İlk önceleri yumuşak geçiş, havuç stratejisi adına dine dair usturuplu söylem ve eylemlerin, sarıklı cübbeli kesimle fotoğraf ve ortam paylaşımlarının, hutbe iradlarının şimdilerin de sistem argümanı olduğu gibi, her zaman işlev gören bir aparat olduğu unutulmamalı…
Mustafa Bozacı
Başlı başına bir devrim olan bu yeni renk seçimi, norm tercihi, bu makas değişimi ile yapılan yön tayini, adına ‘cumhuriyet’ denilen durum, bu yeni emr-i vaki dönem, bir dizi bileşenleri, normdan doğan yeni formu dayatan farklı yan devrimleri de işe koşmuştur.Tüm bunlar anlık, gelişi güzel, ihtiyaca binaen, bir talep sonucu ve süreç gereği değil yeni dönemin zorunlu gerekleri, olmazsa olmazları olarak düşünülmüş, planlanmış ve işe koşulmuştur! Sitemin sacayakları olarak… perçinleyen, tahkim eden! Havuçsa havuç, sopaysa sopa!
Şimdi kılık kıyafet devrimi ile misalen tevhid-i tedrisatın, ölçü-tartı ve takvim değişimi ile harf inkılabının ne alakası var diyebilirsiniz? Biliyorum bu ortamda, bu nitel çerçevede bunu diyecek bir akl-ı evvelimiz yoktur da; işimiz, hedefimiz, sözümüzün ulaşmasını isteyip beklediğimiz kitle, nicelik açısından bu ifritten suali soracak hayli kimsenin olduğu da malumunuzdur. Aslında bu alakayı, irtibatı kurmakta zorlanan, bunu aklının köşesinden geçirmeyenler açısından, bu itiraz, aslında bir sorgu sual şeklinde değil de, ‘Ne alakası var, eski dönem istibdat, yokluk, sıkıntı, hak ve özgürlüklerde kısıtlama, padişahlık/saltanat vb. özellikleriyle matah mıydı ki yeni döneme –eksikleri de olsa, ki bunlar zamana bırakılmalı, fırsat verilmeli vb. zannî terennümlerle- karşı çıkıyorsunuz?! Demokrasi, insan hakları geliyor, çoğunluğun/cumhur seçimi, yasama-yargı-yürütme erkleri temsili de olsa cumhurun tasarruf ve tercihine bırakılıyor, medenî hukuk, kadınlara haklar(!), muasır medeniyet, çağdaşlaşma geliyor…’ şeklinde bir cevabî karşı duruşu, savunuyu, yeniyi sahiplenmeyi içermektedir.
Bu süreçte yaşanan onca olumsuzluk, İstiklal Mahkemesi uygulamaları, halka yapılan sindirme politikaları, eskiye dair olan adet, gelenek ve görenekler, örfî yaşayış üzerindeki yasaklamalar, camilerin, kanaat önderlerinin, –yüzünden de olsa- Kur’an tedrisatının uğradığı taarruz ve tasallutlar, ‘yalan söyleyen tarih’ nitelemesini bizlerin elinden kaparcasına karşı hücum adına alıp kullanmak da bu aymazlığın bir mahareti, el çabukluğu marifet ya da çalınan minarenin kılıfı şeklinde bir ilave yöntemi olmuştur.
Bu, tüm zamanların sihirbazları formunda iş gören, basın-yayın, edebiyat ürünleri -makaleler, gazeteler, özellikle romanlar- marifetiyle, yerine göre kolluk kuvvetleri ve gönüllü işbirlikçi, ispiyoncular vasıtasıyla anonslar ve yaygara ile de perçinlenmiştir.
Hani derler ya ‘Öküzler kendi tarihçilerini bulana kadar, tarih hep aslanların zaferini anlatacak, yazacaktır.’ diye, işte o kabilden olarak atı ç/alan Üsküdar’ı geçiyor maalesef!
Bu arada, ilk önceleri yumuşak geçiş, havuç stratejisi adına dine dair usturuplu söylem ve eylemlerin, sarıklı cübbeli kesimle fotoğraf ve ortam paylaşımlarının, hutbe iradlarının şimdilerin de sistem argümanı olduğu gibi, her zaman işlev gören bir aparat olduğu, bunun yenilip yutulduğu, bu oyunun daima tuttuğu da –maalesef tekerrür eden tarihi bir olgu olarak- unutulmamalı, daima zikredilmelidir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *