Seni de Vururlar İsrail!

Seni de Vururlar İsrail!

İran, İsrail denilen kan içici aygıtın yenilmezlik algısını tarumar etmiş, açıkça İsrail’i vurmuştur. Bunun da ötesinde, gerçekte İran İsrail’in şahsında ABD’ni ve Batı rejimlerini vurmuştur. İsrail’e çekilen silah bütün putperest batı uygarlığına doğrultulmuş demektir.

İsrail’in Savaşı

13 Haziran 2025 Cuma gecesi, İsrail’in, İran üzerinde planlanan yıkım savaşını harekete geçiren saldırıları başlattığı tarih olarak kayıtlara geçmiş bulunmaktadır. İsrail, işgal etti(rildi)ği topraklarda zaten Gazzeli Müslümanlarla, Hamas’la ve Lübnan Hizbullahı ile savaş halindeydi. İsrail aslında iyi ve güzel olan her şeyle savaş halindeydi. İsrail İran’la uzun süreli bir ateşkes anlaşması imzalamış gibiydi. Yeni saldırıyla, var olan İran cephesi aktif hale getirilmiş oluyordu.

İsrail kurulduğu günden beri sadece Müslümanlarla savaşmaktadır. O, bu savaşa mecburdur çünkü varlık sebebi budur, Müslümanlarla savaşması ihtiyaçtandır. İsrail’in yazılımı İslam’a mutlak bir kin ve düşmanlık besleyecek tarzda yapılmıştır. İsrail’i var eden Avrupa ve Amerika, yazgısını böyle yazmıştır. İsrail’de üslenmiş olan kan çetesi, Tevrat’ta savaş, öldürme, tek tek veya toplu halde imha, yakma-yıkma, çoluk-çocuk demeden en vahşi şekilde yok etme emirlerini Müslümanlara tatbik etmektedirler. Siyonist Yahudiler için en iyi Müslüman ölü Müslümandır fakat çoluk-çocuk, kadın-erkek ayrımı yapmadan Müslümanları öldürmek, yok etmek Siyonistleri tatmin etmemektedir. Öldürürken de olabilecek azami acıyı tattırmak, hapisteki mahkumlara eşi benzeri görülmemiş işkenceleri yapmak esastır.

Allah ‘halife’ sıfatıyla insanı yaratırken meleklerin lisanıyla insanın kan dökücü, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıcı, ekini ve nesli ifsat edici vasfını haber vermesinin ‘tevili’, İsrail denilen kudurgan çetenin yaptıklarıyla ortaya çıkmıştır. Şu var ki, Müslümanlar olarak Allah’ın, insanın bozgunculuğunu bildiren tebliği ile Allah düşmanlarına, bizim bilmediğimiz ama Allah’ın bildiği düşmanlara karşı besili atlar hazırlamamızı emreden emrini birlikte tilavet etmemekle en büyük hatayı işlemiş bulunuyoruz. Allah’ın uyarılarını kaale almamanın, Rasûlullah’ın Yahudilere karşı güttüğü siyaseti sünnet edinmemenin bedelini kanımızla, canımızla, birliğimizi ve dirliğimizi kaybetmekle ödemekteyiz.

‘Öldürmek’ deyince Yahudi terör örgütünün aklına neden Müslümanlar gelmektedir? Yahudilerin Müslümanlara olan bu kin ve düşmanlıklarının kökeninde ne yatmaktadır? Dünyada her kavim Yahudilere el bebek-gül bebek muamelesi yaptı da sadece Müslümanlar mı kötülük yaptılar? Bunun cevabı oldukça basit ve dolambaçsızdır. Benî Nadîr, Kaynuka, Kurayza ve Hayber vakaları Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te nükseden Yahudi fırsatçılığının cevabıydı ve bunların hiçbirinde Yahudilere hak etmedikleri bir muamele yapılmamıştı.

Siyonist Yahudilere, “Müslümanlar Yahudilere zulmetmediler. Osmanlı devleti Endülüs’ten kovulan Yahudileri harîm-i ismetine katarak yurt sahibi yaptı, can ve mal güvenliği sağladı” gibisinden açıklamalar yapmak kör, sağır ve dilsiz birine söz anlatmak gibidir, beyhudedir. Yahudiler -çok nadir olan mutedilleri müstesna olmak üzere- cibilliyetleri gereği İslam ve Müslüman düşmanıdırlar. Yirminci yüzyılın başında Yahudilere bereketli Filistin topraklarını bahşeden İngiliz-Fransız ortaklığı, Yahudileri çok sevdikleri için değil, İslam’ı çok sevmedikleri için bunu yaptılar. Çünkü İngiltere ve Fransa’nın amacı, tamamen İslam beldelerinden oluşan, ‘Ortadoğu’ adını verdikleri, dünyanın göz bebeği değerindeki bölgede hükmedici üstünlüğü ele geçirmekti. Bu hedefe ulaşmanın en güvenlikli yolu ise ‘Ortadoğu’ adındaki İslam yurduna İsrail adındaki Siyonist mayın şebekesini döşemekti. Ve döşendi.

İkinci dünya savaşından sonra büyük şeytan Amerika da (küçük şeytan İngiltere’dir) oyuna dahil oldu. Böylece AB ve ABD İsrail’i Ortadoğu’da İslam’a ve Müslümanlara karşı bazen kurşun, bazen bomba, bazen tank, bazen füze, bazen savaş uçağı olacak şekilde konumlandırdılar. İsrail batılı ülkelerin Filistin’deki her şeyleridir. Batılı ülkelerin ‘her şeyi’ olan İsrail’in İran’a savaş açmasında şaşılacak bir durum olmasa gerektir.

Batının kuduzu olan İsrail’in İran’a saldıracak kadar gözünün dönmüş olması sıradan bir olay değildir. İsrail Batı uygarlığı adına iş yapmaktadır, batının kiralık katilidir; bunu da en güzel şekilde Almanya Başbakanı Friedrich Merz dile getirmiştir. Özet olarak, İsrail bizim kirli işlerimizi yapıyor diyen Almanya Başbakanı görüşünü şöyle açıklamaktadır: “Bu, İsrail’in hepimiz için yaptığı kirli bir iş. Bizler de bu rejimin [İran’ın] kurbanlarıyız. Bu molla rejimi dünyaya ölüm ve yıkım getirdi.” Başbakan Merz, geri adım atmaması ve müzakere masasına dönmemesi halinde İran’ın nükleer programının tamamen yok edilmesinin gündeme gelebileceğini söylemekle, Trump’ın yapacaklarını haber vermiş oluyordu. Dişleri gıcır gıcır eden Almanya Başbakanı İsrail ordusunun bunu tek başına başaramayacağını, gerekli silahlardan yoksun olduğunu belirtiyor ve silahların adresini vermeyi de ihmal etmiyordu: Amerikalıların elinde bu silahlar mevcuttur!

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise, İsrail’in İran’a saldırısıyla başlayan çatışmaya ilişkin, “Kimse atom bombasına sahip olan bir İran’ın teşkil edebileceği riski göz ardı etmemeli. Bu gerçek bir risk, gerçek bir tehdit. İsrail’in güvenliği, bizim için stratejik bir mesele. İran, İsrail’e yönelik varoluşsal tehdit oluşturuyor. Enerji veya sivil altyapılara, sivil halklara yönelik devam eden saldırılar kesinlikle durdurulmalı, hiçbir şey bu saldırıları haklı çıkarmıyor.” diyordu. Gayri müslimlerden adalet ve insaf beklenemeyeceği için o da İsrail’i nazarlardan korumakta, bütün tehlikeyi İran’a atfetmektedir.

Almanya Başbakanı, dünyaya ABD’nin ve İsrail’in değil de İran’ın ölüm ve yıkım getirdiğini söylemeyi acaba Hitler’in fırınlarda Yahudileri yaktığı rivayetinin uydurma bir habere dönüşmesinden duyduğu endişeye mi borçluydu? İsrail’in batılılar adına Doğu’da en pis işleri yapmak üzere imal edildiğini en başta ABD’nin peşrevlerinden anlamayanlar bilinçleri dumura uğramış zavallılardır. Şu var ki yok olma sürecine çoktan girmiş bulunan ABD’nin tecrübeli Başkanı sanki Siyonist para babalarıyla Amerika devleti arasında sıkışmışlığın verdiği kabız halinin sivilceleri gibiydi.

İran Neden Hedeftedir?

İran neden küresel çetenin bir numaralı hedefidir? Bu sorunun cevabı 1979 yılında İran’da ne olduğunu itiraf etmeye bağlıdır. İran halkı İmam Humeyni’nin öncülüğünde, genelde batının özelde ABD’nin kulluk sisteminden çıkıp, Allah’ın kulluk sistemine katılma iradesiyle ‘İran İslam Cumhuriyeti’ adında yeni bir rejim kurdu. ABD’nin başını çektiği küresel cahiliye sistemi böyle bir devrimi kabullenemezdi. Çok geçmeden (4 Kasım 1979 günü) İran’da Amerikan büyükelçiliği işgal edildi. Bir kısmı CIA ajanı olan altmıştan fazla personel rehin alındı ve yaklaşık on beş ay tutuldular. Bu, ünlü(!) ABD kibrine indirilmiş okkalı bir şamardı.

İran İslam Devrimi, ABD’nin ‘Sünnî’ Saddam Hüseyin vekaletinde açtığı savaşa sekiz sene dayandı. Savaşanlar ne Amerika ne İngiltere ne de İsrail’di; bilahare ABD’nin giyotinle idam edeceği ‘Sünnî’ Saddam Irak’ı ile, 87 yaşında yatağında ölen Şii Humeyni’nin İran’ı idi. Çiçeği burnunda İran rejimi yıkılmadı, savaştan daha da güçlenerek çıktı.

Öte yandan 1987 yılında hac için Mekke’ye giden İranlı hacılar Suudi yetkililerden resmi izinli olarak Mekke’nin Ba’se bölgesinde Mescid-i Haram istikametinde ‘Müşriklerden beraet’ adıyla bir yürüyüş tertiplemişlerdi. İranlı hacılar, başka pek çok ülke hacılarının da katıldığı eylemin adını ‘Müşriklerden Beraet’ olarak koymuşlardı. ABD’ne ölüm, İsrail’e ölüm, Komünist Rusya’ya ölüm’ en belli başlı sloganlardı. Fakat Amerika işbirlikçisi Suudi yönetimi İranlı hacılara tuzak kurmuş, demir çubuklarla, çivili sopalarla, taşlarla saldırmışlar, gerçek mermilerle hacılar üzerine ateş açmışlardı. Bu büyük arbede yüzlerce İranlı hacının ölümüyle sonuçlanmıştı. Bu eylemin sembolik anlamı çok büyüktü. Asırlardır belki de ilk defa hac, arındırıldığı siyasi kimliğine yeniden kavuşturulmuştu. Olayın şekli, Kâbe yanında Müslümanların Mekke müşrikleriyle yaşadıkları arbedeyi andırıyordu. Buna rağmen ‘Vahhabi’ ve Osmanlı düşmanı olması dillerden düşmeyen Suudi yönetimi makbul, İranlı hacılar ise menfurdu. İranlı hacıların bu eylemi küresel küfür sistemine dikkat çekmek, bu sisteme koşulsuz destek veren, ABD’ne ve batıya gönüllü kulluk yapan, başta Suudi hanedanı olmak üzere tüm ‘Müslüman’ ülke halklarının bilinçlenmesine, ABD-Siyonizm eksenindeki velayetlerini yırtıp, velayeti sadece ve sadece Müslümanlara hasretmek için bilinç ışıkları yakma amacına matuftu. ABD öncülüğündeki küresel çetenin, İslam ümmetini ölüm uykusundan uyandırıp, yeniden diriliş sürecine girdirmek için çabalayan İran’a tahammül edemeyeceği aşikardır.

Burada, İran’a batılı ülkeler kadar hatta onlardan da fazla düşman kesilen, “İsrail dursun, İran’a bakalım” diyen, her fırsatta İran’a lanetler okuyan, Siyonistlere yapmadıkları küfürleri İran halkına yapan kimselerin tutumlarına da kısaca değinmek gerekmektedir. Öncelikle belirtelim ki, İran’ın sırf ‘İslam’ nedeniyle batının hedefinde olduğunu anlamayan insanlar konuya nüfuz edememişler demektir. İran’ın siyasetteki doğrularına sahip çıkmak, küffara karşı İran’ın yanında durmak, Şia akidesini, Şia fıkhını, Şia’nın din anlayışını bir bütün halinde benimsemek anlamına gelmemektedir. Bu ilke bütün diğer Müslüman topluluklar için de geçerlidir. Şia’nın yanlışlarını ve şirk içerikli inanç ve amellerini bildiğimiz gibi, ‘ehli sünnet’in şirk içerikli inanç ve amellerini de çok iyi bilmekteyiz. Hiç kimsenin doğrularının hatırına, yanlışlarına da sahiplenmek mecburiyetinde değiliz. Eğer ki Müslüman kanı akıtmayı ibadet sayan düşmanın saldırdığı vakit, saldırı altındaki Müslümanların hatasını sayıp dökmek vazifemiz ise, iki milyara baliğ olmuş İslam dünyasında, Müslüman sayısı kadar hata, kusur ve ‘günah’ bulmamız mümkündür.

İran halkı Şii olduğu için değil, Müslüman olduğu için batılıların gözünde kötüdür. İran halkı 1979 Şubatından beri bedel ödemektedir. (Hatta bedel ödemenin tarihini Humeyni’nin İran Şahını İsrail’le ilişkileri kesmesi için oldukça sert biçimde uyarması üzerine başlayan 1963 yılı ’15 Hordad Kıyamı’ gibi olaylara kadar götürebiliriz). Amerika yönetiminin ve diğer batılı ülkelerin damarlarındaki kan niteliğinde olan Siyonizm nazarında yegâne düşman İslam’dır. Ama Amerika, İslam’ın adını bile anmayıp, mesela komünizmi en büyük düşman göstermekte, Müslümanları da komünizmle mücadele ettirmekte oldukça mahirdir. Akıl, İslam karşıtlığında düşmanın ırk, renk, vatan, mezhep, meşrep farkı gözetmediğini adeta dayatmaktadır. Türkiye’nin resmi siyasi unvanı Türkiye İslam Cumhuriyeti olsaydı dünya Siyonizminin İran’a olan öfkesinin tıpkısı hatta daha fazlası ona yönelecekti. Bugün eğer Türkiye İran gibi Siyonizmin hedefinde değilse, bunu batının ‘dostu/müttefiki’ olmasına borçludur. Avrupa Birliği’nin kapısında gözü yaşlı bekletilen Türkiye’nin NATO’nun kapısında güvenlikten sorumlu jandarma gibi görevlendirilmiş olması nedendir acaba?

Türkiye’de rejim tasada kıvançta NATO ile ortak, ABD ile stratejik müttefiktir. Bunun din diline tercümesi, NATO ve ABD ile iman ve amel birlikteliğidir. Haziran ayında Lahey’de düzenlenen NATO toplantısı vesilesiyle konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aynı cümle içinde, İran’la İsrail’den “taraflar”, ABD’den ise “stratejik müttefikimiz”, başkanından da sık sık “dostum” diye bahsetmesi, bu ‘din dili’nin teyidi sadedindedir. Batılı ülkeler ve hepsinin sözcüsü, NATO Genel Sekreteri’nin ‘babacığı’ Trump’ın Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını yere göğe sığdıramayan taltifkâr sözleri bir yönüyle sahici, bir yönüyle de tam bir tuzaktır, taktikseldir. Sahicidir çünkü batılılar, dinini siyasete karıştırmayan muhafazakarları sevmektedirler. Taktikseldir çünkü laik rejimin başkanının sırtını sıvazlayarak, Türkiye gibi bir ülkeyi batı medeniyetinin rayları üzerinde tutmayı sürdürmektedirler. Aksine bir hareket olduğunda, yere göğe sığdırılamayan stratejik müttefikin yerini, Barış Pınarı Harekâtı vesilesiyle yazılan mektuptaki üsluba bıraktığı herkesin hafızasındadır.

Kısacası, İran’ın İsrail’i füze yağmuruna tuttuğu demlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan da yoğun diplomasi trafiği yürütüyor, tarafları itidale davet ediyor, bölge ülkelerinin yeni bir savaşa tahammül edemeyeceğini, tansiyonun düşürülmesi ve diplomasi için alan açılması gerektiğini, Suriye ve Irak’ın bu çatışmalardan uzak durmasının önemli olduğunu hatırlatmakla yetiniyordu. Bu satırlarda İsrail’in nasıl meşruiyetten pay sahibi kılındığına dikkat etmek gerekmektedir.

İran Siyonizmle Mücadele Etmektedir

İnsan türüne ait olup olmadıkları tartışılacak kadar vahşileşmiş Siyonistleri düşman bilmek, buna ilave olarak hiçbir İslam düşmanına sevgi beslememek ve kafirlerle velayet kurmamak uğrundaki bir çaba hangi Müslümandan gelse değerlidir. Hamas başta olmak üzere dünyadaki birçok İslamî grup ve teşkilatın Müslümanlara dost, kafirlere düşman olması daha da kıymetlidir. İran çapında bir devletin en baştan beri Siyonizme karşı verdiği mücadele ise paha biçilmez bir öneme sahiptir. İran İslam Cumhuriyeti kurulduğu günden beri -her Müslümanın olması gerektiği üzere- İsrail’e düşman, Filistin’e dosttur. İçimizdeki sözde ‘ehli sünnet’ sevdalılarının iddiasına bakarsak, İran’ın bu çabası bir Şii hilali oluşturma çabasına yöneliktir. Bu iddianın hakikati yansıtmadığı, aksine şeytanın fısıldadığı bir yaygara olduğunu gösteren birçok delil vardır. En başta teslim edilmelidir ki Şii İran 1979 yılından beri İsrail’i Siyonizm yaftasıyla damgalamış, Sünnî Filistin’in mücadelesini kendine dava edinmiştir. İmam Humeyni’nin inisiyatifiyle Ramazan ayının son Cuma’sı ‘Dünya Kudüs Günü’ olarak ilan edilmiştir. ‘Şii Hilali’ bu olayın neresindedir? İsrail’in ‘Arz-ı Mev’ud’ safsatasına doğru dürüst bir reddiye yapamayanlar İran adına bir ‘Şii hilali’ ihdas etmektedirler. İran rejimi 46 senedir herhangi bir belde halkını Şiileştirmemiştir. Hamas Hasan el-Benna’nın kurduğu İhvan-ı Müslimîn teşkilatının Filistin/Gazze’deki uzantısı olarak, Sünniliğinden hiç kimsenin şüphe duymadığı Şeyh Ahmet Yasin ve Abdülaziz Rantisî gibi Müslüman ilim ve hareket adamları tarafından İsrail’le mücadele etmek için kurulmuştur. İran bir Şii yayılmacılığı politikası gütseydi, adını andığımız kurucu öncülerden İsmail Heniyye, İbrahim Sinvar, Halit Meş’al gibi liderlere varıncaya kadar bir Şiileşme temayülünün gözlenmesi gerekirdi. En azından, andığımız lider kadrosunun, tabanlarının Şiileştiğine dair bir şikayetlerinin duyulması beklenirdi. Şii İran’ın ‘Dünya Kudüs Günü’ ihdası arkasında bit yeniği aramayan Hamas liderleri her sene Ramazan ayının son Cuma’sında İran’a giderek etkinliklere katılıyor, avazlarının çıktığı kadar Kudüs davasını haykırıyorlardı. İran’ın İsmail Heniyye’yi koruyamadığına dair çok kışkırtıcı yorumlar yapanlar, işaret ettiğimiz konuya dair hiçbir şey söylememektedirler.

İran’ı Şii hilali oluşturmakla suçlayanların, acaba sahih bir ‘hilal’ davaları var mıdır? İran İslam topraklarında Haçlı devletlerinin öncü birliği olan İsrail’le -devlet olarak- tek başına savaşmaktaysa bundan rahatsız olmak yerine sevinmek, razı ve destek olmak, hiç değilse köstek olmamak gerekmez mi? İran bu uğurda kesintisiz bedeller ödemiş, ödemeye de devam etmektedir. İsrail’e bin küsur km. mesafeden basit ve geliştirilmiş/ağır füzeler göndermek, başkentini ve Hayfa gibi şehirlerini Sünnî Gazze’de yaptıklarına benzetecek şekilde yenilmiş ekin tarlasına döndürmek Şii olmayan Müslümanlarda nasıl bir depreşme doğurmaktadır? İran’ın İsrail’le normalleşme adı altında küresel Siyonizme bîat kuyruğuna girmeme hususunda en net ülke olması bazı toplulukların kimyasını bozmaktadır. Bozulan kimya, Arap-İslam ülkelerinin normalleşme ve İbrahim anlaşmaları yapma zilletlerini ‘sessizce’ paylaşmakta, Siyonizmle barışık yaşamaktadırlar.

İran’ın Bitmeyen Danışıklı Dövüşü

Mezhepçilik de ırkçılık gibi bir fitnedir. Şia’yı yanlışlarından dolayı tenkid etmek ibadet olduğu gibi, düşmanlaştırmamak da ibadettir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı, İİT’nın İstanbul’da düzenlenen Dışişleri Bakanları toplantısında “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunun ve tefrikaya düşmeyin…” (Âl-i İmran, 103) ayetini okuma gereği duymuştur. Hemen her Müslümanın bildiği ve defalarca okuduğu bu ayeti kerimeyi, “Hepiniz (Şiiler hariç)…” diye anlamamız mümkün müdür? Allah hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılmayı ‘Sünniyim’ diyenlere emretti, Şiileri hariç tuttu diye mi itikad edeceğiz? Allah’ın muradının bu olduğunu söyleyebilir miyiz? Böyle bir anlayış herhalde en az Yahudiler kadar Kitabullah’ı tahrif etmek olur. Şia’sıyla, Ehli Sünnetiyle, Haricisiyle, Selefisi, Mutezilesi, Mürciesi, Kur’ancısı, hadisçisiyle İslam ümmeti bir bütündür. Bu cümle, ’73 fırka’nın hatalarını, yanlış tevillerini bir anda sıfırlamak, fert ve cemaatiyle bütün ümmeti pîr ü pâk yapmak anlamına gelmemektedir. Allah Teala ezelî ilmiyle ümmetinin kaç fırkaya ayrılacağını bildiği halde hiçbir mezhebi/meşrebi kapsam dışı tutmadan O’nun ipine sımsıkı tutunmamızı, fırkalara ayrılmamamızı emretmiştir. Kendini mümin ve müslim gören herkes Allah’ın ipine sımsıkı tutunmaya ve tefrikaya düşmemeye davetlidir.

Ortada bir fitne var, bu, Müslümanların tefrikaya düşmesi demek olan en büyük fitnedir. Allah her müslimi bu fitneden sakındırmaktadır. En büyük fitne tefrika ise, tefrikanın en büyük sebebi de kibir ve müstağnilik halidir. Canlıların suya ve gıdaya, insanın ekmeğe, havaya ve güneşe olan ihtiyacı gibi Müslümanın da Müslümana ihtiyacı vardır. Müminleri birbirlerine kardeş yapan, kimse değil, Allah’tır. Bize, “kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma!” (Haşr, 10) diye dua ettiren de O’dur. Bu ayeti inzal eden Cenabı Allah’ın, ayeti okuyan Şiilerin Sünnileri, Sünnilerin de Şiileri hariç tutmalarını istediğini iddia edemeyiz.

Gözlerini Siyonistlere olan husumet değil de Şii Müslüman kardeşine olan anlamsız düşmanlık bürümüş olan bazı muannitler İran’ın (devlet olarak) tek başına küresel Siyonizmle yaptığı mücadeleyi iki kelimeden oluşan ‘danışıklı dövüş’ yaftasıyla özetlemekte, bununla da bir şey yaptıklarını sanmaktadırlar. 7 Ekim sürecinde ilk başlarda savaşa fiilen dahil olmayan İran, sözü geçen muannitler tarafından vekalet savaşı yürütmekle suçlandı. Ama aynı kimselerden İsrail’in kime vekalet ettiği; ABD ve AB’nin İslam topraklarında İslam’la mücadele etmek için kimi vekil tuttukları hiç ama hiç gündem olmadı. İran Cumhurbaşkanını, Dışişleri Bakanını ve başka nitelikli adamlarını kurban verdi, ‘danışıklı dövüş’ diye yorumlandı. İsrail’e füze gönderdi, füzeleri etkisiz hale getirmek için adeta ‘danışıklı dövüş’ söylemi demir kubbeyle yarıştı. İran köprüleri yakarak bütün gücüyle İsrail’e abansa da abanmasa, kontrollü bir savaş da yapsa hep aynıydı. Kısacası danışıklı dövüş tam bir hezeyana dönüştü. 13 Haziran günü başlayan ve 12 gün süren savaş sürecinde İsrail’i delik-deşik eden İran -Genel Kurmay Başkanını, devrim muhafızları komutanını ve dokuz tane seçkin bilim adamını kurban verse de- danışıklı dövüşten başka bir şey yapmamış oluyordu. Bir kavme olan kinleri ‘Müslümanım’ diyen kişileri adaletten bu kadar ayırmamalıydı. En doğrusu ise, Müslüman Müslümana kin duymamalıydı.

İran, İsrail denilen kan içici aygıtın yenilmezlik algısını tarumar etmiş, açıkça İsrail’i vurmuştur. Bunun da ötesinde, gerçekte İran İsrail’in şahsında ABD’ni ve Batı rejimlerini vurmuştur. İsrail’e çekilen silah bütün putperest batı uygarlığına doğrultulmuş demektir. Ahmed-i Necat’ın ve başkalarının zaman zaman tekrarladıkları “İsrail’i haritadan sileriz” sözü hiç bu kadar inandırıcı olmamış, İran hiç bu kadar yok olmanın eşiğine gelmemişti. Bu söz belki birçok insan tarafından düşmana yöneltilmesi gereken bir tehdit, abartılı bir gözdağı olarak algılanmıştır. İran halkının cesur duruşu, Allah’ın da yardımı olarak İsrail, haritadan silinmesinin şaka olmadığını, içi kolayca doldurulabilecek bir uyarı olduğunu pekâlâ anlamış, yok olma korkusunu iliklerine kadar hissetmiştir. Nitekim İsrail tam da batılı patronlarına müteveccihen imdat çığlıkları atmaya başlamıştı ki, köpeksiz köyde değneksiz gezmeye alışmış ABD Başkanı B2 ağır bombardıman uçaklarını çalıştırdığı gibi, kan içici aygıtının imdadına koşmuştur. ABD uçakları on bin km. öteden gelerek İran’ın Fordo, Natanz ve İsfahan’daki nükleer tesislerini bombaladılar. İsrail şimdilik haritadan silinmekten kurtulduysa da yediği dirgeni hiçbir zaman unutmayacaktır.

İsrail’in Akıbeti

Ve gördüğün gibi, seni de vururlar İsrail! Bir gün olur senin de son kullanılma süren dolar ve tekrar, o çok layık olduğun günlere, sürgünlere, yıkımlara atılırsın. Senin de hastanelerini, yıkılmaz-sarsılmaz zannettiğin Mossad merkezini yerle bir eden yiğitler çıkabilirmiş. Senin canı tatlı kibir abidesi silindir şapkalı adamlarını kaçarken, sığınaklara sığmazlarken, hüngür hüngür ağlarlarken görebilirmişiz. Artık sana Filistin’de rahat yok İsrail. Filistin senin için bundan böyle, kendi ellerinle özene-bezene yaptığın bir iğneli fıçıdır. Seni İslam ümmetinin başına bela eden büyük ve küçük şeytanların kendi topraklarında sana yer açsınlar. Bununla beraber takdir edersin ki senin için en iyi vatan cehennemdir.

Gün gelecek İsrail, her fırsatta İran’ın büyük hatalar yaptığını dile getiren, İran’ın asla nükleer silah sahibi olmaması gerektiğine hükmedip, kayıtsız şartsız teslim olmasını buyuran ABD ve Avrupalı dostlarının, senin imdat çığlıklarını duymayacakları günler gelecektir. Her şeyin ve herkesin bir sonu var zira. ABD ile birlikte İran üzerinde kısa ve uzun vadeli planlarınız bulunmaktadır. Tıpkı Gazze, Hizbullah, Yemen ve diğer İslam beldeleri üzerinde de planlarınız olduğu gibi. Ama biliyor musun İsrail, bütün planlar sonuçta Allah’a aittir ve Kitabımız buna ‘mekir’ adını vermektedir. Sonuçta Allah’ın mekri galip gelecektir. Nicelik açısından az görülseler de size mekir yapan Müslümanlara düşen, “Rabbimiz Allah’tır deyip” dosdoğru bir yol tutturmaları ve sizden değil, Allah’tan korkmalarıdır.

***

İran hiçbir şey yapmamış kabul edilse bile İsrail’e 77 yıllık tarihinde bir ilki yaşatmıştır. İsrail’in kendisi bile ömrünün kısalığını fark etmiştir. İsrail gerçekten kalıcı değildir. Siyonist Yahudi terör aygıtı sadece öldürmekte, öldürmekte yine öldürmektedir. Yahudilerin öldürmekten başka maharetleri yoktur. İnsanlığa kinden, nefretten, düşmanlıktan başka verecekleri hiçbir değer bulunmamaktadır. Bu şartlarda İsrail’in en iyimser sonu intihar olarak görünmektedir. İsrail’in işgal ettiği bu bereketli topraklarda tek kaderi vardır, o da yok olmaktır. Sadece öldüren, sadece terör yapan, tuzak kuran, yalan söyleyen, hiç durmadan kara propaganda yapan bir aygıt ne kadar daha yaşayabilir ki? Dünyada devran hep böyle gitmeyecek, Arap-İslam ülkelerinde satılık ya da kiralık olarak istihdam edilen yöneticilerin siyasi ömürleri de bir gün dolacaktır. İsrail’in lanetli ömrünün çok uzun olmadığına dair inancımızı belli başlı iki karineye dayandırmaktayız. Birincisi, İsrail’in bizzat kendi elleriyle hazırladığı sonudur. Sadece cana kıyan İsrail’in var olması için hiçbir gerekçe bulunmamaktadır. Ona yakışan sadece kahrolmasıdır.

İkinci karineye gelince, İsrail’in Filistin’i işgalini ilk günden itibaren içine sindirmeyen, şarlatanlara boyun eğmeyen, en büyük gücün haklılık olduğuna iman etmiş bir Müslüman nüvesi teşekkül etmiştir. Şeyh Ahmet Yasin ve kardeşlerinin büyük emek verdikleri bu diriliş nesli Allah’ın izniyle, kendi ayakları üzerinde dimdik duran başak misali Müslüman-mücahid şahsiyetine bürünmüş, kendi hak davasına ölümüne sahip çıkmaktadır. Hamas’a (dolayısıyla Gazze halkına ve tüm Filistin’e) İran’ın paha biçilmez değerdeki desteği bu mücadelenin serpilmesine katkı sağlamaktadır. Artık İsrail’in güçlü, korkutucu, başa çıkılamaz olduğu algısı yer ile yeksan olmuştur. İsrail’in yenilmez düşman olduğu algısı 7 Ekim 2023 günü başlayan Gazze cihadı ve 13 Haziran 2025 günü İran’ın başlattığı on iki günlük savaşla tamamen yok olmuş, demir kubbesi gibi itibarı da kevgire dönmüştür.

Fiziki olarak tek başına Filistinli Müslümanların bile İsrail’in üstesinden gelecekleri artık anlaşılmıştır. Önemli olan, büyük şeytan ABD’nin kuracağı masalarda Siyonizmin oynayacağı nifak oyunlarının farkında olup, geç kalmadan onların oyunlarını bozacak siyasetler üretmektir. ABD şeytani bir plan olarak İran’la İsrail arasında ateşkes ilan etti. İki gün arayla Tel Aviv sokaklarına asılan afişlerde Siyonist niyet kendini gösterdi. “Yeni bir Ortadoğu için yeni bir şans;” “Yeni bir Ortadoğu için İbrahim anlaşmasının tam zamanıdır” gibi başlıklarla düzenlenmiş afişte, merkezde ABD Başkanı Trump, solunda İsrail başbakanı Netanyahu, sağında Suudi Arabistan veliahd Prensi Muhammed b. Selman bulunmaktadır. Onların çevresinde ise Mısır Devlet Başkanı Sisi, Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, Lübnan Başbakanı, Ürdün Kralı, Suriye Cumhurbaşkanı, BAE Hükümdarı, Fas, Umman ve Bahreyn yöneticileri belirli bir kıstas dahilinde ‘ustaca’ yerleştirilmiş bulunmaktadır. Bu afiş Siyonistlerin yürüttüğü savaşın öncelikli amacının ‘aile fotoğrafı’nda başkanları yer alan yönetimleri İbrahim Anlaşmaları’na ikna etmek olduğu anlaşılmaktadır. Kimi yorumcular bu afişteki kompozisyondan, Hamas’ın tamamen gözden çıkarıldığı, İbrahim Anlaşmalarıyla tamamen Siyonizmin insafına terk edilecek olan ‘Yeni Ortadoğu’da Hamas’a yer verilmeyeceği anlamını çıkarmaktadırlar.

Tüm bunlar olurken Türkiye ne yapıyor denirse, Cumhurbaşkanı, ABD Başkanı Trump’la olan dostluğunun derinliğini arz etmekle ve yoğun bir diplomasi trafiği yürütmekle meşgul. ‘The Abraham Alliance’ afişindeki aile fotoğrafında Erdoğan’ın yer almamasının türlü izahları yapılabilirse de kanaatimiz odur ki, Türkiye İbrahim Anlaşmalarını imzalamasa da İsrail’le normalleşmesini gerektiren bir durum söz konusu değildir çünkü İsrail’le ilişkileri zaten normaldir.

NATO’nun ve ABD’nin velayet ve vesayeti altında bulunan bir rejimin Filistin/Gazze davasına yapacağı bir katkı yoktur. Onların gölge etmemesi bile en büyük ihsandır.

İktibas, Temmuz sayısı yorumu

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *