Özkan, çağdaşları Kutub, Mevdudi, Şeriati gibi hala kendisine bakıp doğru-yanlış testi yapılacak bir salihti. Onun peygamberin hattını takip edenlerden olduğuna hiç kuşku yok. Selam ederiz Ademden Muhammed’e kadar geçen Resul ve nebilere. Özkan’a, Özkan’ın da dahil olduğu salih hatta gidenlere.
Hüseyin Alan
“Ol mahiler ki deryada yaşar, deryayı bilmezler.”
Anonim
Tabiatı suda yaşamak olan balık, suyun içinde doğup büyüdüğü ve yaşadığı için suyu tanımazmış. Balığa suyu tanıtmak için illa onu kavağa mı çıkartmalı! Denizlerin gel gitlerinde karaya vurduğunda, kendinden büyüklere veya insanlara yem olduğunda zaten ölmüş olacağından, başka türlü tanıma imkanı bulabilir mi? Balık temsilinden hareketle insanları balığa benzetenler, insanın yaşadığı çevrenin, dahil olduğu kültürün etkisiyle düşünüp yaşadığını, bununsa fıtratındaki olumsuz özellikleri yeşertip teşvik ettiğinin farkında olmadığını anlatmak ister. Balık kıssasından bu ibret çıkartılır!
Öyle diyordu İbn Haldun, “insan, fıtratının adamı olarak değil, çevresinin/toplumunun kültürel ve siyasal koşullarının adamı olarak yaşar.”
Verili siyasal ve toplumsal koşullar altında yaşayanlar bu durumu referans alacak, ilahi kaynaklı duyuru ve modelden hareketle düşünüp ayrışmadan yaşayıp gidecek!…
Tarihin yemek sofrasına oturup rızıklanan insanların çoğu yalnızca açlığını giderir, karnını doyurup kalkar. Onlardan çok azı bir kaşık tattıktan sonra yemeğin malzemesini, karışımını, kıvamını, lezzetini, sunumunu bilir ve yorumlar. Bunu nerden bilirler?
Yemek hakkında evvelden bahsedilenleri biliyor, malzemeleri tanıyor, pişirmesinden olmasına kadar analiz yapıp yorumluyor, daha leziz olması için akıl yürütüyordur da ondan.
Bu misal insanların çoğu bu dünyada öylesine yaşar, günlük gaile ve rutin içinde kaybolur, bunu da her şey zanneder! Ana akım düşünceye ve pratiğe kapılır gider. Zihin konforunun ve yaşam tarzının bozulmasını, alıştığının dışına çıkmayı istemez, gündelik hayatı düzenleyen üst iradeye, iradenin dayandığı referansa akıl erdirmez.
Oysa insanların pek azı bu tuzağa düşmez; reşit olduktan sonra aklını kullanır, sağlam bir referansa ve sahici bir modele dayanarak düşünür, kıyaslar ve başka türlü eyler. Eleştirir ve üretir, anlam ve değer katar. Günlük rutini de düzenleyen üst irade ve politikayla cedelleşir…
Bu girişi Ercümend Özkan’ı doğru tanımanın ve sıradışı niteliğinin anlaşılması için yaptık. Bu bağlam anlaşılırsa onu tanımak artık kolaylaşır.
Özkan, içinde yaşadığı dünyanın, mensup olduğu toplumun verili kültürel, siyasal ve iktisadi koşullarını iyi tahlil etmiş, bu koşulların insan doğasındaki olumsuz özellikleri teşvik ettiğini, insanı kendine yabancılaştırdığını, gündelik hayatı düzenleyen ve ifsad eden niteliğini iyi gözlemişti.
Mevcut tarihsel ve sosyal koşullarda, yerleşik düşünce ve pratikte, değerin olguya kurban edildiğini, olgunun gerçeklik katına çıkartılıp değerin ideal/imkansız sayıldığını fark etmiş, şerrin ehveninin ön kabul yapıldığını izlemiş, “böyle gelmiş böyle gider kendini kurtar” saplantısını reddetmişti.
Başka bir deyişle varlık aleminin, yaratılışın, işleyişin ve akıbetin dualist/ikili düşünüşle ayrıştırıldığının ve insan hayatının parçalı yaşatıldığının farkındaydı. Dolayısıyla dinin, “ruhani-uhrevi-vicdani” alana hasredilerek özelleştirildiğinin; “cismani-dünyevi-kamusal” alandan soyutlandığının bilincindeydi.
Özetle insanın düşüncesi ve yaşayışının ikiye ayrıştırıldığını; insani etkinliklerin/faliyetlerin ve ilişkilerin parçalandığını; insani eylemlerden siyasi, iktisadi ve toplumsal olanlarının seküler meşruiyete; itikadi, ibadi ve ev işlerinin tanrısal meşruiyete tâbi kılındığını biliyordu.
Buraya kadar tamamdı da, acaba İslam dini bunu kabul eden, realiteye/olguya teslim olan bir din miydi? İslam’ın kendisi bu hususta ne diyordu?
Özkan’ın içinde yaşadığı toplumsal bağlam ve tarihsel süreç böyle idiyse, bunları bilmek ona yetecek miydi? Söyledikleri ve yaptıklarına bakarak denmeli ki, Özkan’ı asıl bundan sonrasıyla da tanımak önemliydi.
Özkan’ın sağlam bir düşünüşe, sahih bir referansa ve modele dayandığı belliydi. Gayrısı üstleneceği misyonu gösterecekti. Yolu aydınlıktı: Yanlışa dikkat çekmek, doğruyu göstermek, insanları da buna ikna etmek, takip edeceği istikameti oldu. Süreçte nelerle karşılaşacağının öngörüsüyle sabır ve istikrarı yegane koruyucu kalkan yapacaktı.
Onun takip ettiği bu usul, İslam inancında şirkten arınmanın iman etmenin ön şartı olduğu, İslam fıkhında haramın terkinin farzın ikamesinin ön şartı olduğu usulüyle irtibatlıydı…
Modern düşünce sistemi ve Avro-Amerikan merkezli medeniyet evreninde, düşünce ile pratik ayrı şeylerdir. Bunlar bütünleşmez. Düşünce faaliyeti ayrı, uygulama alanı ayrıdır. Toplumsal, siyasal ve iktisadi hayatla, uhrevi ve dini hayat bu sebeple de birbirinden ayrışır ve ayrı ayrı yaşanır. Bu hal Müslümanlığa kitap ile sünnetin, iman ile eylemin ayrışması olarak yansır. İmanı ve eylemi ahlaktan kopartır.
Oysa ister felsefe, sanat, ahlak olsun, isterse tarih, siyaset ve iktisat alanı olsun, hangi düşünce alanı olursa olsun pratikten kopuk bir düşünce yoktur. Neye dayanırsa dayansın beşeri her düşünce bir pratikten, pratiğin içinden üretilir. Labaratuvarda, hayalde, kütüphanede, pratikten soyut atmosferde bir düşünce üretilmez. Dolayısıyla pratik üretmeyen bir düşünce, düşünmeye dayanmayan bir pratik yanlıştır. Bu ilim bilim olmaz. Bir şey olur ama hakikat olmaz.
Şu halde İslam’ı sevdiğini ve savunduğunu söyleyenler, yaşadıkları reel gerçeklik içinden, akıllarındaki bir modele dayanarak bu gerçekliği ilişkilendirip ilim üretecek. Ürettiği ilim süregiden pratiği etkileyecek. Dolayısıyla Müslümanca düşünmekle insani etkinlikleri yekpare biçimde toparlayıp Müslümanca yapmak gerçekleşecek. Çünkü İslam dini, insani etkinliklerin ve ilişkilerin tümünü aynı hukuka ve meşruiyete tâbi kılar. İslami ahlak da bunu ifade eder.
Özkan’ın içinde yaşadığı için idrak ettiği ve gözlediği mevcut sosyal koşullar, İslam dini ve prensiplerini modern düşünüşe dayandırınca, İslami esas ve usulleri makulleştirmek, değeri olguyla irtibatlandırıp “zamanın ruhu”na uyarlamak, hayatı dini-dünyevi ikileminde parçalı yaşamak meşrulaşır. Dinini sevdiği halde bu gerçekliğin farkında olmayınca Müslümanın mistikleşmesi, tarihselleşmesi, rasyonelleşmesi ve metafizikçileşmesi kaçınılmaz olur. Özkan’sa bu ucubeliği kabul edilebilir, razı olunabilir bulmaz. Farkını da böyle açığa çıkartır.
Dolayısıyla Özkan için bu dünyada niye var olunduğunun, ne durumda olunduğunun, neyin nasıl yapılması gerektiği bir yol çatağıdır. Aklında ve elinde bulunan yol haritası ona doğru istikameti gösterecektir. Kararlı ve azimli bir şekilde salihler kervanına katılır.
Geriye bir sorun kalmıştır: Kendinin bildikleri ve anladıklarını rutine kaptırmış kalabalıklara anlatım zorluğu. Onu farklı kılan bir husus da burada açığa çıkar: O bir düşünce adamı, uzman bir bilimci, sivil bir aktivist, insan hakları savunucusu olmaz. Hakikati duyuracak ve gösterecek bir şahit olur…
Kendi dönemsel tarihi ve toplumsal bağlamı içinde insanlara sirayet eden batıla nereden müdahale edeceğini bilen Özkan’ın, öne çıkan reddiyeleri ve tavsiyeleri birkaç başlıkta sıralanırsa onu tanımak daha kolaylaşır:
• Tüm dünyanın siyasal bazda kendisine referans yaptığı demokrasi, dünyevi meşruiyete dayalı siyasal bir rejim; milliyetçilik, laiklik, kapitalizm gibi bileşenleriyle İslam’a uzak toplumsal bir formasyondur. İlahi meşruiyete dayalı İslam nizamı ve onun hakkaniyet, adalet, ehliyet, istişare gibi toplumsal-siyasal bileşenleriyle esastan çelişir. Dolayısıyla, demokratik usulle siyaset yapanların kendileri şahsi statü ve kazanç sağlayabilirdi ama batılı hakka karıştırmaktan kurtulamazdı.
• Avam dini de sayılan tasavvuf, İslam’dan ayrı bir dindir. İslam ile bazı yerlerde paralelliği görünse de, bu onun girdiği her toplumun inanç ve kültürüne bürünen elastikiyeti kaynaklıdır. Kendi özü itibarıyla da tarihçesi, kökeni, kavramsal sistematiği ve referansıyla İslam ile zaten çelişir. Dünya işleri için gönderilen İslam dinini iç aleme/gönüle ve ahirete has kılıp dünya işlerinin dışında bırakması dahi onun başka bir din olduğunun göstergesidir.
• Kur’an ve sünnete dayanmayan İslami düşünüş ve yaşayış batıldır. Şu yanlış bu doğru, şu batıl bu hak, Allah şundan razı gelmez bundan razı gelir diyerek her çağın insanına ve toplumsal hayatına müdahale etmeyen, şartları yönetmeyen din, İslam dini değildir. Hayatı yekpare düşünüp pratiğe dökmeyen İslami telakki, Allah’ın inzal ettiği peygamberinin örneklediği din değil, dindarların kendi yaşantılarına uyarladığı, sosyal şartlarına teslim ettiği başka bir dindir. Bu bağlamda tarihteki kimi sapmalar doğaldır, her çağın nesli kendi zaman ve şartlarından ve kendinden sorumludur.
• Kurumsal devletin niteliği ve dayandığı referansı esastır. Bu yanı tanındıktan sonra, İslami siyasetle çatışan devletle yüzleşmeli, onunla kurulacak ilişkiler menfaat temelli değil ancak ahlaki ölçüler temelli olmalıdır.
• Kimler olduğundan bağımsız olarak devlet yöneticilerine hakkaniyet ve adalet tavsiye edilmelidir. Bunun için devlet dışında, özerk biçimde konumlanılmalıdır.
• Dini, kontrol ve denetimi altında tutmakta mahirliği nedeniyle devletlü sınıfla mücadele gereklidir, çünkü gündelik hayatı bunlar düzenlemektedir. Bunlarla mücadele terk edilemez.
• Tevhid akidesi yahut başka bir deyişle iman unsurları bu dünyada her bir şeyden üstün ve değerlidir. Şirk unsurlarından ayrıştırılmış tevhid titizlikle muhafaza edilmeli, hiçbir bedel karşılığı ondan taviz verilmemelidir. Çünkü her bir imani unsur yaşayışla irtibatlıdır. Dolayısıyla imandan bir parça verip “nüfuz-para-iktidar-kazanım” satın alınamaz. Aleyhe de olsa hakta titizlik gösterilir. Hukukullah da bunu gerektirir.
• Örgütçülük bir evcilik oyunu değildir. “Dava” namına insanların malına, canına ve namusuna tecavüzü meşrulaştıran faşist, sosyalist nitelikli siyasi bir örgütlenme, mafyatik nitelikli bir çetecilik değildir. Bireyci, ilahi bağdan özerk özgürlükçü, liberal-kapitalist bir toplumsal formasyon da değildir.. Örgütçülük ilahi bildirimin sınırları dahilinde ve sünnete uyarak yapılır. Çünkü örgütçülüğün varlık sebebi ilay-ı kelimetullahtır. Başka türlüsünde, örgütçülüğün kendisi de yöntemi de İslami olmaz.
• Son peygamberin bu işleri nasıl yaptığı defaatle, vesilelerle uzun uzun anlatılmıştır.
• Siyasi faaliyetler siyasal partiyle yapılır. Her siyasal parti demokratik parti demek değildir. İslami siyaset yapacak olanların partisi, tüzük ve programıyla diğerlerinden ayrışır.
• Hakikatin şahidi olmak şirk unsurlarına aman vermemek, zalime destek olmamakla ancak mümkündür. Aleyhine de olsa adaletten ayrılmamak hakkın şahitliğinin ve İslam ahlakının pratik göstergesidir.
• Müslümanlar İslam ümmeti aleyhine kafirlerle dost olamaz, işbirliği yapamazlar…
1981’in başında çıkartılan “İktibas” dergisi, evvelinde yapılmış fikri ve hizbi çalışmaların bir ürünü, bir parçasıydı. Beraber olduklarıyla yaptıkları istişarenin bir sonucu, kamuoyuna ve kitlelere açılma stratejisinin bir aşamasıydı.
Derginin İslam’a yaklaşımı, toplumsala, siyasala ve dünyaya bakışındaki nitelik farkı nedeniyle gördüğü ilgi, hem sistemi hem de Müslümanlara vaziyet edenleri rahatsız edecekti. Karşı taarruz ve tehditlere boyun eğilmedi. Çünkü beklenen bir şeydi. Bu faaliyetin dergi tarafıyla hala kesintisiz olarak devam ediyor olması oldukça önemlidir.
Dergi yayın politikasında dikkat çeken hususların başında, düşünmek ve eylemek için kavramlara verilen önem öne çıkar. Siyasal toplumsal aktüalitenin yorumu, sosyolojik tahliller, telif yahut alıntılar, özgün makalelerle birlikte kavramsal sistematiğin tamamlayıcısıdır…
Kavramlar yüzyıllar içinde ortaya çıkan, kendisinden farklı anlamlar çıkartılabilen ifade kalıplarıdır. Bu özellikleriyle günlük kullanımda tüketilen sözcükler gibi değildir.
İnsanlar kavramlarla düşünür, gözler, anlar, yorumlar ve eyler: Kendisiyle, toplumla, doğayla, siyasetle ilişki kurar.
Modern düşünüşte her bilim dalı kendine has kavram sistematiği üretir. Kendini kendi kavramlarıyla anlatır. Kimi kavramlar birçoğunda ortak kullanılıyor olsa da, bilimsel disiplinler bunlara kendi manasını yükleyerek kullanır.
İslami kavramlar farklıdır: Dünyayı ve varlık alemini yekpare anlatır. Din-dünya, ruh-beden, fizik-metafizik ayırımı yapmaz, hayatı parçalamaz. Dini bilimler-dünyevi bilimler ayırımı da yapmaz. Nakil merkezlidir. Kendisi dışında kalan her şeyi tanımlar, tasnif eder, yargılar. Her birine ahlak katar. Şüphesiz bu, İslam dininin kurucu veya asli kavramlarıyla alakalıdır. Çünkü bunlara yüklenen mana, ilahi anlam yüklüdür.
Bunlardan da farklı anlamlar çıkartılabilir elbet, bu bir yandan her çağın insanının anlayışına hitap ederken, esasa bağlı kalmak koşuluyla onlara kavram üretme imkanı da tanır. Bir yandan da genel esaslar çerçevesinde zamanlar ve mekanlar üstü ortak anlamı ve tutumu muhafaza eder.
Bu yanıyla İslam, felsefenin bilgi kategorindeki ontolojik ve epistemolojik kavramsal tasnifine sığmaz, sosyolojinin ve dinler tarihinin araştırma nesnesine dönüşmez, la-dini siyasetin meşruiyet aracına düşürülmez. Dolayısıyla bunların tanımına ve tasnifine de sığmaz…
Özkan’ın kavram hususundaki titizliği rastgele değildi. Bu husustaki hassasiyeti onun hem işin özüne vukufiyeti, hem modern düşünce ve pratiğin kendince doldurup bozduğu anlamların aslına döndürülmesi çabasının gereğidir. Dolayısıyla ta başından üstlendiği sorumluluğuyla uyumludur.
Dergide iktibas edilen başka düşüncelerden alıntılar, benzer konuda farklı düşünenlerin konuyla ilintili isabetli tahlillerine yer verilmesinden murat, içe kapalı yaşamaya alışık, dışarıya yabancı kalmış, dünyayı dar açıdan gören Müslüman zümrenin dünyaya açılan bir penceresi olmaktır. Başkalarıyla iletişimi sağlama imkanı sağlamaktır.
1980’lerde başlayan post-modern akımın dergide “Amerikancı İslam” olarak etiketlenmesi, fevkalade bir erken teşhistir. Bu akım zihin kodlayıcı, dili her şey yapıcı, kavramsal sistematik hiyerarşisini alt üst edişi sebebiyle dalga dalga geliyorken, Müslümanların yaşantısını ve ilişki biçimini de temelden etkileyecekti. Bunun tanıtılması önemli hale gelmişti. Dergide bu hususta yazılan yazılar ve alıntılanan telifler, hem bu akımı tanıtıyor, hem bu yönde erken uyarı yapıyordu: Luteryanist ve Calvinist din anlayışının sarıp sarmalayacağı zihinler bu tehditten uzak tutulmaya çalışılıyordu.
Post-modern etkiyle boca edilen Amerikalı İslamcı dalga, yukardan aşağıya akan azgın sel suları gibiydi, müslim gayr-ı müslim ayırmadan önüne kattığını sürüklüyordu. Sele karşı durmak veya henüz dünyaya açılan Müslümanlar için tutunacak bir dal bulmak kolay değildi.
“Sen hala orda mısın, aynı şeyleri mi tekrarlıyorsun” ithamlarının arka planı ve kaynağı burasıydı. Sel suyuna kapılanların kendini savunusuydu. Bu psikolojik baskının Özkan’ı etkilemesi ve yıldırması mümkün olmadı. Çünkü sağlam bir tutamağa sarılmıştı. Bu durumu ondan 30 sene sonra olsun anlayabilmek çok daha mümkün artık.
Aynı dönemde peydahlanan tekfirciliğin, mealciliğin, sivilciliğin, şiddete meyyal cihadiliğin etkisini kırmak için de bir fasıl açılmalı:
“Dininizi Kur’an’a, eyleminizi sünnete dayandırın, yeterince olgunlaşmadan harekete kalkışmayın, tazeyken yapacağınız bir yanlış sizi başka yanlışlara sürükler, ahlaki zafiyete düşürür, farkında olmadan bunu kanıksarsınız, yaşadığınız dünyayı ve çevreyi iyi tanıyın, üzerinize oyun kuranlara aldanmayın” tavsiyesi, “bildiklerinizi tartışmaktan korkmayın, dininizden şüphe duymayın” tarzı cesaret takviyeli uyarılarının bağlamı da burada iyi anlaşılmalı. Onu mealci ve hadis inkarcısı yapan, hiçbir şeyi beğenmeyen ithamlarının arka planında yatan bağlam da bu bağlamdı!..
İlk çalışmalarının ürünü arkadaşlarındandı. Kendi ifadesiyle onunla tanışmazdan önce bir grupla Seyyid Kutup, Mevdudi okuyor, dini Kur’an’dan öğreniyorlardı. “Özkan size farklı neyi anlattı, onda ne buldunuz?” sorusuna “tevhidi”, “İslami ahlakın her alanda geçerli olduğunu” diyordu.
Okumak yetmiyordu demek ki! Anlamak gerekiyordu. Anlamaksa “aşmak” demekti. Aşılacak olan neydi? Şirk temelli anlayış, cahiliye temelli toplumsal ve siyasal yaşam. Yerine, sünnete uygun yapılanma. Gerekiyorsa karşı cepheyi büyütmeyi ve mücadeleyi göze alma.
Avrupa’ya gidiş gelişlerinde kendisini dikkatle takip eden, orada kavram çalışmaları da yapan bir muhterem anlatmıştı:
O zamanlar 12 Eylül sonrası ilticacı olarak Hollanda’daydım. Özkan’ı dinleyişim ve sorularım ilgisini çekmiş olmalı ki bir seferinde özel görüştük. Bana anlattıklarımdan hareketle “Sence % kaç mutabıkız?” diye sordu. “%70” dedim. “Allah’tan kork, %1 mutabık kaldığım biriyle beraberlik için her imkanı kullanırım.” dedi.
Bu anektod Özkan’ın, ayrıştırmadan çok birleştirici misyonuna, bireycilikten çok kollektif çalışmaya verdiği öneme ve sabrına işaret eder.
İlklerdendi. Sonradan ayrılmıştı. Onunla görüştüğümüz bir seferinde “Ercümend Özkan’ı fazla abartıyorsunuz! O sivil bir aktivistti” demişti! Ancak kendisinin dahil olduğu kulvar, cahiliyenin hılf-ul fuduluna referanslıydı. İslam gelince hılf’ın kaldırıldığını bilmiyordu. Çünkü iki şey arasındaki dayanak ve maksat özü itibarıyla zıttı. Ayrıca sivilliğin laikliğin ön şartı; aktivistliğin de sermaye bağlantılı olduğunu düşünüp anlamamıştı!..
Ercümend Özkan’ın İslami Parti girişimi, ülkede kitlesel Kur’an okuma çalışmalarının geldiği yer ve içerde başlayan tıkanıklığına bir açılım mıydı, kendince bir stratejinin parçası mıydı bugün dahi anlatmak güç. O günlerde yakınları dahil Müslüman çevrenin algı düzeyinin ötesinde bir pratik olduğu kesindi! Girişim değişik açılardan ama haksızca eleştirilmiş ve sanki hiç olmamış muamelesi görmüştü!
Karşı çıkanların camiada abiler ve kanaat önderleri olması enteresandı! Bunların bir zaman gelip post-modern düşünüş ve eylemin rüzgarına kapıldığı, “kazanım, ehven-i şer, çoğu elde edilmeyenin azından vazgeçilmez, maslahat” gerekçeleriyle demokratik bir partiyi destekledikleri, demokrasinin İslami olanını icat ettikleri görüldü! Dün karşı çıktıkları demokratik sürece katılmakta mahzur görmemişlerdi. Amerikancı İslam’ın mahareti olsa gerek!
Bu da hayatın bir garip cilvesiydi. Kişinin kendi iddiasıyla sınanması bu olmalıydı!
Ercümend Özkan’ı bir düşünce adamı olmadığı, düşünce alanlarından birinde uzmanlık yapmadığı hususunda eleştirenler, “düşünme-pratik” ikiliğine duçar olan, Özkan’ın söyleyip yaptıkları karşısında işgal ettikleri sosyal pozisyonlarında meşruiyet krizine düşen ve rahatsızlık duyanlar olmalıydı. Bahsedilen ikilem, modern çağın bulaşıcı hastalığıdır, yaygın bir haldir. Vaziyet hakikate teslimiyetten çok, şehvet ve tutku esaretine işaret eder!
Masum haliyle diyelim böylesi bir yaklaşım, pratikten kopuk bir düşünce alanı olduğu sanısıyla irtibatlı. Buna göre doğru düşünmeden doğru eylemenin imkansızlığı söz konusu. Kur’an okunmadan, anlaşılmadan pratiğe geçilemez saplantısı! Düşünsel netlik öncelik hevesi! Sanırsın din ilk kez geldi; bilinmez sırdı çözülmesi gerekti! Düzelmek için okuyup anlamak değil, okumak da okumak gerekti! Buysa üstü örtük biçimde kendine çağrının, kendi anlayışını otorite yapışın, beni dinlemeli, bana gelmeli demenin bir tezahürü!
Bu arıza, memlekette alimliğin de filozoflar gibi sadece düşünen adamlar olduğu ön kabulüne dayanıyor olmalı. Acaba gerçek nasıl?
İsimleri ve görüşleri günümüze kadar ulaşan ve hatta hala görüşlerine müracaat edilen filozoflar ve alimler, salt düşünce insanları değildiler: Filozoflar “polis”, alimler “Medine-i Fazıl’a” üzerinden düşündüler. Filozoflar ön kabullü bir “tez”, alimler “nakil” ve bir “model” üzerinden hareket ettiler. Toplumsal hayatın nasıl örgütleneceği, toplumu kimlerin yöneteceği, siyasal kurumların nasıl şekilleneceği, iktidarın nasıl el değiştireceği, insanın mutluluğu ve refahının hangi siyasal ve iktisadi koşullarda gerçekleşeceği, hukuk, özgürlük, adalet ve ahlakın toplumla ve kurumlarla bağlantısını kurdular. Kendi zamanları ve koşullarında yapılması gerekene yoğunlaştılar. Bu sebeple de hemen tümünün yönetimleriyle başları dertten hiç kurtulmadı.
Yani tarihte sadece düşünen bir filozof, sadece düşünen bir alim olmadı! Bu mesele üzerine yoğunlaşmayanların Ercümend Özkan’ı anlayabilmesi ve tanıyabilmesi de dolayısıyla mümkün olmadı.
Özkan’ın vahiy merkezli düşündüğünü ve sünnet merkezli eylediğini anlamak için “devlet merkezli; rasyonel merkezli; laiklik-din-özgürlük merkezli; cinsiyet merkezli” düşünen ve eyleyenleri anlamak ve tanımak icap eder.
Müslümanca düşünmeyi Müslümanca eylemekten veya Müslümanca eylemeyi Müslümanca düşünmekten kopartanların, hakikati “hikmet-i hükümete, rasyonel akla, şeyhe, tayin edilmiş imama, filozofa” dayandırmış olması doğaldı, bu hal her çağda sıklıkla rastlanan bir sapmaydı. Kendi zamanımızda da bu türlerin sesinin gür çıktığına bakıp hayıflanmamalı!..
Özkan için “bir tek sen mi biliyorsun, etrafında kaç kişi kaldı, Müslümanların başarılarından neden hoşlanmıyorsun” tarzı ithamları savuşturmak hayli zordu; çünkü mesele hakikati işitmek değil işi şahsileştirerek savuşturmak, mevcut yanlış konuma meşruiyet üretmekti.
Bu ithamı savuranlar söyleme ve eyleme bakmak, Allah indinde geçerli bir mazeret bulmak veya yanlışı telafi etmek yerine, şehvani tutkulara esareti tercih etmiş olanlardı. Mesele şayet hakikat idiyse onu savunanın bir kişi olmasının ne önemi olabilirdi? Başarı dediğin neydi?..
Düşünüş ve eyleyiş bağlamında çağlar boyu pek değişmeyen ve aşılması gereken manialardan birisi, dinin, birilerinin önünde diz kırmış, dini tahsil yapmış, belli alanlarda uzmanlaşmış, özel bir sınıfına dahil olanların tekelinde olmasıydı.
Özkan’ın deyimiyle “güneş ışığı ve ısısının yeryüzüne ve insanlara ulaşmasını engelleyen kara bulutlar.”
Üzerinde biraz düşünüldüğünde görülür ki bu dinde uzmanlık meselesi, Allah yasaklamış olsa da dinin sırtından geçinen ruhbanlıktı: Özel giysileri, özel eğitimleri, özel bir sınıfa mensubiyetiyle toplumda nüfuz sağlamış, dilleri, şekil şemalleriyle insanları etkilemiş, dine dair hurdalıktan nakilleriyle dini tahrif etmiş özel bir statü. Bunların tarih boyu şaşmaz nitelikleriyse servet sahipleri ve devletlülerle danışıklı hareket etmesidir.
Oysa İslam’da “ilim” ve “alim”, bir statüye, bir sınıfa mensubiyete işaret etmez. Dinde uzmanlık veya otorite kabul etmez. Anlatılanlar ve yapılanlar İslam’ın zıddında bir şeydir. Anlatmaya çalıştığımız husus, son peygamberi tanıyanlara yabancı değildir.
İslam’da ilim nakle dayalıdır, nakilden üretilir. Tarih, doğayı gözlem, aklı kullanma, tefekkür, tefakkuh burayla irtibatlıdır. Üretilen ilim insanlara hakikati duyuran, doğruyu yanlışı öğreten ve gösteren, akıbeti hatırlatan, müjdeleyen ve korkutan, insan etkinliklerinin tümüne ahlak ve adalet katan, kaliteyi yükselten bilgidir.. İslam’da alim; bilen ve yaşayan, kimselere yük olmadan kendi kazanıp harcayan, haram ilişkilerden uzak durduğu için sultandan/devletten ve servet sahiplerinden uzak duran, özerk ve bağımsız kalan, bunlara dahi hakikati ve adaleti hatırlatan, ahlak abidesi bir muttakiliktir: Bir sınıfa mensup olmayıp halkın içinde, sahada olanlardır. Bu nitelikleriyle Allah’tan başka korkuları ve beklentileri olmayanlardır.
Bu özetten sonra demeli ki, okumuş yazmış, kanaat önderi olmuş, dindarının dahi alıştığından farklı konuşup görünen yanıyla; kentli, günlük tıraşlı, takım elbiseli, medeni, herkese her kıvamda söyleyecek sözü olan, sözü anlaşılır kılan, söylediklerini ahlak edinip arkasında duran, devlete mesafeli, helalden kazanan, özgür ve cesur bir Ercümend Özkan’ın işinin zorluğu anlaşılabilir!..
Salihleri anacağız! Allah’ın buyruğu bu.
Neden?
Her nesil kendi zamanı ve toplumsal bağlamı içinde nerede durduğunu, nasıl yaptığını görmek ve doğru-yanlış testi yapmak için.
Özkan, çağdaşları Kutub, Mevdudi, Şeriati gibi hala kendisine bakıp doğru-yanlış testi yapılacak bir salihti. Onun peygamberin hattını takip edenlerden olduğuna hiç kuşku yok. Selam ederiz Ademden Muhammed’e kadar geçen Resul ve nebilere. Özkan’a, Özkan’ın da dahil olduğu salih hatta gidenlere.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *