Şirketler, siyasi aktörler ya da bireyler bu söylemi benimseyerek kamuoyunda kapsayıcı bir imaj inşa ederken, perde arkasında istihdam politikaları, kurumsal pratikler veya toplumsal ilişkiler düzleminde başörtülü kadınlara yönelik yapısal dışlanma, sömürü ya da ötekileştirme devam edebiliyor.
Hijabwashing geçtiğimiz yıl Paris Olimpiyatları’yla ilgili yazdığımız yazıda(*) oluşturduğumuz bir kavramdı. Sonradan anladık ki literatürde bu meseleye dair çok büyük bir boşluk var, zira bu kavramsallaştırma daha önce yapılmamış. Özellikle Türkiye’de her masanın konusu hâline gelen, sosyal medyada tüm kesimlerce farklı bir yerinden tutulup evirilip çevirilen, üstünde tepinilen bir konu başörtüsü meselesi. Fil örneğindeki gibi herkes onu kuşattı sandı, tanımladı sandı ama kimse bu deneyimi herhangi bir kategoriye sığdırmadan konuşmayı beceremedi.
Bu yaşam kültüründe başörtüsünün dinî bir yükümlülük olmaktan çıkıp iktidarların ve sermayedarların güçlerini pekiştirmek adına araçsallaştırıldığı herkesin malumu. Hijabwashing kavramı, bu amaç doğrultusunda başörtülü kadınları destekleyen politikalar yürütüyormuş gibi bir algı yaratarak bunu da reklamcılık sektörü ve reklamlarla yaparak arka planda dönen ayrımcılığı ve hak ihlallerinin örtbas edilmesini ifade ediyor.
Bu ifadeye “Pinkwashing” veya “Greenwashing” kavramlarından aşinayız. Kısaca açıklamak gerekirse pinkwashing, LGBTQİ+ pazarlaması olarak biliniyor ve LGBTQİ+ eşitliğiyle ilgisi olmayan amaçlar için LGBTİQ+ bireylere yüzeysel bir sempati sunan mesajlar vermeye dayalı stratejiye deniyor. İsrail askerlerinin Gazze’ye attığı bombalara LGBTQİ+ bayrağı çizmesi ya da LGBTQİ+ bayrağıyla kameralara poz vermeleri bu stratejiye en güncel ve en yerinde örnek.
Benzer şekilde greenwashing de kurumların, şirketlerin gerçekte olmadıkları kadar, hatta çevreye zararlı üretimler yaptıkları halde çevre dostu görünmek ve kamuda olumlu bir intiba oluşturmak için çevreci mesajlar kullanması olarak tanımlanabilir. Yine örnek vermek gerekirse British Museum, sürdürülebilirliği artırmak ve müzenin karbon emisyonunu önlemeye yönelik olduğunu söylediği yenilenme çalışmaları için-aynı zamanda İsrail’i de destekleyen-petrol şirketi BP ile 2023 Aralık’ta 63 milyon dolarlık sponsorluk anlaşması imzalamıştı.
“Hijabwashing” aslında ülkemizde çok tanık olduğumuz türden bir durum. Bu kavramı internette ararsanız bulamazsınız çünkü henüz bu stratejiyi kavramsallaştıracak ve toplumsal uzlaşı zeminine taşıyacak derecede söylem gücüne sahip değil. Hijabwashing için Türkiye’den verebileceğim ve hepimizin duyduğu an neyden bahsettiğimi anlayacağı tek bir cümle söyleyeceğiz: “Benim annem de kapalı.”
Siyasi arenada ve medyada başörtüsüyle ilgili üretilen söylemler; esas sorunları gizlemek, otoriter uygulamaları meşrulaştırmak için kullanılan bir kalkandan ibaretse burada hijabwashing’den söz edebiliyoruz. Küresel anlamda hijabwashing’e yönlendiren pek çok sebep var aslında. Bunların birleştiği ana eksen ise tüm kesimlerin onayını kazanarak meşruiyetlerini pekiştirip güç elde etmek. Doğrudan bir ayrımcılık yapamayanlar, hijabwashing yardımıyla ayrıştırıcı politikalarını gizlemek zorunda. Nitekim insan haklarının herkesi kapsaması gerektiği, politik bir ideal.
Hijabwashing ile politik meşruiyet arayışı
Şirketler, siyasi aktörler ya da bireyler bu söylemi benimseyerek kamuoyunda kapsayıcı bir imaj inşa ederken, perde arkasında istihdam politikaları, kurumsal pratikler veya toplumsal ilişkiler düzleminde başörtülü kadınlara yönelik yapısal dışlanma, sömürü ya da ötekileştirme devam edebiliyor. Böylece, başörtülü kadının görünürlüğü araçsallaştırılır, onun toplumsal ve ekonomik konumunu güçlendiren gerçek bir dönüşüm yerine, sembolik bir temsiliyet üzerinden meşruiyet sağlanıyor.
Hijabwashing Batı’da doğrudan bir karşılık bulamıyor çünkü başörtüsü burada toplumsal bir gerçeklikten çok göçmenlik tartışmalarıyla iç içe geçiyor. Batılı politikacılar ve şirketler, başörtüsüne yönelik tutumlarını göç politikaları üzerinden belirliyor; bu yüzden stratejik bir ikiyüzlülük sergileme ihtiyacı duymuyor. Fakat Türkiye, İran, Malezya gibi ülkelerde başörtüsü toplumsal ve siyasal yapıya köklü biçimde yerleşiyor, bu da onu politik manipülasyona açık hale getiriyor. Muhafazakâr kesimin desteğine ihtiyaç duyan aktörler, görünürde kapsayıcı ve destekleyici bir söylem benimserken, arka planda otoriter ve dışlayıcı politikaları sürdürüyor. Böylece başörtülü kadınların temsiliyeti araçsallaştırılıyor, baskıcı zihniyetler hijabwashing ile meşruiyet kazanıyor. Yakaladığımız bazı örnekleri birlikte inceleyelim.
Sermayeyi hijabwashing’le aklamak: Koç Holding
Koç Holding’in başörtüsüne karşı sergilediği ikiyüzlü tutum tam olarak “hijabwashing” kavramını örneklendiriyor. Koç Holding bünyesindeki şirketlerde başörtülü kadınların hem işe alımda hem de işe alındıktan sonra uğradıkları ayrımcılık aslında Koç Holding’in başörtüsüne yönelik ayrımcı yaklaşımını ifşa ediyor.
Bütün bu ayrımcılıklar sosyal medyaya döküldükten sonra da sermayeyi muhafaza edebilmek adına Koç Holding ve bünyesindeki şirketler, geçici adımlar atmaya başlıyorlar. Holding başörtülü bir kadını reklamlarında odak noktası yaparak kendini savunma çabasına girişiyor. Ancak bu ikiyüzlü harekete rağmen ne başörtülü kadınların işe alımı konusunda şeffaf bir politika değişikliği yapıldı ne de kamuoyundan özür dilendi. İşte biz buna “hijabwashing” diyoruz!
Hijabwashing, günümüzde özellikle İslami popülizm olarak tanımlanan rejimlerde kendini gösteriyor. İslami popülist liderler, başörtüsünü dinî bir yükümlülük değil, siyasallaştırılmış bir din sembolü olarak kullanıyor. Görünürde başörtüsüne verilen destek ve bu destekle inşa edilen ahlaki üstünlük imajı, meselenin siyasileştiğini ve her iki tarafın da kendi siyasi çıkarları doğrultusunda pozisyon aldığını gizliyor.
Bu durumun en bariz örnekleri başörtüsünün zorunlu olmadığı ancak Müslüman çoğunluğun olduğu Malezya ve Endonezya gibi ülkelerde görülüyor. Örneğin Malezya’da başörtüsü, hükûmet tarafından İslami kimliğin bir sembolü olarak teşvik edilirken 2017’de bazı otellerin kadın çalışanlarına başörtüsü yasağı getirmesi, bakanlar tarafından sadece “ayrımcılık” olarak nitelendi. Muhalefet ve halktan gelen, bu yasakların kaldırılması ve otellerin lisanslarının iptal edilmesi talepleri, Malezya Oteller Birliği’nin “uluslararası otellerin tek kıyafet politikasına uyma gerekliliği” açıklaması karşısında sonuçsuz kaldı.
Başörtüsü sembolik olarak desteklenirken, bunun üzerinden Müslüman çoğunluktan siyasi destek toplanmaya devam ediliyor. Ancak başörtülü kadınların çalışma hayatında ayrımcılık yaşaması önlenemediği gibi, bu sorun söylemsel eleştirilerle örtülüyor. Hükûmet, küresel ekonominin dayattığı ayrımcı politikalara somut çözüm üretmek yerine, bu durumu hijabwashing’le meşru bir zemine çekiliyor.
Türkiye neden hijabwashing’de başı çekiyor?
Türkiye’nin çalkantılı iktidar geçmişinde başörtüsü, iktidarların elinde simgesel bir politik yarışa dönüştü. Türkiye siyasetinin bu stratejiye karşı olan savunmasızlığı “28 Şubat” döneminde yaşanan travmalarla doğrudan ilintili. AKP hükûmetinin iktidarı boyunca bu kadınların görünürlüğü adına getirdiği kazanımlar olsa da; başörtüsü takmanın doğal bir hak olduğu söylemleriyle başlayan yasağı kaldırma vaatleri, “benim bacılarım”(**) söylemiyle devam etti. Başörtülü kadınların “gerçek” deneyimlerinden çok uzakta ve eril iktidarların sığ söylemlerinin arasında kendini var etmeye çalışan başörtülü kadınlar, nerede ve nasıl var olacaklarını tayin edemez durumda bırakıldı.
AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, her seçim dönemi başörtüsü sorununu çözdüklerini iddia etse de başörtüsünü bir otoriterleşme stratejisi olarak kullanıyor ve sembolleştirerek toplumsal bir güç konsolidasyonu sağlıyor. Başörtüsü özgürlüğü için AKP’ye muhtaç olma algısı yaratılıyor, bu da başörtülü kadınları bir kimlik restorasyonu sürecine dahil ediyor.
Bu durumdan faydalanmak isteyenler ya da ayrım yapma yetisinden yoksun kimseler de başörtülü kadınları yalnızca Müslüman değil, aynı zamanda AKP’li, gerici ve yobaz olarak tanımlıyor. “CHP zihniyeti” söylemi ise bu sorunu kalıcı bir şekilde çözmek yerine, toplumsal çatışmaları derinleştiriyor. Bu noktada başörtüsü kazanımının neden hâlâ yasal bir güvence altına alınmadığı ise sorgulanmaya değer bir gerçek.
Madalyonun öteki yüzündeyse meseleye yaklaşımı hep sorunlu olmuş, uzun yıllar boyunca başörtüsünün kamusal alanlarda yasaklanmasının arkasında duran CHP, son genel seçim kampanyalarında bir “helalleşme” söylemiyle ortaya çıktı. Birçok kişinin doğal olarak samimiyetini sorguladığı muhalefetin geçmişle yüzleşme söylemi, seçim döneminde ayyuka çıktığından, akıllara bunun samimi bir hesaplaşma olup olmadığına dair soru işaretleri uyandırıyor.
‘Azı karar çoğu kaçar’: İBB reklamlarında başörtülü kadınlar
Dikkat çeken bir husus da İBB reklamlarındaki özellikle son yerel seçimlerden sonra artan başörtülü kadın görünürlüğü. Türkiye halkının ciddi bir kısmını oluşturan, ancak yakın zamana kadar temsiliyeti oldukça kısıtlı bu gruba mensup kimseleri sonunda reklam yüzleri olarak görmek olumlu bir adım. Ancak belediyenin ait olduğu partinin geçmiş politikaları göz önüne alındığında bu artışın siyasi bir strateji olup olmadığı sorusu hiç de yersiz değil.
Dolayısıyla artan bu görünürlülüğün siyasi bir mesaj verme amacı taşıması ihtimali Türkiye’nin siyasi konjonktüründe gözardı edilemez. Acaba İBB bu öne çıkarmayı gerçekten başörtülü kadınların haklarını temsil etmek için mi yapıyor yoksa başörtüsünü hem kendi tabanına hem muhafazakâr çevrelere karşı “güvenli bir sembol” olarak sunmak için mi? Eğer samimi bir değişim söz konusuysa neden CHP tabanı hâlâ başörtülü kadınları aydın, eğitimli, özgür görmekten bu kadar uzak ve neden onların varoluşuna saygı duymakta da zorlanıyor?
Yani bu durumun samimiyeti, yalnızca güncel iktidarın değil her potansiyel iktidarın kendi kalıplarına uymayan başörtülü kadınlara olan tepkisi üzerinden de sorgulanabilir. Miting alanlarında başörtülü diye birilerinin “bacısı” ya da “kapalı ama diğerleri gibi değil” olan kadınlar; siyasi bir görünürlükten öte gerçek insanlar olarak var olduklarında, belirlenen ideolojik kalıpların dışında fikirlere sahip olduklarında, başörtülerine rağmen hatta belki de başörtüsü takıyorlar diye daha çok dışlanıyorlar. Filistin protestolarında yaşanan gözaltılar ve polisin başörtülü kadınların başörtülerine yönelik tutumu veya başörtülü kadınların işe alınmama ya da belli sektörlerde tutunamama problemleri, başörtüsü özgürlüğünün siyasi retorikten öte sağlanamadığını gösteriyor.
Başörtülü “öteki”
Siyasilerin başörtüsünü ellerinde oyuncak ederek oluşturdukları kalıpları çekiştirip durmaları Türkiye’de bir “öteki” başörtülüler yarattı. Bu grup ne muhafazakâr iktidar, ne de seküler muhalefet tarafından kabul görüyor; kendileri de bu gruplardan herhangi birine ait hissetmiyor. Hiçbir kesimin kendi çizgileri dışındaki varoluş biçimlerine yer açmaması ülkenin önemli bir kısmı için kimlik bunalımının haricinde sosyal hayatta ve iş yaşamında da yerini, konumunu bulamamak demek.
Kalıpların dışına çıkan her başörtülü kadın çoğu zaman “kim oldukları” sorgulanarak, karışık kafalarla ve varoluşlarının reddiyle karşılanıyor. “Marjinal” bir başörtülü kadın, girdiği her çevrede anlamlandırlamayan, kalıba sığmadığı için huzursuzluk yaratan, tanımlarla kuşatılamadığı için katli vacip yeni bir varoluş formu olarak görülüyor. Bu “marjinal” başörtülüler, başka mahallelerde kendine yer ararken, Afrika’da yeni bir kabile görmüş kolonyal şapkalı kâşifin gözlerindeki parıltıyla söylediği “ne kadar farklısın, diğerleri gibi değilsin” klişesine yılgın bir teşekkürden başka cevap bulamayıp “en azından dışlanmadım” tesellisiyle hayatına devam ediyor.
Devrimci Gençlik Dergisi’nin, Öğrenci Dayanışması’nın bir eylemine katılan başörtülü bir kadını derginin kapağında “başı açık” çizmesi buna çok iyi bir örnek: Eşitlikçi örgütlü hareketlerde yer alan başörtülü kadınlar dahi kendi örgütleri tarafından kabul görmüyorlar. Çünkü başörtülü bir kadın, siyaset üzerinden var ettikleri kalıplara göre muhalif, solcu, antikapitalist olamaz. Bu Türkiye’de ne Erdoğan’ın başörtülü “bacılarına” yakışır, ne de solcu bir derginin kapağına.
Başörtülü kadınlar söz konusu siyaset, sanat, akademi ya da kamusal alan olduğunda ya yok sayılıyor ya da belirli kalıplara sığdırılmaya çalışılıyor. Başörtülü olduğu sürece bir kesim onu vitrin süsü yaparken diğer kesim, başını nasıl örteceğine bile karışmayı kendine hak görüyor. Hatta kendilerine minnet duymalarını, borçlu hissetmelerini istiyorlar. Şirketlerin, sermayedarların, siyasi figürlerin hijabwashing oyunları da tam burada devreye giriyor. Reklamlarda, kampanyalarda, söylemlerde destekler gibi görünüp arka planda ötekileştirmeye, dışlamaya devam edenlerin farkında olunmalı. Çünkü artık yutmuyorlar. Başörtülü kadınlar ne birinin “bacısı” ne diğerinin vitrin süsü; sadece varlar!
Bu yazı arsperas.com’da yayımlanmak üzere Arsperas ekibinin katkılarıyla kaleme alınmıştır.
*https://www.arsperas.com/2025/01/25/paris-2024un-cinsiyet-esitligi-safsatadan-mi-ibaret/
**https://x.com/hafizatv/status/1776913358052081682?mx=2
(Kaynak: Serbestiyet)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *