Ercümend Özkan anmaktan öte anlaşılmayı, daha ötesinde, taşıdığı yüksek, kifayetli temsiliyet gereği örnek alınması, her zaman ve çağda önceki nitelikli örnekleri gibi değerleri ile yaşatılması gereken bir şahsiyet… Rahmetli, Kur’an ve sahih sünnetten aldığı kulluk ve dava bilincini ve bunun ziya ve şifasını bıkıp usanmadan her hal ve şartta, olanca berraklığıyla aksettirmeye çabalamıştır.
Mustafa Bozacıoğlu
23 Ocak’ta başlayıp (1938) 24 Ocak’ta (1995) sona eren bir günlük, koca bir ömür…
Bir çınar, bir numune-i imtisal… Bir usve-i hasene… Ömrünü adadığı İslamî değerler, bunların tashihi, tahkik ve tahkimi adına verilen cehd dolu bir serencam…
Anmaktan öte anlaşılmayı, daha ötesinde taşıdığı yüksek, kifayetli temsiliyet gereği örnek alınması, her zaman ve çağda önceki nitelikli örnekleri gibi değerleri ile yaşatılması gereken şahsiyet…
Onu anmak konusundaki eksiklikler, anlaşılmak, örnek alınmak konusunda olduğu gibi, yeni nesillere anlatılması, tanıtılması hususunda da maalesef tekrarlanıyor desek yeridir! Bu ihmal ve ihlaller salt onun fikri mirasını ‘İktibas Dergisi’ özelinde sürdürmeye çalışılan bir çabaya indirgenemez elbette. Bu biraz da onun şahsı etrafında bir ‘kült’ oluşturulmaktan sakınma hassasiyeti olarak okunabilse de o fikri benimseyip bir şekilde önemseyen herkese, her kesime de düşmektedir. Bu hassasiyet ifrata varmış tasavvuf, tarikat çevrelerinin kişi kültüne kıyasen belki bir tefrit olarak, tashihi ve güzel örnekliği açısından bize daha fazladan bir yük yüklemektedir.
Şu da var ki bizler onun fikri mirasını, duygu-duruş ve düşünüşümüzle sürdürme cehdindeyiz. İhmal ve ihlallerimiz elbette olabilecektir. Yalnız sözü yere düşürmeden, fikri kaliteden ödün vermeden, taviz ve pazarlıklara yanaşmadan ilk günkü safiyeti sürdürmeye çabalıyoruz. O’nun ‘yan gider’ olarak tanımladığı bu kadrolaşma ve fikrin kitlelere ulaştırılması aracı olarak dergi faaliyetinin yürütülmesi halen zorlukları görece farklılaşsa da eksilmeden sürmektedir. Burada ev sahibi olarak bizler sorumluluğu üstlenip eleştiriye açık olarak dostane verilere, eleştirilere açığız. İğneyi kendimize batırmaktan gocunmayız. Her ne kadar sırf eleştirel kalışımız söz konusuymuş gibi, çuvaldız elimizde kimseyi beğenmez bir halimiz varmış gibi bir yanılsama maalesef İslami camialarda farklı gerekçelerle taşınmakta, durum durmadan kaşınmaktadır.
Camianın nicel ilerleme kat edememesi(!), sosyal dokulara sirayet edip alan işgal edememesi(!), farklı etmenlerle ayrışmalar sanki bir eksiklikmiş gibi, dahası aksi durumların matah bir özellikmiş gibi aksettirilmesi, kitlenin hazır bulunuşluğunu, idrak ve iz’an seviyesini göstermesi anlamında da manidardır.
Hasılı ‘hırsızın suçu/cürmü’ dillendirilmekten, tahlil edilmekten uzak tutulmaktadır. Bu tuzak durum, gerek kendi defolarının, bir zamanlar karşı durdukları sistemin paraleline düşmenin, açılmış (ve fakat bir türlü kapanması gerekirken kapanmayan, def-i mefasid alanlarının dikkate alınmadan) alanların oyalaması içinde ‘İslamcılık’ oynayanların, biraz da merhumun fikri kapasitesi altında kalışının bir kompleksi, tatlı limon benzeri bir yadsımanın tezahürü olsa gerektir. Bu ‘hırsız’ kısmına dahil edilebilecek genel kitle ise hem bir cahillik hem bir zamanın ruhu, anın fıkhı gibi nitelemelerle farklılaşan bakış açılarının etkisinde, sistemin sunduğu imkanlar çerçevesinde olan bitenden gocunmayan, dahası mevcut edinimlerle/önüne sunulanlarla iktifa eden, ‘bundan iyisi Şam’da kayısı’ (hele şimdilerde daha da tatlanmış olsa gerek!) zannıyla rüzgar önünde sürüklenip durmaktadır.
Bu hengamede nasıl bir karşı koyuş ve duruşla karşı karşıya kaldığımız anlaşılmıştır umarız. Genel kitlenin umarsızlığı, belli bir kitlenin dezenformasyonu (ki halen dergiler belli yerlerde yitip gitmektedir!) ve sistemin bu serdeki pazarlıksızlık ve tavizsizlik karşısındaki süregelip süregiden atraksiyonları bu fikrin ve temsiliyetinin, olması gereken yerden uzakta hissi, zannı, kuruntusu doğurmaktadır.
Rahmetlinin ‘buzkıran’ metaforu benzeri duruşu, en azından fikri olarak ve mevcut konumun korunarak sürdürülmesi karalılığı birilerince görülmek duyulmak istenmese de ‘Halep oradaysa, arşın burada’ denilecek bir durumdur.
Bizler şu aralar ertelenmiş olsa da sosyal medyadan canlı yayınlar ile (bu da ev sahibi hırsız suçluluğu metaforuyla okunabilir kısmen!), derginin 45. yılında, 553’üncü sayımızla, merhumun tv, video, cd kayıtlarıyla, yayınevimizden çıkan kitaplarla ve aylık periyotlarla Ankara büromuzda sürdürülen ve farklı konukları sizlerle buluşturduğumuz programlarla, sözü yere düşürmeden, kelamın hakkını vererek, Rabbimizin rızasını umduğumuz, gündeme dair ve bizlerin bilgi-bilinç çerçevesinde gelişmemize katkı sağlayacak, tağuttan ve tüm görünümlerinden uzak kalıp teberri edecek, farkındalık izharı faaliyetlerimiz devam etmektedir. Talep edenlere kapılarımız da gönlümüz de sonuna kadar açık!
‘Dergi çıkıyor mu halen?’ tarzındaki absürt sualler bazen gönlümüzü incitse de yolculuğumuza halel getirememektedir. Ancak rahmetlinin yanında bulunmuş, onunla tanışıklık ve danışıklık etmiş ve genelde de (bunu seyahatlerimizde serahaten gözlemekteyiz) sitayişle anmaya devam eden, Türkiye’de İslami hareket, sahih İslam yolcusu ve sevdalısı ve dahi davalısı denilince ilk akla gelecek olarak Ercümend Özkan’ı zikredeceklerin süreçteki aldıkları pozisyon, yeni roller ve içerikler/iddialardan vazgeçiş/iddiaların farklılaşması, araçların amaç olması, kavramsal dönüşüm ve başkalaşım bizleri üzmüyor da değil! İsteyen istediğini pekala bulabiliyor şimdilerin hepçil ortamlarında!
Bizler aslî çizgimizi koruyoruz. Buradayız. Serencamımız ortada! Fikri mirasımızı, rahmetlinin de önceki şahitlerden edindiği sahih çizginin sınırlarını berkitmeye gayret ediyoruz. Asla ve usule riayetimizi olanca hassasiyetimizle korumaya ve sürdürmeye devam ediyor, en azından gücümüz vüs’atince bizden sonrakilere de sirayet etsin, tevarüs edilsin için çabalıyoruz. Bu konudaki her sese, her öneriye, her katkıya, her teatiye de açığız. İlkelere sadakat, yol ve yöntem beraberliği, araç-amaç uyumu, dinimizi siyasetimizden ayırmadan, elçilerden alınan şahitliğin aynıyla, eksiltip azaltmadan temsiliyetinin, şahitliğinin yapılması asgari koşullarıyla…
Bir sitemimiz var anladığınız üzere… Bilmem dilden mi, yoksa yürekten midir? Şurası da bir gerçek ki kalpte olmayan, dilden çıkmaz! Biz gerçi bu sitem ve şikayetlerimizi pek dillendirmekten yana olmayıp içimize gömerek, olgulara odaklanıp duygu ve düşüncelerimizi, sahih bilgi birikimi, bilinç oluşumu ve etkin eylemlilik üzerine yoğunlaşmaya çalışıyoruz. Yazıyor, çiziyor, olanı tahlille olması gerekeni salık veriyoruz. Kendimize çağırmıyor, ‘kendinize gelin!’ diyoruz (Atasoy Müftüoğlu ağabeyden, üstaddan mülhem). Ötekileştirmiyor; kardeşlik hukukunu vurgulayarak, köprüleri yıkmıyoruz! Eleştirimizi kınayıcının kınamasına takılmadan, olanca açıklığıyla, kavli leyyin ve cedel-i ahsen üzere yapmaya gayret ediyoruz. Davetimiz ise daima Rabbimizin yoluna, sırat-ı müstakime ki onun da hikmet ve en güzel öğütle olması, kendimizi unutmadan, şahitliğin de hakkı verilerek yapılması en hassas olduğumuz husustur. Varsa eksiğimiz, gediğimiz burada da aynıyla eleştiriye, uyarıya, tashihe, doğruları birlikte yapmaya hazır ve nazırız.
Bu sitem, bakın, rahmetlinin zamanında maruz bırakıldığı ötekileştirilme, yadsınma, görmezden gelinme, tahfif, tahkir ve takibatların, duyulmasın-görülmesin diye çıkarılan onca patırtı kütürtünün, dahası tecziyesinin bugünlere uzanan bir yansımasıdır. Haksızlık, hadsizlik olarak addedilmesin!
Bir de ‘durduğunuz yerde duruyorsunuz’, ‘hala aynı yerde misiniz’ benzeri yaklaşımlar var ki neresinden tutsanız elde kalır! Sanki değişim, başkalaşım matah bir şeymiş gibi! Ki bu değişim, olan bir yanlıştan, düşünce ve davranışlarda mevcut illetlerden, yanılgı ve yanılsamalardan kaynaklanıyor olsa, amenna! Sözün özü bu eleştiri kılıklı ‘yadsıma’yı aslında kendi süreç ve serencamlarının iç kanatması, eski hal ile yeni hal arası uyumsuzluk, uyuşmazlık neticesinde, kendilerini güya temize çıkaracak, aklayıp paklayacak, meşruiyet kazandıracak bir savunma amaçlı hücum olarak okumak, değerlendirmek gerekiyor.
‘Deve dişi’ tabirini bilirsiniz; merhum, TDK sözlüğüne kayıtlı her iki anlamıyla da bunu hak edecek bir kişilik, samimiyet ve aidiyet göstermiştir. Her zaman ve her kesime karşı… İlkin gerek fikrî ve gerekse şahsî örnekliği ile, doğru düşünceden kaynaklanan doğru davranışlarıyla, kendi müktesebatımıza olan olanca vukûfiyeti ve gerekse dünyayı okumadaki etkinlik ve yetkinliği ile ‘deve dişi’ teşbihini hak etmektedir sonuna kadar. Bu ‘irilik’ dirilikten kaynaklanıyordu desek tam isabet etmiş oluruz. Diğer anlamıyla da ‘sıradan olmamak’ özelliği ise, zamanında fikriyatı ve yapıp ettikleriyle öne çıkması, temerküz etmesi –her ne kadar gerekli takdiri göremese de- ahaliden, genel ve gelenekselci yapılardan, sağcı/devletçi, muhafazakar kitleden olduğu kadar, bunlara öncülük, önderlik, ağabeylik yapan kesimlerden de her açıdan farklılaşması, asıl ve sahih olana dikkat çekmesi, fikrî safiyeti, taviz, eklektiklik ve pazarlıklardan uzak durması (Bu konuda onun akabinde tv programlarının kaldırılması, ömür boyu kamu görevlerinden yasaklanması, sistemden bırakın iltifat almayı daimi ve tacizkar takibatlar anlayana sivrisinek kabilinden yeterli örneklerdir. Ayrıca muhterem eşlerinin kaleme aldıkları kitaba müracaat edilebilinir: Mukaddes Özkan/Hatıralarım) tam anlamıyla bir ‘deve dişi’ kullanımını hak etmektedir. Eksiği var, fazlası yok!
Rahmetlinin bu manada dünya sathındaki ifsat eylemliliğinde aslan payını(!) ABD özelinde vahşi, kapitalist ve emperyalist batıya yüklemesi kadar ‘iç’teki, ama içe/öze dair pek bir aslî aidiyet ve safiyeti bulunmayan/kalmayan sağcı, muhafazakar, gelenekçi kitleye hamletmesi de hem yeterince anlaşılamamış, yapı bozumu olarak okunmuş (bugünlerde de bu malül algıda bir değişiklik yok maalesef!), dahası kendisi bu konuda çok farklı karalamalara, iftira ve isnatlara muhatap kılınmıştır.
Ancak serdeki kifayet ve yetkinlik gereği bir geri adım atmadığı gibi sahih duruşunu (bakmayın şimdilerin ‘esas duruşuna’!) asla bozmamış, doğru bildiği davası uğrunda gözünü budaktan esirgememiştir. Malum tv programının katılımcılarına bakıldığında, onun karşısındaki hazirunun o günden beri aldıkları itibar, konum ve titrler, makam ve mevkiler, onunsa ‘ömür boyu kamu hizmetlerinden men edilmesi’, aklı başında olan, vicdanına/fıtratına yabancılaşmayan herkesin ‘bir dakika!’ deyip düşüneceği, ibret alabileceği evsafta bir durumdur.
(youtube.com/watch?v=W8hZ3fC0STQ), (https://www.youtube.com/watch?v=dFk2r16Ll_g)
Düşünsenize birilerinin mahkeme huzurunda, mahkeme heyetinden eklektik bir hareketle, teşekkür bekleyerek, ‘kitlenin sisteme ram edilmesi’ hususunda bir iltifat dilendiği ortamlarda, karakolda da mahkemede de şaşırdığı vasatlarda O, ‘Bana yüz sene ceza verseniz, Rabbim de bana yüzbir yıl ömür takdir etse, yine çıkıp o bir yılda İslam’ı hakim kılmak, dinimin emirlerini tahakkuk ettirmek için uğraşacak, cehdedeceğim.’ diye kumaşının kalitesini göstermiş, bırakın gömlek değiştirmeyi takva libasını her daim taşımakla öne çıkmış, taviz vermeyi aklının ucundan bile geçirmemiştir.
Bir anı değil, anlama, anlatma yazısında nerelere geldik! Merhumu yazmak hem çok kolay, hem de çok zor! Kolay çünkü hakka hakikate, adil şahitliğine dair o kadar çok veri ve anekdot, geride bırakılmış ‘sadaka-i cariye’ nitelikli veri var ki herhangi birisini alsan başlı başına bir yazı, tez konusu olur. Ancak bu konuda tez olarak yapılması gerekenlerden biri de onu yeni kuşaklara, genç dimağlara –henüz eski ‘İslamcı’(!) büyüklerinin izlerine kapılmadan, sistemin çeldiricili ve albenili ulufeleri ile tanışmadan!- ulaştırmak, tanıştırmaktır. Gerçi bu manada bizim bakışımızda genç-yaşlı, kadın-erkek, alaylı-mektepli, köylü-şehirli gibi tasnifler asla öncelikler atfedilerek yaklaşılan hususlar olmamıştır. Kavramları (meşhurları olarak; kanaralaşmak, kavurgalaşmak, sapkınlık, ajanlık…), doğru davranışı doğru düşünceye bağlayan bakışı, sistem ve tüm bileşenlerinden, Kitabımızın ‘tağut’ diye tanıttığı her şeyden teberri etmesi, olanca samimiyeti ile sahte tüm ilahları reddedip yaratıcı ve yönetici/emredici olarak tek olan Rabbe yönelip O’nu (cc) hakkıyla takdir etmiş olması ve tüm ömrünü buna şahit kılması, siyaseti dinimizin ibadetlerinden ayrı tutmaması, asla ve usule olan sadakati, gelenekselcilik adına türlü bid’at ve hurafelere karşı geliştirdiği dil (Örneğin tasavvuf için; ‘Şirk, İslam’dan öcünü tasavvuf kılıfıyla almak istemektedir’ meyanındaki sözü ve eseri…), modernizmin bizi tahrip ve tahfif için işe koştuğu ‘demokrasi, özgürlük, insan hakları, kapitalizm, laiklik, sekülerizm vb.’ kavramlar konusundaki hassasiyeti, ‘hadis’ tanımı, araç-amaç uyumu açısından bir amaca her araçla ulaşılamayacağı fikri (bu konuda parti ve particilik düşüncesi örneği…) vb. daha birçok husus onu genelden, gelenekselcilerden (eskinin çamları dahil!) ayıran ve farkındalığını izhar eden hususlardır.
Zor, çünkü o kalitede, o sıklette birini anlatmak, hakkını vererek aktarmak, o çıtayı tutturmak öyle sıradan, çalakalem olacak iş değil! Hele anlatır, aktarırken aynıyla örneklendirmek, daha da zor! Zira o, dinini hiçbir işinin önüne geçirmemiştir. Dinini daima önemsemiş, önemsemekle kalmamış öncelemiş ve o uğurda hiçbir fedakarlıktan da kaçınmamıştır! Bu manada biz iğneyi de çuvaldızı da kendimize yönelterek ‘Biz niye onun tek başına yaptığı etkiyi, çekim gücünü, sözün etkinliğini gerçekleştiremiyoruz?’ diye düşünüyor taşınıyoruz! Topu taca atma sadedinde değil ama, burada da ‘ev sahibi-hırsız’ ikilemine başvurmak teselli anlamında da olmayarak, meselenin bir boyutunu vurgulama anlamında kabul edilebilir belki! Biz fikri mirasına sadakatle buradayız, azımızı çoğaltacak, yanlışımızı doğrultacak, duruşumuzu ilerilere taşıyacak, ana kural ve kaidelere uygun -bizi yoldan çıkarmayıp yolda tutarak cehdimizi artıracak- refiklere daima yerimiz yurdumuz da gönlümüz de açık sonuna kadar!
Şimdi merak ediyorum, şu sıralar dergide örneğin Türkiye düşün-yazın hayatının, ilahiyat-akademi çevrelerinin -ki Atasoy Müftüoğlu üstad bunlardan biri ve öncülerindendir, özgün yazılarıyla, fikriyatıyla bizlere katkı sunmaya devam etmektedir-, hatta dünyadan kale alınacak örnek şahsiyetlerden istihdamlar olsa -bilenler dergi ve sitemizdeki iktibaslarla bu açığın, ihtiyacın hayli yetkin olarak doldurulmaya çalışıldığını da fark ve takdir edeceklerdir-, örneğin abone sayımız mı artacak, kamuoyunun teveccühü mü sağlanacaktır!? Nedir beklenen, umulan, bizde eksik olan!? Bir ‘aidiyet hissi’, dostlardan/kardeşlerden bir iletiyi sahiplenme, ‘bir taraf izharı’ anlamında bir adım niye çok görülüyor, bundan imtina ediliyor ki!? Bilmem ki ‘abone parası’ diyen çıkar mı!? Bu çok sıradan ve özrü kabahatinden büyük bir durum olur zira! Zira biz, ‘yan gider’ durumunu zaten öteden beri kabullenmiş durumdayız! Yoksa ‘Bu çevreye, camiaya dahil olmanın getireceği düşünülen gayet ‘düşüncesizce!’, dünyevi kaygular, ufak tefek hesap-kitaplar mı var işin içinde!? Elbette ‘niyet okumuyor’, realiteyi anlamaya çalışıyoruz, işin ‘hırsız’ kısmı sadedinde!
Bu arada o iğne ve çuvaldız meselince ‘Siz bölündükçe bölünüyorsunuz, kopan gidiyor, niye bir arada duramıyorsunuz?’ şeklindeki serzenişi, birileri dillendirmeden –buradan kendilerine yol/kaçış bulmaya, meşruiyet devşirmeye kalkışanlara fırsat vermeden-, ‘İmtihan oluyoruz’ diye cevaplasak, kalkıp buna dair üç-beş mazeret sıralasak bu birilerini ikna eder, yola getirir mi? Bu, asla ve ondan neş’et eden usule dair değil, bunu bilenler biliyor. Bir idare, beşeri ilişkilerde bir iletişim ve ikame sorunu…’ desek yeterli olur mu? Başka sebepler de söz konusu olabilir elbette, sair tüm yapı, kurum ve ilişkilerde olduğu gibi… Ancak bunu dillendirenlerin ne halde olduklarına, ne murat ettiklerine, ‘üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi’ niyetlerine bir bakmak lazım! Tabii ki, hangi değirmenlere su taşıdıklarına… Bizim bu husustaki endişe ve tutumumuz, duruşumuz belli; şimdi sıra yakından uzağa din-diyanet diyen, hak-hukuk gözeten, hesap verme bilinciyle hareketi şiar edinen herkese, her kesime geliyor; kendilerini ve saflarını belli etsinler! Ya da ‘Gölge etmesinler!’ yeter.
Şimdilerin zamane zamanlarında, köşe kapmaca oynama oyalanmalarında, sisteme ve sistemin ulufelerine aldanma, kurumlarına yamanma ve yaranma vakitlerinde hiçbir çeldiriciye takılmadan, oyuna gelmeden, uyuşturuculara (özellikle lider kültü!) kanmadan sırat-ı müstakim üzere sabitkadem ‘duruş’ her türlü takdirin üstünde olsa gerek. Hele savruluş, başkalaşım, dönüşüm sevkiyatının fevc fevc olduğu anlarda! Çevresindekilerin bu albenili çeldiricilere kapılıp rota/istikamet değiştirirlerken, rahmetlinin uyarısına, sitemine ‘Ama ağabey, napalım, bize teklif ediyorlar!’ cevabına rahmetlinin ‘Bize niye teklif etmiyorlar? Siz o bahçenin etrafında dolanıp durmasanız böyle olur mu?’ diye karşılık vermesi farkındalık, samimiyet, liyakat, fedakarlık, adanmışlık, teslimiyet ve temsiliyet açılarından güzel bir örnek olarak yeter de artar bile! Davul zurna tıkırtılarına, nağmelerine kananlar hariç!
Şu da var ki, kıyası kabil midir bilmem amma; hepinizin malumu Kur’ani vurguyla ‘Kitabın mehcur bırakılması’ olgusu ve nice elçilerin kendilerini öldürülme, muhaceret, yalnız bırakılma, tehdit ve tahrik, tahfif ve tazyif etkileri altında bulması hakikatince, rahmetli Özkan ve davasının uğradığı yadsınma, görmezden-duymazdan gelinme, el-omuz verilmeme, şahitliğini yaptığımız çağın, Mekke dönemi cahiliye, şirk, zulüm ve küfründen hiç de geri kalır yanı olmadığını bizlere göstermiyor mu?!
Diyeceksiniz ki, Kur’an’ın ve elçilerinin başına gelenler düşünüldüğünde bu olup bitenler elbette bir imtihan olgusu olarak anlaşılır oluyor. İzahı zor olsa da!
Rahmetli, bir deniz feneri gibi, Kur’an ve sahih sünnetten aldığı kulluk ve dava bilincini ve bunun ziya ve şifasını bitip tükenmeden, bıkıp usanmadan, her hal ve şartta (fırtına-boranda da aşırı sıcaklarda da/zemherilerde de pastırma sıcaklarında da!) etrafa olanca berraklığıyla aksettirmeye çabalamıştır. Bu cehd ve çabası o ziyadan faydalanmak isteyenler için ayan beyan ortadadır. Yeter ki o istikamete, aynı rotaya talep olunsun!
Çok şey değil, bir ‘vefa’! Başka değil yalnız ‘vefa’! ‘Vefa’nın sadece bir semt ismi olarak anılmak konusundaki makus yargı umarız sürmez! Malum ve kesin değil mi ki bizler ‘ahde vefadan’ sorguya çekileceğiz!
Bizler onun şahitliğine şahitlik ediyoruz. Onun hayra ve doğru olana şefaatinin de takibindeyiz. Kur’an ve sünnet konusundaki titizliğine tanığız! Düştüğümüz yer olarak da kalkacağımız yer olarak da bunu salık veriyoruz. ‘Biz’ olma yolunda tüm doğruları (hem nitel hem nicel anlamıyla/hem kişi hem fikriyat olarak), doğruluğu sağaltmak ve çoğaltmak için bekleriz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *