Bir gün ufakken, peygamberimizin nasıl öldüğünü sordum. Hasta olmuş ölmüş, dediler. Bu bende büyük bir şaşkınlık yarattı. ‘Ne demek herhangi bir insan gibi hastalanıp zayıf düşerek ölmek, bu nasıl olur?’ diye düşünmüştüm…
Aysu Aslantürk
Kur’an’dan gelen bilgiye hakim olmadığım, onun yerine herkesin kendi mezhebinde duyduğu rivayetlere maruz kaldığım için bu aldığım yeni bilgi, önceki bilgilerimle müthiş bir çelişki yaratmıştı. Televizyondan dinlediklerim, büyüdüğüm çok mezhepli agnostik ortam ve toplum yaşamında maruz kaldıklarımın oluşturduğu bütün bu karmakarışık batılla çelişen bir bilgiydi bu: hastalanıp ölmek.
Benim inancımın geçmişinde şu var: Kur’an-ı Kerim’in Türkçe mealini baştan sona okuma fırsatı bulana kadar İslam hakkındaki bilgim ailede, arkadaşta, komşuda, okulda nasılsa bende de tüm bunların ortalaması hâlinde şekillenmişti; yani insanların Kur’an’a dayandırmadıkları tahminleri, biz öyle duyduk diye öğrendikleri ve birbirlerine anlattıkları şeyler. Henüz hak bilgiye, yani Allah’ın Zuhruf, 44’te ‘Sana ve kavmine bir zikirdir, sorumlu tutulacaksınız’ buyurduğu Kur’an-ı Kerim’e ulaşmadan önce bu şekilde bir inancım vardı ve birçok kişi gibi ben de kendimi bir Müslüman olarak tanımlardım. Kur’an’dan ‘Müslüman kimdir, bunun yaşamı nasıldır, nasıl bir davranışlar bütünü sergiler?’ sorularının cevaplarını bulduktan sonra Kur’an okumadan önce aslında Müslüman olmadığımı, Allah’ın özelliklerini hiç bilmediğimi, Rabbimizi ve elçisini gereğince tanımadığımı, dine hakim olmadığımı fark ettim ve sonrasında büyük bir mutlulukla iman ettim. Bu yazıda okuduklarınız; Şuara Suresi’nin 214. ayetinde bulunan ‘Yakınlarını uyar’ emri gereği kendi ailem, akrabalarım için, ayrıca yakınımda olan, eş dost, tanıdığım kişiler de Kuran-ı Kerim’in içeriğinden haberdar olsunlar diye başlattığım bir seriye dayanıyor. Bugün yazı olarak okuduklarınız o zamanlar her hafta canlı yayınlanan bir webinar (internet üzerinden katılım sağlanan seminer) serisi şeklindeydi. Daha sonraları bu serinin katılımcıları o kadar geniş bir skalaya ulaştı ki içlerinde okuma yazma bilmeyen de vardı, öğretim üyeleri de, lise öğrencileri de vardı, seksenli yaşlarda insanlar da. Okur kitlemizin demografik yapısını hiçbir zaman tam olarak bilemiyoruz ancak söyleşilerde insanlarla yüz yüze gelme imkanı bulabiliyoruz. O güne kadar hiçbir panelde ya da söyleşimde bu kadar çeşitli insanı bir arada görmemiştim. Her fikir ayrılığını Müslümanlar arasında bir bölünme nedeni olarak görmekten ciddi manada tiksinmemin gerekçesi ‘ayrılmayın, bölünmeyin’ emirlerini içeren Al-i İmran, 103; Enam, 159; Müminun 53; Rum, 32 ayetlerine dayanıyordu. Bunların hepsine, her ayete olduğu gibi iman etmiştim. Her emirde olduğu gibi Rabbimizin bu emirlerinin de uygulanabilir, fıtratımıza uygun ve gönlümüzü yatıştırıp barışı sağlayan yönlendirmeler olduğunu pratikte gözlerimin önüne seren şey ise bu katılımdaki çeşitlilik olmuştur.
Seri devam ettikçe de ortaya şu çıktı: insanlar dinde olan şeyleri dinde yok sanıyor, dinde olmayan şeyleri de dinde var sanıyor. Çünkü ortalık çok karışık ve çok gürültü var. Ona göre şöyle, buna göre böyle. Şu onu dedi, bu bunu dedi. Yahu tamam da Allah ne dedi? Benim tek sahibimin sözü nerede? Bir metin var sabit ve Rabbimiz bunun kendi vahyinin metni olduğunu ve bunu koruduğunu (Hicr, 9) belirtiyor. Karbon 14 metoduyla bakıyoruz, 1370 sene önce yazılmış kopyasında da aynı; bugünkü baskıda da aynı ayetler. Hiçbir ister gözetmeden ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku’ şeklinde başlayan vahyi bismillah deyip okudukça kimimiz bilgilerini tazeledi, kimimiz atladıklarını hatırladı kimimiz ise bunları ilk kez öğrendi. ‘İster gözetmeden başlayan’ diyorum çünkü ‘oku’ emrine bağlı, önce şunu oku, bunu oku, şu mezhepten ol, bu dinden ol, şu günahı yüklenmemiş ol, şu yanlışa düşmemiş ol, şu ırktan ol, bu milletten ol, şu cinsiyetten ol vb. hiçbir şart yok. Çok istesek de hiç istemesek de, beğensek de beğenmesek de yok.
Dolayısıyla bu kadar insanın dinini öğrenmek adına bu ve bunun gibi okuma toplantılarına, seminerlere, konferanslara, panellere, buluşmalara, basılı yayınlara ilgi göstermesinin temel nedeni Zuhruf 44’teki sorumluluklarını bir şekilde, bir yere kadar kavramış olmaları. Kur’an’a iman edebilmenin bu kadar kolay olmasının nedenlerinden bir kısmı da kişinin o zamana kadarki aklını işletme ve sorgulama sürecinin getirdiği sorulara katıksız cevapları bulabilmesi, kendisine erdem kazandırabilmiş davranışlarının teyidini bulabilmesi ve göremediği yanlışlarının kendisine işaret edilmesi. Ve her haberin kararlaştırılmış bir zamanı olduğu gibi (Enam, 67) iman edecek her kişinin de elbette belirlenmiş bir iman anı var.
Allah dışında hiç kimsenin bu anın bilgisine hakim olamayacağından ötürü ve Abese Suresi, 3. ayetteki ‘Ne bilirsin, belki o arınacak?’ uyarısı gereği; beni dinleyen insanlar inanan, inanmayan, ehl-i kitap, deist, tarikatçı, bir mezhebe bağlanmış, inancına şirk karışmış, dinini Allah’a has kılmış demeden ayetlere değinmeye devam ettim. Bu yaşam biçimiyle ilerleyen tecrübem de ortaya koydu ki evet Allah, Abese, 3. ayette ne diyorsa o. Kimin sapacağını kimin iman edebileceğini bizler kestiremiyoruz. Evet hüküm Allah’ın ve bizim insanları değerlendirmemiz temelsiz. Ayrıca evet, gönüllerde gizleneni bir tek Allah bilebiliyor (Fatır, 38). Müslümana düşen duyurmak, Müslümana düşen en doğruya en güzel bir biçimde çağırmak. Böylece yeri gelmişken hem değerli okurlara hem de yayın dünyasındaki arkadaşlarıma hatırlatmak istiyorum; Allah’ın dinini anlatırken tavrımızın ayrıştırıcı, ötekileştirici olduğu her nokta doğru olandan uzaklaştığımız bir andır çünkü bu anlar yukarıda bahsi geçen ayetlerle çelişir. Bu anlarımızın bütünü, birleşe birleşe bizim yargılanacağımız hayatımızı oluşturuyor. Nisa, 86’daki ‘Allah her şeyi hesaba katar’ uyarısına sırtımızı dönüp gidemeyiz. Dolayısıyla en fazla ne olur? En fazla belirli noktalarda uzlaşamayız. Bir beyefendinin Kur’an mealinin öyle harika kısımları var ki okudukça işte çeviri böyle temiz yapılır, hem Arapçaya hem Türkçeye hem de çeviribilimine ne kadar hakim diye düşünüyorum. Fakat beyefendinin namazın günde üç vakit olduğu çıkarımına katılmıyorum. Benim Kur’an’dan anladığım namazın günde beş vakit olduğu. Ne yapacağız? Yapabileceğimiz şey fikir ayrılıklarımızın olduğu noktalarda henüz anlaşmaya varamıyorsak, bu arkadaşla şu konuda bir türlü uzlaşamadık diyebilmek ve bütünlüğümüzü gözetecek davranışlarda bulunabilmek. Bu sayede, İslam konusunda bilgi edinmeye gayret gösteren her birey, çocukluktan ilk gençliğine maruz kaldığı tüm yayınlarda bu birlikteliğe şahit olarak yetişebilir. Böylece sözleri dinleyip en güzeline uymak adına gösterdiği gayrette İslam ahlakından uzak, seviyesiz kapışmalar yerine sakin tartışmaların arasında gezinebilir. Tartışmaya çok düşkün olan insanın (Kehf, 54) gürültüsü dinin aslını geride bırakacak kadar yükselerek ve bir diğerini küçümseyerek ötekileştirdiği sürece ‘İnsanlardan yüz çevirip böbürlenme’ (Lokman, 19), ‘Sesini alçalt’ (Lokman, 18) ve “Kullarıma de ki: ‘Sözün en güzel olanını söylesinler!’ Şeytan, onların aralarını bozar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.” (İsra, 53) ayetleri atıl bir şekilde kenara atılmış oluyor. Müslümanın duyurma adabının peygamberlerimizin ve bizim teslim olduğumuz ayetlerin bütünüyle sabit olduğunu belirterek; ‘mealci’, ‘hadisçi’ gibi ötekileştirici tutumların dinden haberdar olmak adına hareket eden ve o an içinde belki bilgisi az, belki yanılmış ve belki bizlerden çok daha üstün bir imana ulaşabilecek değerli kimseleri yaftalayıp uzaklaştırmaktan öteye gidemeyeceğini ve hizipçiliğin önünü açtığını hatırlatmak istiyorum. Bir kişi, bir şeyhe bağlanmış şekilde, inancı deizme kaymış şekilde, rivayetlere boğulmuş şekilde, her ne şekilde olursa olsun Allah kelamı ile ilgili bilgisini derinleştirmek adına bizlerin de söyleyeceği sözü dinlemek ya da yazılarımızı okumak için zaman harcadığında tarafımızdan etiketlenip iteleniyorsa, duyurma/çağırma ereğimiz büyük bir zede alıyor demektir. Bu kişilerin, dini Allah’a has kılmadaki (Zümer, 3) yollarında ve mümin davranışlarını tanıma anlarındaki tutumlarımızdan sorulacağız. O nedenle değerli kardeşlerim, kendimizi değerlendirmemiz gerekiyor, yarın değil bugün. Netice itibarıyla, İslam bir grup dini değildir, insanlar dinidir. Allah’ın hitabında çokça kez duyduğumuz ‘Ya eyyuhan nasu / Ey insanlar’ seslenişini hatırlayalım. Tavrımızı bu geniş çerçeve içerisinde tuttuğumuz sürece memnuniyetimizin yüksek olacağı kanısındayım.
İşte ben büyürken bu çarpıklık, bölünmüşlük, kopukluk; inanç hakkında bilgi edinmeyi benim için anlaşılmaz ve karmakarışık bir hâle getirdi. Ayrıca, dini öğrenme hususunda, Kur’an’ın merkezden uzaklaştırıldığı her tartışma ile yaşamımızı şekillendirmemiz adına harcamamız gereken enerji ve zamanı kimin doğruyu işaret ettiğini tatbik etmek adına, doğrunun nerede olduğunu bulmak adına lüzumsuz bir şekilde sarf ederek harcıyoruz. Bireyin hem enerjisi hem de zamanı tükenen kaynaklar. Doğrusu nedir, benim sorularımın cevabı kimde, hangisi doğru söylüyor diye diye çocuklarımızın yılları geçiveriyor.
On bir ya da on iki yaşındaydım, imanımı kaybettim. Kaybettim, gitti. Korkunç bir manevi acı hissettiğimi çok net anımsıyorum, müthiş bir zorluktu. Bir türlü bulamadım, Rabbimizi bir türlü bulamadım. Allah, beni bu süreçte çok gezdirdi, bir sürü inancı, bir sürü insanı tanıma inceleme fırsatı bulabileceğim şekilde yaşattı. Çoklukültür içeren ortamlar, çeşit çeşit inanç şekillerine sahip bireylerle bir araya geldiğim uzun bir dönem geçirdim. Ama yine bulamadım. Çevremle çelişki de yaratsa, bazen zor bazen kolay da olsa beni kendimden memnun kılan tavırlar, kararlar, davranışlar bütününe; hiçbirinde, hiçbir yerde, hiçbir türlü rastlayamadım. Ta ki ana dilimde Allah’ın vahyini içeren kitabı, Kur’an-ı Kerim’i -çok iyi hatırlıyorum büyük bir şüphe ve elimde Türk kahvesi ile- ‘Bu nedir ki buna Allah’tan diyorlar, olacak şey mi?’ diye düşünerek açtığım o güzel güne kadar. Okudum ki dini tebliğ eden, tüm insanları çağıran o peygamber, bana anlatılanlardan uzak, çok uzak. Ve başıboş değilim, çağrı elbette bana kadar gelmiş, Allah’ın sözlerini duyabilmem için büyük bir emek sarf edilmiş ve gördüm ki peygamber hiç kimseyi ayırmadan tüm insanlığa kendisine vahyedileni iletmiş (Tekvir, 24). Bu ilettiklerinden bir tanesi de şuydu: ‘Vescud vakterib’ (Alak, 19). Türkçesi: ‘Secde et ve yaklaş’. Sonunda, Allah’ın sözlerini işitebildikten sonra, yani yaklaşık on sekiz yıllık bir kayıp sonrası ki bu bana hem akıp gidivermiş bir sürüklenme hem de asırlar süren bir bekleyiş gibi gelir, buranın kıblesi neresi diye koşuşturduğumu ve alnım yere değdiği anda tüm benliğimin derin bir nefes aldığını hatırlıyorum. Birçok mühtedi gibi benim de Allah’a itaat etme sürecim güzellikler, sürprizler, sınavlar, zorlu çatışmalar ama netice itibarıyla Rabbimizin desteği ile adım adım devam etti.
İşte tüm bunlar olmadan önce, henüz bir çocukken; adını duyduğumda ilgimi çeken, onunla ilgili her anlatıya dikkat kesildiğim fakat hakkında dinlediklerimin göğsümü daralttığı bu elçiye dair insanlar öyle şeyler anlatır, öyle şeyler döktürürlerdi ki bazı akşamlar kurulan bu büyülü ve karanlık dünyayı dinlerken ne kadar korktuğumu bile hatırlıyorum. Bir kez daha çok mezhepli agnostik bir ortamda yetiştiğimi belirtmek isterim. Aleviler, sünniler, deistler; her birinin de kendisini Müslüman olarak tanımladığı ve belli bir Allah, belli bir peygamber tasavvuruyla kendine göre bir din oluşturduğu, çelişkiler ve çarpıklıklarla dolu bir inanç ortamı. Dinin ve peygamberinin doğal ve hayatın içinden normlar olarak değerlendirilmediği bu ortamdaki gerek muhafazakar gerekse modernist bakış açıları peygamberimizin ayaklarını topraktan kesmek ve onu insan fıtratının dışında birisi olarak konumlandırmak konusunda birbiri ile yarış hâlindeydi. Bunların süregelişinde bana İslam diye anlatılan hikayelere göre oluşturduğum dinin neticesinde, peygamberimiz ölüm vakti geldiğinde bir dizi ışıklı, büyülü, olağanüstü olayla bir şekilde göğe falan yükselmeli, bir şeyler olmalıydı. Hasta olup ölmek de ne? İçinde bocaladığım çelişkiyi görebiliyorsunuz değil mi?
Oysa karşımda, inançları fena halde bozulmuş (Yasin; 6,7) kavmine, ana dillerinde açıkça iletilen vahyi tebliğ etmekle ve bunun yaşama uygulanmasını göstermekle görevlendirilmiş ve bu görevini yerine getirirken alay edilip (Enam, 10; Rad, 32; Enbiya, 41) iftiraya maruz kalmış (Kalem, 2; Araf, 184; Nahl, 103; Saffat, 36), hapsedilmek, sürülmek, öldürülmek istenmiş (Enfal, 30), hicret etmiş (Tevbe, 40) bir insan elçi vardı.
İşte bu elçi, insan olmanın getirdiği yükleri yüklenmiş, insanlığı sıyrılmamış bir şekilde Allah’ın bir oyun olarak tanımladığı (Enam, 32; Ankebut, 64; Muhammed, 36; Hadid, 20) bu dünya hayatımı memnun bir şekilde tamamlayabilmem için gereken her şeyi; oyunun kurallarını, bu işin nasıl yapılacağını, bir kelimesini dahi değiştirmeden (Hakka, 43-48) iletebilmeyi başararak yaşamını tamamlamıştı. Bunu yapabilmiş, zafere ulaşmış ve başaranlardan olmuştu (Kalem, 3). Bir insanın bunu, bu başarıyı gayet tabii yapabileceğini göstermiş, bunun kanlı canlı örneği olmuştu. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketleri değerli elçimizin üzerine olsun.
Bir önceki yazıda Tevbe suresi 128. ayetin mealine bakmıştık.
“Ant olsun size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkündür; müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”
(Tevbe Suresi, 128. ayet meali)
Orada ayetin sonuna odaklanmıştık, bir de başına dikkat edelim. İçimizden biri, gökten inmiş, farklı bir varlık değil. İçinizden ifadesini ekliyor Rabbimiz. Bu kelime nedir diye baktığımız zaman, örneğin: Nereden bu elma? İşte şu sepetten. Yani şu sepetteki elmaların içinden bir tanesi. Bu resul nereden? İnsanlardan, dünyada yaşayan insanların içinden bir tanesi. Açık değil mi? Bu ‘içinizden’ ifadesini Bakara, 15; Al-i İmran, 164 ve Cuma, 2 ayetlerinde de görüyoruz. Dolayısıyla, kitabımızın muhattabı olan bizler ne isek, peygamberimizin gönderildiği kavim ne ise; dün, bugün, yarın kitabımızdan sorumlu olan kimseler ne ise peygamberimiz de bunun içinden biri olarak tanımlanıyor. İçimizden, bizden, beşer. Kur’an’da hiçbir ifade yoktur ki boşa eklenmiş olsun ya da bir diğeri ile bir çelişki içersin (Nisa, 82; Kehf, 1). Rabbimiz, yukarıda okuduğumuz Tevbe, 128 ayetiyle bizlere peygamberimizi tanımlarken şunları da ortaya koyuyor; bizlere düşkün, çok şefkatli (rauf) ve çok merhametli (rahim). Allah da peygamberimize Rahim sıfatıyla rahmet eylesin, Rabbimizin eşsiz şefkati, merhameti; kulu ve elçisi olan Muhammed nebinin üzerine olsun.
“De ki: ‘Ben ancak sizin gibi bir insanım. Tanrınızın tek bir tanrı olduğu bana vahyediliyor. Artık O’na yönelin. O’ndan af dileyin. Ortak koşanların vay haline.’”
(Fussilet Suresi, 6. ayet meali)
Bu durum eğer bizlerde, ayeti göz ardı etmeye yönelik bir itki oluşturuyorsa yani ayeti benimsemekte zorlanıyorsak, düşünsel eğilimimiz ayeti idrak etme ve fikirlerimizi bu yönde şekillendirmeye karşı direniyor demektir. Bu da hak bilgi ile çelişen bir fikrî yapı geliştirmiş olduğumuzu gösterir. İsteyerek ya da istemeyerek, öyle ya da böyle. Benim peygamberimizin ölümü ile alakalı yaşadığım şey bunun bir örneği mesela. Fakat Allah’ın Kur’an’ı, yanıltılarak öğrendiğimiz her batılı parçalayacak güçtedir (İsra, 81; Enbiya, 18). Bunu zihnimize yerleşmiş irili ufaklı dikili taşların parçalanıp yıkılması olarak da görselleştirebiliriz. Bu taşlar (gerçekdışı fikirler) birbirlerine sağlam iplerle bağlıdır. Bu bağlı yapılar birleşerek yargılarımızı oluşturur. Bakınız peygamberimizin ölümü ile ilgili ‘ölüm vakti geldiğinde bir dizi ışıklı, büyülü, olağanüstü olayla bir şekilde göğe falan yükselmeli’ diye vardığım yargı, hak bilgi yerine aldığım fikirlerin alakalı noktalarından birbiriyle bağlanması sonucu oluşturarak çıkabildiğim bir değerlendirme. Ayetlerin ‘içinizden’ sözcüğü ile ‘beşerdir’ vurgusu ile ayrıca yiyip içen, üzülen, geleceğini bilmeyen, yerden pınar fışkırtmayan, bahçeler arasından ırmaklar akıtmayan, göğe yükselmeyen (İsra, 90-93), ayakları şu yürüdüğümüz toprağa basan ve bu insan hayatını yaşayıp tamamlayarak ölen elçi anlatımı bu yargıya nasıl güçlü bir darbe vuruyor. Hangi yargıları paramparça edip yerine doğrusunu yerleştirdiği ise kişiden kişiye farklılık gösteren bir durum. İster ateistlerle büyümüş, ister Katolik olarak yetiştirilmiş, ister Kur’an’la çelişen bir İslam anlayışına tabi olmuş olalım, Allah dilediği müddetçe farklı yerlerden farklı zamanlarda gelerek hak bilgide birleşiyoruz.
“De ki: ‘Hak geldi, batıl artık ne bir şeyi ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.’”
“De ki: ‘Eğer yanlış yola sapmışsam sadece kendi zararıma sapmış olurum. Eğer doğru yoldaysam bu, Rabbimin bana verdiği vahiy sayesindedir. O, her şeyi duyandır (Semi), en yakın olandır (Karib).”
(Sebe Suresi; 49 ve 50. ayetler meali)
Değindiğim çocukluk anısında da gördüğümüz gibi, kimi insanın vahyi getiren elçiye dair büyük beklentileri var; insanüstü, insandışı özellikleri olsun beklentisi. Bu genelde maruz kaldığı batılla şekillenmekle birlikte aynı şekilde buradan beslenerek bir döngüye giriyor. Furkan Suresi’nden bir uyarıya gidelim.
“(İnkar edenler) dediler ki: ‘Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya!’”
“‘Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya!’ Zalimler, ‘Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz’ dediler.”
“Bak senin için nasıl benzetmeler yaptılar, saptılar. Artık bir daha yolu bulamazlar.”
(Furkan Suresi, 7, 8, 9. ayetler meali)
Peygambere dair bir olağanüstülük beklentisinin (yukarıdaki ayette örneği verilen yanında bir melek gezmeli örneği gibi) sonucunun kişiyi doğru yoldan alıkoyacağı bilgisini alıyoruz. Aynı uyarıyı “İnsanlara hidayet geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, ‘Allah, bir beşeri (insan) mi peygamber olarak gönderdi?’ demeleri engel olmuştur.” (İsra Suresi, 94. ayet meali) ayetinden de alıyoruz. İyi niyetle veya kötü niyetle peygamberimizi kutsal, güvenilir ya da sözüne itaat edilir kılmak adına Kur’an’daki anlatının ve uyarıların dışına çıkılmasının getireceği sonucu Allah bizlere bildiriyor.
Peygamberleri insanlığından sıyırmaya meyleden herhangi bir tavır, ayet-i kerimelere tartışmasız bir şekilde ters. Tehlikelerinden biri de şu: insan olarak dünyaya gelip bir mümin olarak Rabbine kavuşabilmeyi başarabilen, bunun en net örneği olan peygamberlerimiz ve direkt Muhammed peygamberimiz için demiş oluyor ki bu kuruntu; o insan değil ki, insanüstü özelliklere sahip. Bu dayanaksız düşünce nerelere kadar çıkar dikkat edelim; O başarır, sen başaramazsın. Çünkü kişi bir insan elçinin üzülerek, kırılarak (Neml, 70), tasalanarak, kederlenerek (Nahl, 127), yanılıp yanılgıdan vazgeçerek (Tahrim, 1), gaybı bilmeden (Cin, 26; Enam, 50), kendisine ve diğerlerine ne yapılacağının bilgisine sahip olmadan (Araf, 188), yalnızca vahye uyarak (Ahkaf, 9); hayatını bir mümin olarak yaşayıp mümin bir şekilde tamamlayabildiğini açık bir şekilde Kur’an’dan öğrenirse, kurtuluşun elbette kendisinin de ulaşabileceği bir amaç olduğunu görür. Bu müjdeyi alarak kulluk serüvenine cesaretle başlayabilir. Allah’ın örneklik metodunu görüyor musunuz? Beşerdir diye sağlam bir şekilde, açık, muhkem, değiştirilemez şekilde peygamberimizin insanlığını temellendirmesinden ne kadar güzel faydalanabiliyoruz. Kurtuluş elbette bizlerin de ulaşabileceği, varabileceği bir yer. İnsan olmanın getirdiği her şeyle, bunların hepsi dahilken yapabileceğimiz, başarabileceğimiz bir erek bu.
Hak bilgi ile varabiliyoruz buraya adım adım, peygamberimizin insani özelliklerinin vurgulandığı, aksinin inkara özgü bir tutum olduğunun işaret edildiği ayetlerle buraya kadar çıkabiliyoruz. Fakat Allah’ın takdiri olarak, milyonlarca kişi, burada tökezledi, tökezliyor. Kararımızı vermemiz gerekir. Rabbimize itaat etmemiz için bize yolladığı elçiden beklentilerimiz nelerdir? Elçimizin kutsallığı için insan olmanın dışına itilmeye ihtiyacı yoktur.
İsra Suresi’ne gidelim,
“Dediler ki: ‘Yerden bizim için bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya hurma ve üzüm bahçelerin olup aralarında ırmaklar fışkırtmalısın. Veya ileri sürdüğün gibi gökten üzerimize parçalar düşürmeli, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Ya da altından bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın. Üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece göğe çıktığına da asla inanmayız. De ki: ‘Rabbimi tenzih ederim. Ben elçi olarak gönderilen bir insandan başka bir şey miyim?’”
(İsra Suresi, 90-93 ayetler meali)
Talep: Göğe yüksel, gökten kitap indir vd. Cevap: Ben resul bir insandan başka bir şey miyim? Ben, diyor, insanım ve elçiyim. Peygamberimiz hakkında konuştuğumuz zaman, değerli okurlar, İsra, 93. ayet bir mihenk noktası olarak aklımızda olsa ne kadar yerinde olur. Böyle yapmazsak, daha bismillah Müslümanlığın, Müslüman olmak isteyen kişinin ilk adımı Kur’an-ı Kerim’i göz ardı etmiş oluruz.
“Ant olsun, biz bu Kur’an’da insanlara her türlü örneği değişik şekillerde açıkladık. Yine de insanların çoğu ancak inkarda direttiler.”
(İsra Suresi, 89. ayet meali)
Bugün radyoyu açıyorum birinde peygamberimiz parmağından su fışkırtıyor, ötekinde kayaları yarıyor. Rabbimiz elçisi hakkında ne buyurmuş diye bakmak varken Allah’ın yeminli beyanına dayanmayan bu anlatılar hâlâ ortalıkta. Mesela dokuz on yaşında bir çocuğun bu yayınlara denk geldiğini düşünün. Çocukta nasıl bir din algısı şekillenecek? Bir de elçimizin nasıl bir insan olduğunu bizlere bildiren Kur’an ayetlerini içeren yayınlara ana dilinde denk geldiğini düşünün. Bu ikisi arasında dağlar kadar fark var.
Ehl-i Kitap, İsa peygamberimizi yüceltti. Ne kadar güzel. Sonra yüceltti, yüceltti, yüceltti, ayaklarını yerden kesti, göğe oturttu. Allah’ın oğludur dedi (Allah’ı tenzih ederim), günahlarınızı bağışlar dedi (Allah’ı tenzih ederim). Bugün milyonlarca Hristiyan, inanma isteğiyle Rabbimizi ararken, bu bozuk inançta sıkışmış hâlde. Bizim bu nedenle de çok dikkatli olmamız lazım. Ne yazacaksak tüm bunları gözeterek yazmamız lazım. Bizden sonrakiler bizim yaşadıklarımızı yaşamasın diye. Dokuz yaşa değindik çünkü bu dönem ve takibinde ergenlik yılları başlıyor. Bu hayatın doğal akışına dahil olan zorlu bir dönem. Kişilik geliştirmek kolay değil, hak bilgiye ihtiyaç var. Yaptıklarından sorumlu olduğu döneme doğru akıp giderken, karar mekanizması önündeki ilk gençlik ve gençlik dönemleri için iyice belirleyici hâle gelmişken, Kur’an’la bağdaşmayan her anlatı, çocuğun inanç hakkında bilgi edinmesini zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Ve Kur’an’dan anladığımız üzere, biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk diye bir bahane öne süremeyiz.
Araf Suresi’ne giderek vedalaşalım,
“Onlara bir ayet getirmediğin zaman: ‘Bunu da (bir yerlerden) derleseydin ya!’ derler. De ki: ‘Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basiretler, iman eden/edecek bir toplum için hidayet ve rahmettir!”
(Araf Suresi, 203. ayet meali)
Bahsi geçen ayetler: Al-i İmran, 103; Enam, 159; Müminun 53; Rum, 32; Hicr, 9; Enam, 67; Fatır, 38 ; Kehf, 54; Zümer, 3; Tekvir, 24; Yasin, 6-7; Enam, 10; Rad, 32; Enbiya, 41; Kalem, 2; Araf, 184; Nahl, 103; Saffat, 36; Enfal, 30; Tevbe, 40; Enam, 32; Ankebut, 64; Muhammed, 36; Hadid, 20; Hakka, 43-48; Kalem, 3; Bakara, 15; Ali İmran, 164; Cuma, 2; Nisa, 82; Kehf, 1; İsra, 81; Neml, 70; Nahl, 127; Tahrim, 1; Cin, 26; Enam, 50; Araf, 188; Ahkaf, 9
İleri araştırma için diğer ayetler: Yunus, 108; Kehf, 110; Neml, 92; Ahzab, 48; Hicr, 6-8; Fussilet, 13-14; Yunus, 109; Furkan, 20; Tekvir, 22-26.













Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *