Anayasa seküler bir rejimin ana referans kaynağıdır, o toplum için ‘nass’ hükmündedir. “Bana anayasanı söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” dersek, anayasanın toplumu şekillendirmedeki rolünü de ifade etmiş oluruz.
12 Eylül 1980 tarihli ABD uzantılı askeri darbeyi yapan generallerin, üçüncü senenin başlarında (Kasım 1982) siyasi hokkabazlıklarla yüzde 90’ın üzerinde bir ‘evet’ oyuyla kabul edildiğini ilan ettikleri anayasa, oldum olası demokratların ve muhafazakarların tepkisini çekmiştir. Darbenin lideri ölmüştür netekim ama anayasası hala hayattadır. Ancak mevcut anayasanın hem hayatın gerçeklerine hem de dünyanın gidişatına uymaması, bir darbe dönemi anayasası ile yönetilmek zorunda kalan Türkiye’nin imajını zedelemekte, öte yandan yaklaşmakta olan yeni dönemi karşılayacak esnekliğe de sahip bulunmamaktadır. Netice olarak, Avrupa’nın ve onların siyasi ve ideolojik yüksek basıncı altındaki yerli grupların bu anayasayı değiştirme arzusu ile, iktidardaki muhafazakâr demokratların dünyanın geçmekte olduğu yeni düzene hazırlanma gayesi, üstelik seküler düzenin sağlamlaşmasını temin edecek yeni anayasa talebi bütünleşmiş durumdadır.
Tabi bu noktada özellikle 1982 anayasasındaki ilk 3 maddenin korunmasını sağlayan 4. maddenin varlığı da muhafazakar tabanı öteden beri rahatsız ediyordu. Bütün bunların birleşmesi, yeni anayasaya doğru giden yolu iyice genişletmekte, ancak yenisini yapmak da o kadar kolay görünmemektedir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın epey bir süredir (2021’den bu yana) yeni bir anayasa yapma konusunu gündemde tuttuğu bilinmektedir. Böylece kamuoyu konuya ısındırılmalıdır. 1 Ekim günü TBMM yeni yasama dönemine başlamasıyla birlikte AKP’nin bir anayasa çalıştayı yapacağı öngörülmektedir.
Hükümetin yetkili ağızlarından anayasa sözcüğü çıktığı an muhtelif mihraklar da harekete geçmektedirler. Mesela rejimin kurucu partisi CHP’nin kimi yetkilileri, genel karakterleri olarak “yaptırmayız” içerikli çıkışlarında fütur getirmemektedirler. Bunda şaşılacak bir durum da yok. CHP’nin bir yetkilisi Hüda Par Başkanının çıkışını, “Siz monarşi istiyorsunuz. Laiklikten nefret ediyorsunuz. Demokrasiden hoşlanmıyorsunuz, ümmetçisiniz” gibi sözlerle yaylım ateşine tuttuysa da CHP’nin barutu da bir yerde tükenecektir. Çünkü muhafazakâr demokrat ağırlıklı Cumhur İttifakı CHP’den gelecek bu reddiyelere hazırlıklıdır.
Belki de CHP’den ziyade Cumhur ittifakının kilit partisi MHP ve adıyla sanıyla öyle olan lideri Devlet Bahçeli’ye bakmak gerekmektedir. Bahçeli, ittifakın küçük ortağı Hüda Par’ın Başkanının anayasanın ilk dört maddesini değil, sadece dördüncü maddeyi kaldıralım çıkışını tam bir fırsata dönüştürmek suretiyle ve belki de en büyük mesajı Cumhur ittifakının patronu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a vermek niyetiyle masaya yumruğunu vurmuş durumdadır. Bahçeli diyor ki, ne ve kim olursa olsun, hangi mevkide bulunursa bulunsun anayasanın ilk dört maddesine şaşı bakan, şaibeli tavır gösterenler yok hükmündedir, onları ciddiye almıyoruz, muhatap kabul etmiyoruz. Bahçeli’nin “hangi mevkide bulunursa bulunsunlar” sözü ülkenin en önemli mevkilerinde bulunan zatlara gönderme olsa gerektir. Bu çıkışıyla Bahçeli, ‘darbe anayasası’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerini koruyup kollamakta CHP’nin de önüne geçmiş bulunmaktadır. Bahçeli, 4. maddeyi ilga edelim de ilk üç madde durursa dursun diyenleri mağlup ve meczup saymakta ve bunlara dünya gözüyle müsaade etmeyeceklerini haykırmaktadır. Bahçeli, kılıçlarla yemin eden ve Mustafa Kemal’in askerleriyiz diye slogan atan teğmenlerle ilgili kanaatlerini dile getirmeyi de partisinin Genel Başkan Yardımcısına havale etmiş gibidir. Sözü edilen şahıs “Teğmenlere güvenimiz tam”, “Ordumuzla milletimiz arasındaki sarsılmaz bağa halel gelmesine müsaade edilmez. Bu sebeple hiç kimse farklı yollara ve algılara sebebiyet vermemelidir” diyerek yine ‘önemli’ yerlere gereken mesajı vermiştir.
Bu arada Devlet Bahçeli, partisinin anayasa ölçütlerini ilan etmekten de geri durmamaktadır: Sivil, demokratik, insan hak ve hürriyetlerine dayanan, devletin ve milletin hukukî omurgasını belirleyecek, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle uyumlu, geniş katılımcı bir anayasa. Bahçeli’ye göre anayasanın ilk dört maddesine ve Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine sadık kalınarak zamanın ihtiyaçlarına dinamik ve kalıcı cevaplar verilebilecekmiş.
Halihazırda tartışmasız en deneyimli siyasetçi olan Tayyip Erdoğan, anayasanın ilk 4 maddesiyle ilgili ‘Bizim açımızdan herhangi bir tartışma yoktur’ demekle, müttefiki MHP’yle en başta karşıt konuma düşmekten sarfı nazar etmiştir. Erdoğan “Özellikle Cumhur İttifakı’nın böyle bir sıkıntısı, böyle bir derdi de yoktur” sözüyle MHP’ye güvence, Hüda Par’a uyarı vermiştir. AKP Sözcüsü Ömer Çelik de Genel Başkanını teyid etmiştir. Çelik gazetecilerin sorusu üzerine Hüda Par Başkanını ‘uygun bir lisanla’ yalanlamış, onun istediği tarzda bir değişikliğe olumlu bakmayacaklarını ifade etmiş, “Anayasanın dört maddesiyle ilgili herhangi bir tartışmamız yoktur. Bu konudaki değişiklik teklifleri bizim açımızdan olumlu değildir” sözleriyle Erdoğan’ın görüşünü tekrarlamıştır. Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum ise bir adım daha ileri giderek, ‘değiştirilemezlik ilkesi’nin ülkesel birliğin ve devamlılığın temeli olduğu gerekçesiyle anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilemez ilkesinin korunması gerektiğini savunmuştur. Başdanışman, bu ödevi hatırlatmanın şimdiki neslin (kendilerinin), buna sahip çıkmanın da gelecek neslin ödevi olduğunu söylemekle, AKP kadrolarının neleri muhafaza ettiklerini ortaya koymuş bulunmaktadır.
AKP bünyesinde hemen her konuda birbirine tamamen zıt görüşler barınmakta ancak Erdoğan’ın ‘gölgesi’, farklı fikirlerin uç vermesine izin vermemektedir. Başta Erdoğan olmak üzere AKP’nin yetkili ve etkili isimlerinin anayasanın ilk dört maddesine gösterdikleri tepki muhafazakâr demokratlığın icabıdır. Mesela sabık milletvekili ve Erdoğan’a sadakatini her fırsatta ortay koymaya çalışan Mehmet Metiner, anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesini teklif etmeyi bile yasaklayan 4. maddenin kaldırılmasını demokrasi, hak-hukuk, adalet ve özgürlükler adına istemektedir. Metiner, Cumhuriyet tabi ki değiştirilmemelidir lakin nitelikleri -milletin iradesi doğrultusunda- özgürlükçü bir anlayışla yeniden yazılmalıdır demektedir. Metiner bizatihi Cumhuriyet’e ve Atatürk’e itirazı olmadığını, itirazının bizatihi yanlış Cumhuriyetçilik ve yanlış Atatürkçülük anlayışına olduğunu belirtmektedir.
Anayasanın ilk dört maddesiyle ilgili en sert tepkiyi, yine bir sabık dönem milletvekili ve İktidar medyasının yazarı Yasin Aktay vermekteyse de onun da bir sonuç doğurması mümkün görünmemektedir. Aktay sadece anayasanın ilk dört maddesi değil, başka ‘değiştirilemezler’in de bulunduğuna dikkat çekmektedir. Mesela diyor, 1918’de Filistin cephesinin nasıl düştüğü ve o düşüşten sonra Osmanlı’nın nasıl hemen işgal edildiği, İngiliz işgali altındaki İstanbul, Samsun ve Ankara’dan geçilip işgalcilere karşı bir milli istiklal mücadelesinin nasıl sürdürülebildiği, nasıl kazanılabildiği ve İngilizlerin ne alıp da bir kurşuna bile hedef olmadan çekip gittikleri, Kemalist inkılaplar, Cumhuriyetin kurulması mizanseni, Hilafetin kaldırılması gibi birçok konu da düşünülmez, öğretilmez, öğretilmesi teklif dahi edilmez.
Bunlar anayasa değişikliği taleplerine dair şimdilik düşebileceğimiz notlar.
Bir anayasanın darbe ürünü olmasıyla liberal-demokrat siyasetin ürünü olması arasında İslamî siyaset açısından kayda değer bir fark bulunmamaktadır. Her iki tür anayasa da sonuçta, rejimin kurucusu olarak haricî muktedirler tarafından naspedilen bir kişinin ne olduğu belirsiz (ebter) ilkelerini korumak esasına dayalı, sosyal bir hukuk devleti olduğu söylenen laik-demokratik rejimin güvencesi olacaktır. Anayasa baştan sona hak, hukuk, adalet, insan hakları, kişi hakkı, özgürlükler gibi terimlerle dolup taşacaktır. Kabul edelim ki darbe anayasasında bu terimlerin hepsi de batıl amaçlar uğruna kullanılmıştır ve bu haliyle hiçbir hakkı-hukuku koruması mümkün değildir. Peki sivil, demokratik, geniş katılımlı ve laik bir anayasa da, yukarıda değindiğimiz terimler açısından aynı olmayacak mıdır? Mesela hak kelimesi sivil, demokratik ve laik bir anayasada nasıl yer alacak, orada ‘hak’ neyi ifade edecektir? Hak her şeyden önce Allah’ın ismidir ve İslam’ın en temel kavramlarından biridir. Hak Allah’ın hak dediğidir, bâtıl da Allah’ın bâtıl dediğidir. Mesela kadının ve erkeğin tesettürü Allah’ın emridir ve haktır. Örtünmemek, açılmak ise haksızlıktır, bâtıldır, Allah’a isyandır. Seküler bir rejimin belki de rekor seviyede bir katılımla yapacağı bir anayasa ise örtünmeyi değil açılmayı hatta ‘cahiliye teberrücünü’ (cahiliye teşhirciliğini) esas alacaktır. Seküler bir anayasada en iyimser bakışla konu ‘kılık-kıyafet’ olarak ele alınacak ve o da tamamen kadının (ve erkeğin) kişilik hakkına inhisar ettirilecektir. Kadının dilediği şekilde giyinip kuşanmasına, herhangi bir insan şöyle dursun Allah bile karışmaya yetkili sayılmayacaktır. Daha genel bir şey söyleyecek olursak, kadın ve erkek yasanın güvencesiyle kendi kendinin rabbi ve ilahı sayılacaktır. Böylece Muhyiddin İbni Arabî’nin “kul Hak’tır, Hak da kul” görüşü yasal zemin bulacaktır.
Bu durumda iki tane ‘hak’ terimi ortaya çıkmaktadır. Peki bunlardan hangisi doğrudur, daha doğru bir soru olarak, bu ikisinden hangisi hak, hangisi bâtıldır? Aslında iki tane ‘hak’ yoktur, bir tane hak vardır o da Allah’ın buyurduğudur. Laik-demokratik, sivil ve benzeri sıfatlar yüklenen anayasa Allah’a ait olan hak terimine taşkınlık yapmaktadır. Yukarıda değindiğimiz ve değinmediğimiz tüm terimleri bu ölçüye vurabiliriz.
Anayasa tartışmalarına müdahil olan tarafların hemen hiçbirinin çıkışı meselenin özüyle ilgili değildir. Bütün tartışmalar, eskimiş olup, özgürlükçü toplumun arzularına cevap vermeyen hantal rejimin sağaltılmasına yöneliktir. Mevcut anayasanın meşum ilk dört maddesi kötü de diğer maddeleri iyi midir? Büyük bir toplumsal katılımla yapılması hedeflenen özgürlükçü anayasa Müslümanların beğeneceği, Allah’ın razı olacağı bir anayasa mı olacaktır? Yeni anayasanın da değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez maddesi/maddeleri olacaktır ve bu da İslam’ın devlet yönetiminin dışında tutulmasıyla ilgili olacaktır. Bununla beraber şunu biliyoruz ki İslam’ın kurucu kavramlarını İsrail oğullarının tekniği ile tahrif edip, birey haline getirdiği Müslümanlara ferdi planda ibadetlerini serbestçe yapma, isteyenin istediği şekilde başını örtme ‘hakkı’ gibi haklar tanıyacak olan sivil anayasaya Medîne Vesikası anlamını yükleyen, dolayısıyla ortaya çıkacak ürünü dindarlaşmak olarak tesmiye edecek epey muhafazakâr bulunacaktır.
Müslümanlar olarak, halkın İslamlaşmasını istemekten başka gündemimiz olamaz. İslamlaşan halka da sadece ve ancak Kur’an’a dayalı bir yasama ve hukuk düzeni istenir. Müslümanlara yakışan budur. Geleneksel veya çağdaş şirkin hiçbir tonuna Müslümanlar razı olamaz, onay veremez, “yetmez ama evet” de diyemezler. Müslümanların önüne konulan bir anayasa metni ya İslamîdir ya da değildir. İslamî olmayan hiçbir şey Müslümanın kabulü değildir.
ABD, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’İ TERK ETMEYE HAZIR MI?
Her yıl olduğu gibi bu yıl da bütün dünyanın devlet başkanları ya da temsilcileri Eylül ayının son günlerini ABD’de geçirdi. Geçmiş bir yılın ve gelecek yılın değerlendirmesi, ikili ilişkiler ya da bölgesel mevzular burada bir araya gelen başkanlar ya da bakanlar arasında yapıldı. Bu yıla damga vuran gelişme ise, veto hakkı olanların dahi, Fransa ve Çin gibi, BM’nin yapısında reform isteyecek kadar ileri gitmesiydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleri ile meşhur olan BM’de reform talebi, bu yıl bizzat BM Genel Sekreteri tarafından da dile getirildi. Peki gerçekten bu sözler, BM’nin yapısında nasıl bir değişim beklentisi ile söyleniyor olabilir?
Genel kanaat, 1945 sonrası kurulan Amerikan merkezli düzenin temel kurumlarından olan bu yapının artık dünya milletlerini tatmin etmekten uzak olduğu yönünde. Başta, Gazze’de yaşanan siyonist zulme karşı tutumu olmak üzere, Ukrayna-Rusya savaşında oynadığı rol de BM’nin batının çıkarlarını gözetmek dışında bir fonksiyonunun olmadığını bir kez daha göstermiştir. Geçmişte de benzer örnekler olmasına karşın bu defa mızrak çuvala sığmaz olmuştur. Liderlerin BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmalar, kendi milletlerinin gönlünü okşamak dışında bir işe yaramadığı gibi BM Güvenlik Konseyi adı verilen konseyin de batı çıkarları söz konusu olmadığında kılını kıpırdatmadığı zaten biliniyordu. Ancak tüm dünya halklarının, siyonist katillerin durdurulması talebine, bu güçlü bilinen kurumların oyalama taktiği ile yanıt vermesi, dünyayı artık rahatsız ediyor. Görünen o ki birileri de bu rahatsızlığı yine kârlı bir sonuca tahvil etmeye çalışıyor.
BM’den rahatsızlığın ana sebebi, BM’nin en etkili organı sayılan Güvenlik Konseyi’nin politikaları. Çifte standart sahibi olmaktan çekinmeyen Konsey, ABD’nin aleyhinde olduğu kişi, kurum ya da devletler hakkında, koalisyon kurup savaş kararı bile alabilirken, ABD’nin safındaki bir kişi ya da devlet için ise, isterse veto kartını kullanabilir ya da oyalamayı seçebilir. Yıllardır süren bu uygulama tarzı bugün, gelişen iletişim mecraları sayesinde sıradan insanın bile farkında olduğu gerçeklere dönüştü. Akıl sahipleri için bunları görmek çok da zor değildir.
Batı, aldığı kararlara meşruiyeti Birleşmiş Milletler üzerinden sağlıyor. Bu meşruiyetin dayanağı ise, tüm devletlerin imzaladığı, 26 Ekim 1945’te kabul edilen BM Anlaşması. Bu kabul, BM merkezli olarak çıkarılan kararların itirazsız kabul edilmesini sağlamaktadır. Dünyaya akseden haberlerde, “BM’nin aldığı karar doğrultusunda…” şeklinde bir dil kullanılarak, milletin algısına da bu esas yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Böylece tüm dünyanın üst karar mercii BM olurken, neyin doğru neyin yanlış olduğuna da BM tarafından karar verilmiş oluyor.
Bu yapıya yapılan itirazlar ise, BM’nin karar alma ve uygulama şeklinin ötesine geçmiyor. BM’de alınan herhangi bir karardan zarar görenler karara itiraz etmekte, görülen zararın ortadan kalkması ile itiraz da sona ermektedir. Dikkat çeken nokta, bu düzenin esastan reddedilememesidir. Düzene getirilen eleştiri, sistemden fazla nemalanamayan devletlerin paylarını büyütme çabasından ibaret bulunuyor. Ola ki bu devletlerden biri mesela veto hakkını kazansa gerisi onun için de önemli olmayacaktır. Üstelik artık o da var olan düzeni savunmaya yönelecektir. Dünya beşten büyüktür şeklinde ifadesini bulan tepki de bundan farklı değil. Veto hakkına sahip üye sayısı beş yerine on beş olsa bu düzende ne değişecektir?
Yıllardır sürdürülen bu düzenin artık değişmek zorunda olduğu su götürmez bir gerçektir. 1945’te o günün şartları ve yakın gelecek hesaplanarak dizayn edilen sistemin, onlarca yıl sonrasına hitap etmesi zaten beklenemezdi. Çıkarlara dayalı bir organizasyonun bugüne kadar dayanması ise bir başarı(!) bile sayılabilir.
Akla gelen, bundan sonra ne beklenebilir sorusunun yanıtı da bir sürpriz olmayacaktır. BM’nin organizasyon yapısında bir takım değişiklikler olacaktır lakin temelde, batının ve işbirlikçilerinin çıkarlarına halel getirecek bir şekle dönüşemeyeceği malumdur. Veto sisteminin ele alınması, adının değiştirilmesi, veto hakkına sahip ülke sayısının artırılması gibi parçacı yaklaşımlar bu gerçeği değiştirmeyecek, sadece, değişim beklentisine girmiş olanların heyecanını yatıştırmaya yarayacaktır. Batının egemenliğine zarar getirebilecek bir değişim beklentisi ancak ham bir hayal olarak adlandırılabilir.
BM’nin bu dönem bu kadar ‘reform’ çağrısı alması bir raslantı olarak açıklanabilir mi sorusunu ise şöyle yanıtlamak mümkündür: Bu tür kurumsal ve küresel çağrıların çok ince hesaplar neticesinde yapıldığı unutulmamalıdır. Her devlet kendi çapı, gücü ve etkinliği oranında, çıkarlarına ve hedeflerine uygun şekilde hareket tarzı geliştirmeye çalışır. Geçmişte tek tük yapılan çağrıların bugün bu kadar yüksek sesle dile getirilmesinin altında, ABD liderliğindeki batı düzeninin hegemonik gücündeki erime başat rol oynamaktadır. Bununla birlikte, hem ABD’nin hem de batılı diğer devletlerin kendi iç çatışmalarının daha da görünür hale gelmesi diğer önemli sebeptir. ABD ve batı asıl gücünü, güçlü imajından almaktaydı ancak bu imaj artık tel tel dökülmektedir. Özellikle Gazze’de ve Ukrayna’da yaşananlar, batının imajını yerle yeksan etmiştir.
İsrail batının tüm askeri ve siyasi desteği ile aylardır saldırmasına karşın, Filistin İslami direniş hareketi Hamas ve Hizbullah güçlü bir direniş sergileyebilmektedir. İsrail bir ‘devlet’ statüsünde sayılır ve batıdan en iyi desteği alırken, Hamas ve Hizbullah hem birer örgüt, hem de ancak el altından kısıtlı yardımlarla savaşı yürütebiliyorlar. Alınan yardım ve desteklerdeki uçurum gibi farka karşın bu iki örgüt, o taşeron terör rejimine kafa tutabilmektedir. Herkesin gözü önündeki bu durum, batının, bugüne kadar çizdiği ‘güçlü’ imajının çok gerisinde olduğunu ispatlamaktadır. Benzer şekilde, bir Rusya’ya karşı, batının her tür desteği esirgemeden sağladığı Ukrayna’nın, istenen başarıyı yıllardır yakalayamaması da bu durumun net göstergesi.
Bu dönemi uygun görerek değişim talebinde bulunulmasında bir başka etkenden daha söz edilebilir. Dünyanın çok kutuplu bir düzene doğru ilerlediği ve yerel birliklerin artık küresel düzende daha fazla yer edindiği söylemi artık daha geniş kabul görüyor. Bu doğrultuda her ülke bir takım birliklere katılarak hem bölgesel işbirliğini, hem de bölgesel güvenliğini sağlamaya çalışıyor. Bu irili ufaklı ittifaklar da, BM’de değişim çağrısı yapma konusunda birçok devlete cesaret vermektedir. Ancak işin ilginç tarafı bu tür ittifaklar, BM’de veto hakkına sahip en azından bir devlete ittifak içinde yer vererek bir ağırlık hissettirebilmektedir. Bu bağlamda bakıldığında BRICS ancak Çin ve Rusya ile bir ağırlık kazanırken, aynı ağırlık mesela Türk Devletleri Teşkilatı’nda görülememektedir. Ya da AUKUS adlı birlik ABD sayesinde kuvvetli bir ittifaka dönüşürken, Güney Amerika Birliği UNASUR ya da Batı Afrika Birliği ECOWAS gibi örgütler ise varlık gösterememektedir. Realitedeki bu durum, bu ittifakların henüz gerçekten batıdan bağımsız oluşumlar olamadıklarını kanıtlıyor. Bu da tabi güç dengelerindeki değişimin hızını yavaşlatmakta, ittifak üyesi ülkelerin batının çeperinden uzaklaşmasını engellemektedir. Bu da doğal olarak, dünyanın çok kutuplu hale geldiği fikrini şüpheli hale getirmektedir.
Geçtiğimiz günlerde sona eren Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda siyonist rejimin eli kanlı liderinin de kürsüye çıkarak konuşma yaptığını da buraya not etmemiz gerekiyor. Soykırım suçlaması ile Uluslararası Mahkemelerde yargılanması talep edilmesine rağmen, gerek dünyada gerek İsrail’de aleyhine protesto yapılmayan bir tek gün geçmemesine karşın bu eli kanlı katilin tıpkı diğer liderler gibi davranabilmesi ve buna hiçbir dünya liderinin ya da devletin tepki gösterememesi, var olan düzenin, üye devletlerin nezdinde hala güçlü olduğunu kanıtlar niteliktedir. BM’nin böyle bir katile yardım ve yataklık yapıyor olması, BM’de değişim talep edenlerin itiraz noktalarından biri olmaması da bir diğer ‘ilginç’ noktadır.
Sonuç olarak, BM’de değişim çağrılarının BM’de kökten bir değişimi talep etmemesi, meselenin en can alıcı noktasıdır. Köklü bir değişim, temelde ideolojik güçlü bir yaklaşım gerektiriyor. Batılı laik demokratik düzene, Allah’ın bütün emir ve yasaklarını dışarıda bırakan bir yapıya, bütüncül bir eleştiriyi, rakip ideoloji sanılan sosyalizm ya da komünizmin getirmesini beklemek de ancak ‘gülünç’ olarak tanımlanabilir. Sosyalist Enternasyonal’in son toplantısının, kapitalizmin lideri ABD’de yapılması da bunu doğrular niteliktedir. BM toplantıları için ABD’de bulunan sosyalist liderlerin bir de sosyalist enternasyonale katılıyor olması, kapitalizm şemsiyesi altında sosyalizme de yer verildiğini, hala göremeyen gözlere gösterebilir belki diye umuyoruz.
Gerçekten değişimi sağlayabilecek olan güç ise Müslüman dünyasıdır ki, dünyada olup bitenin farkına varması, küfür düzeninin yerli ve yabancı işbirlikçilerinin deşifre edilmesi ve kendi üzerinde oynanan oyunlara itiraz etmesi ile bu mümkündür. Batının çıkarlarına hizmet etmenin ötesinde işlev görmeyen, topladığı paralarla yardım çalışmaları yaparak kendini aklamaya çalışan Birleşmiş Milletler adında uydurma bir yapının, adaletin hâkim olduğu bir dünyada esamesi okunabilir mi?
DÜN İSMAİL HENİYYE, BUGÜN NASRALLAH
İngilizlerin ve Amerika’nın Harîm-i İsmetimizdeki vekili Siyonist terör örgütü İsrail, Hizbullah’ın lideri 64 yaşındaki Hasan Nasrallah’ı katletti. İsrail gerek Hamas’ın gerekse Hizbullah’ın bütün lider kadrolarını hedef alıyor, kendisini cehenneme yuvarlayacak ‘başarılar’ elde ediyor.
İsrail sadece İsmail Heniyye’yi ve Hasan Nasrallah’ı öldürmemekte, bütün bir İslam ümmetini katletmektedir. Bunun da ötesinde İsrail ve müvekkilleri İslam namına ne varsa, hepsine kurşun sıkmaktadırlar. İsrail hakkın, hakikatin, İslam’ın, Kur’an’ın, Muhammed (sav)’in ve Allah’ın düşmanıdır. Siyonist Yahudiler Kaynuka, Nadîr, Kureyza ve Hayber derslerini unutmadılar. İsrail’in, asr-ı saadetteki bu hezimetlerinin intikamını aldığını bilmeyen cahildir, buna katılmayan da ahmaktır.
Esasında Müslümanlardan intikam alan Siyonist-Haçlı ittifakıdır ama Müslümanların üzerine İsrail adındaki, Sykes-Picot ve Arthur Balfour ilkahının ürünü terör aygıtını sürmektedirler. İngilizler, Amerikalılar ve diğer müttefikleri yüzyıllara sâri olarak derslerine çok iyi çalıştılar. Müslümanlar için hayati öneme sahip halifeliği yıktılar. Bunu yaparken de bir sürü ‘Müslüman’ düşünür ve hareket adamına, kendileri için hazine kıymetindeki hilafete sövdürmeyi başardılar. Halifeliğin lağvedilmesinden sonra uluslaşan Müslüman toplulukları atomize etmek hiç zor olmadı.
Her şey gelir, geçer. Ölenler de unutulur bir gün. Ama Müslümanın iyi ve kötü günde kimin yanında durduğu, kimin ateşini söndürmek için karınca misali ağzında su taşıdığı unutulmayacaktır. İnsanın şerefini belirleyen de bu ‘duruşu’dur.
İktibas Dergisi, Ekim ayı yorumu
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *