslenmiş olmamız vb. hususlar, onu bizler için önemli kılıyor; tanımak, anlamak, o davaya benzer hassasiyetlerle el-omuz vermek adına… Bu, elçilere elçilik adına ve Bakara 143. ayetin vurgusu gereği olarak böyledir. Yine Nisa 69. ayetin vücubunca, bizden istenen bir emir gereği böyledir. Zira o da ilhamını bu ayetten alıp elçilerin sahih yolunun salih, sadık, şahitliği yapılmış bir hayat ile yolcusu olmuş, o yolda sabit kadem kalmış ve emanetini bu yolda teslim etmiş bir örneğidir. Gerçi bizler için -en azından dergisi, yayınevi, tedrisatının gereği ve bunların devamlılığını üstlenme adına/fikri mirasına sahip çıkmak için- bir fazlasıdır ve bu sayılanlar da yeterli veri oluşturmaktadır, mevzubahis analojik okumamız, kıyasımız için…
Benzer mukayeseleri daha önce de yaptık. Yaptığımız gezilerde rahmetliye dönük sitayişkar ve sahiplenici, hakkının verilip anlaşılamadığı yönündeki takdirleri dinledik, işittik. Canlı tanıklıkları müşahede ettik. Onun şahitliğinin yansımalarını bizzat sahiplerinin gözlerinde gördük, jest ve mimiklerinde hissettik.
Ancak! Gelgelelim sürece, onun sağlığında ve sonrasındaki yol ayırımlarına, tabiri caizse sapmalara, ray ve hedef değişimlerine, yol yöntem başkalaşımlarına, gömlek değiştirmelere(!)… Haydi diyelim sağlığında iken oturdunuz, tartıştınız, ikna ettiniz (kendinizin neye, niçin ikna olduğunuzun izahı da önemli, daha önemli ve öncelikli), belli ki(!) başka şey gördünüz de (bu bir bilgiden kaynaklı mıdır, bu da izaha muhtaç); ayrıldınız. Bu, bir yere kadar anlaşılabilir! Lakin en azından fikri aidiyet, yol yöntem olarak mutabakat, sağlığında beraber girilen, güdülen bir süreç, hatta o kadar ki örneğin parti kurma meselesinde olanca muhalefet, sistem dışı kalma cehdi ve çabası, kelimeler ve kavramlara (mefhumlar; maalesef şimdi mevhum oldular, birileri için(!)) gösterilen hassasiyet, (ki burada münafıkça ve o karizmanın etkisi altında, bir edilgenlik neticesinde sinik kalma, yürütülen sözüm ona beraberlik hariç!), İslam’ı hakim kılma mücadelesi ne oldu da ondan sonra birilerince terk edildi, tükürülenler yutuldu, başka kanallara kanalize olundu, tu kaka olan sistem neden baş tacı edildi, neden eski-yeni Türkiye mukayesesi yapılır, yutulur oldu, sistem partileri -daha dün İslamisine bile itiraz edilirken- ak kara demeden matah oldu! Oraya devşirilmeler/devrilmeler mübah oldu, evrimcilik evrilmelere vesile oldu?! Oldu da oldu! Ama ‘maşaallah’ diyebiliyor muyuz; hayır! Hem ‘’yetmez’, hem de ‘hayır’!
Şimdi bu mukayese gereği bu hal; Kûfeliler’in ‘Gönlümüz senden yana, ama kılıçlarımız Yezid’in emrinde!’ söz ve tutumundan farklı mı Allah’ınızı severseniz?! Bu ne derdi, ne davasıdır?! ‘Dün dündür, bugün bugün!’ meşhur söylemine mi kaldı bizim eski çamlarımız?! Bardak oldular da pekiyi, bardak olarak kalabildiler mi?! Kalabilecekler mi?! Yoksa, ‘dön baba dönelim’ mi?! Ne olsa geçer mi?! Gardıropta kaç gömlek var?! İnsanın bir çizgisi, bir omurgası olmaz mı? Bu kadar esneklik/yumuşaklık yol mudur, yolsuzluk mu?! Zemherilerde direngenlik(!), pastırma sıcaklarında eriyip buharlaşma ve başkalaşım; izahı var mı?! Yoksa o zemherilere turnusol kağıdı mı demeliydik; olanı açığa çıkaran?!
Söz meclisten içeri! Eğer bir hadsizlik, aşırılık görüyorsanız, biz altını çizdik, siz üstünü çizin, bize geri iade edin! Sitemlerinizi de ekleyebilirsiniz! Elbette bir kısım kopuşların farklı sebepleri de olabilir ve bunların bir kısmı haklı da olabilir! Dahası o fikri mirasa sahiplik iddiasındaki bizlerin de ihmal ve ihlalleri olmuş olabilir. Ancak, bu halde de dosta düşen ‘uyarmak’, eksiği tamamlamak üzere katkı sağlamak (maddi-manevi), fazlalıkları izale etmek değil midir?! Ondan sonra ‘Siz ne yaptınız, ne yapıyorsunuz?’ diye sorma hakkı doğsun!
Bir de ‘Rahmetli yaşasaydı, o da burada olurdu!’ gibi kendinden menkul, kendi başkalaşımlarını onun üzerinden meşrulaştırmaya çalışmak şeklinde, bu arada ona değer verdiğini zannederek aslında onu itibarsızlaştırdığını dahi fark ve idrak edememek hal-i pür melali, bilmem ki nasıl bir yabancılaşmadır, nice bir algı yanılsamasıdır.
Onun mücadelesi neydi, niçindi, niçin Kûfelileşmemişti?! Bu Kûfelileş(tiril)enler(!) neyin peşinde, kimlerin değirmenine, ne adına su taşıdıklarının farkına vardıklarında, umarım çok geçmiş olmaz! Akşamın ufkunda dönülebilecek vakti, dirayeti ve mecali bulabilirler umarım! Nice ricali o devşirmelere kurban ettiler, ediyorlar zira! Belli ki yaşananlardan ders almak bir tarafa birilerine işin ‘küfe’si kalmış, dert onu doldurmak olmuş! Aşureler oralardan kalan bir adet olarak, derde de, derse de deva olmuş!
Bu da hepimize ders olsun!
Kûfelilerin söz ve tutumu, neticede tarihi bir anekdot olarak kalmış, olmuş bitmiş bir hadise değildir. Her çağda, her mekanda farklı varyantlarla tekrarlanan bir olgudur. Kişi değil, ‘kişilik’ ile ilgili bir durumdur. Beşer, elbette ‘takvası da, fücuru da ilham edilmiş’ olarak ve bununla bırakılmayıp vahiy ve elçilerle kılavuzlanıp saptırıcılara karşı da uyarılarak, ‘kim daha iyi işler işleyecek’ diye sınanmaya tâbi tutulduğu bu dünya hayatında ‘günahın mümkünlüğü’ de hesaba katılarak olası böyle vakıalarla karşı karşıya gelecektir. Asla ve usule tâbi olarak bizler, tüm risalet tarihinin benzer anlatıları/öğretilerinden alınacak dersler gibi ittika ve salihane bir duruşla bu tekrarlanan gel-gitlerden, akıntı ve boranlardan korunabiliriz. Bir ve beraber olarak… Sırat-ı müstakim üzere kalarak…
Sonra aşurelerin tadına bu dünyada hep beraber varabilelim ve ondan kat be kat güzellerini, zahmetsizce, ötede, Rabbimizden umabilelim…













Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *