Kur’an ile İslam’ın, Kur’an ile sünnetin, sünnetle İslam’ın arasını ayırırsak elde hiçbir şey kalmaz! Kalanlar da sadra şifa olmaz! Sünnet ayrı, Kur’an ayrı kaynaklar olarak ele alındığında esas sorunlar o zaman başlar. Sünnet, Kur’an’da mündemiçtir ve Kur’an’ın söylediklerinin uygulamaya geçirilmiş halidir.
Mustafa Bozacı
‘’Kur’an İslamı’ndan başka bir İslam mı olur, be hey şaşkın!’’ diyerek son sözümüzü en başta söylemiş olalım ve tarafımız da belli olsun!
Şimdi bu deklareden sonra kızarak yazının devamını okumayacaklara bir diyeceğimiz olamaz, zira onlar da kendilerince unu elemiş, eleği asmışlar demek ki! Yani bir ön kabul söz konusu… Aslında biraz sabredip okusalar, ifadedeki vurguya şerh düşüp itiraz öne sürecekler gibi bir bakıp sabretseler belki bir hak verme ihtimalleri doğacak bize ve hakikatin ortaya çıkması adına ‘müsademe-i efkar’ fırsatı belirecek.
Bu aforizmayı paylaştıktan sonra sıra gelsin meselenin serilmemesine, terkip üzerine getirilen eleştirilerin çözümlemesine, okuma kararı verenlerle fikirlerimizin paylaşılmasına… Lehte ve aleyhte geliştirilen ön ve son yargıların analizine… Kimseyi paylamak değil amacımız, böyle bir hadsizliğimiz de olamaz. Ancak bir hakikatin ikamesi bazen (çoğunlukla!) zor olduğu gibi zorlamalara da fırsat verir. Yine de sürç-i lisan edersek affola!
Terkip elbette başka şekillerde de oluşturulabilir, meram başka ifadelerle de dillendirilebilir: ‘’Kur’andaki İslam’, bir zamanların meşhur tartışma konusu olarak ‘İndirilen Din’ –elbette zıttı olan ‘uydurulan din’ terkibiyle birlikte-, ‘Son Din’, ‘Hak Din’, ‘İlahî Din’, Hz. Muhammed’in Tebliğ Ettiği Son Vahiy’, ‘Vahiy Dini’, ‘Son Teklif’, ‘İslam Nedir-Ne Değildir’, ‘İslam’ın Kaynağı/Kaynakları’ vb. terkipler bunlardan bazıları olarak alınabilir. Ne var ki hangi başlığı seçersek seçelim, hangi ifadeyi kullanırsak kullanalım, son söz olarak sunduğumuz ilk söz, bizim zann-ı galibimizdir, kat’i denilebilecek kanaatimizdir, bilgi, birikim, değerlendirme ve okumalarımız neticesinde vardığımız ön kabulümüz değil, son tercihimizdir.
Esasında bu terkip üzerinde ‘Kur’an İslamı’ tercihi üzerinde kötü niyet ve amellerle tercihte bulunanları muhatap almaya gerek yok, ama bizler bu tercihin de masum bir tercih olmayıp kurgulandığı, malum yer ve mihraklarca tezgahlandığı, işe koşulduğu gerçeğinden hareketle ilk sözlerimizi onlara dair kurmaya çalışacağız.
Kurgu ve tezgahın bu açık boyutuna rağmen bizler bu terkipten ve onun bileşenlerinden ne diye uzak duralım ki?! Kavramlar da bizim, terkip de! Mesele bu kullanımdaki bileşenleri açığa çıkarmak, niçin ve ne amaçla kullanıldığını efradını cami, ağyarını mani şekilde beyan ederek, tashih gayreti içinde kalarak bir hakikati sahiplenmektir. Bu bir edilgenlik, tuzağa düşmek sayılmamalıdır. Zira ‘İslamcılık’ kavramında olduğu gibi amaç, yitiğimize sahip çıkmaktır. Bunun yanında kem niyetlilerin de ellerinden bu ‘maymuncuk’ misali aparatı alarak onları ifşa etmek, maskelerini düşürmektir.
Bu manipülasyon ve dezenformasyon kurnazlığının, ‘el çabukluğu marifet’ göz boyamacılığının malumunuz olan meşhur örnekleri ‘Kur’aniyyun’ ekolü ve tarihteki olumsuz örnekliğinin bugünlere kullanılabilir, işe koşulabilir bir aparatı olarak ‘Haricilik’ mantığı ve ‘mealcilik’ akımıdır.
Tarihi serüvenine çok takılmadan, ilk elde ‘Kur’aniyyun’ akımı, bu coğrafyalarda ‘Kur’an bize yeter!’ söylemi ve ‘mealcilik’ sapması olarak yansımıştır. Bu iki sapma da esasen üzerinde durmayı oldukça hak etmektedir. Bu iki su-i tarz için ‘Kendileri ile yanlış kastedilen doğru söz!’ ifadesini kullansak, biliyorum eksik kalır ve oralara sanki bir olumluluk atfediliyor hissi uyandırabilir! Ancak, bizler açıkça fikirlerimizi serdeder, kendi meramımızı anlatabilirsek, tenakuz deyin, çelişki deyin, ne derseniz deyin ortadan kalkacaktır. Bu iki yaklaşımın kast-ı mahsusa ile İslam ile müslümanların arasını açmak, onları şüphelere gark etmek, muktesebatları ile kavgalı hale getirmek –her ne kadar tartışmaya açık hususlar olsa da bunlar bizim birer iç meselemizdir, bunlar üzerindeki kurgu ve tezgahlar bizlerin iç edilmesine dönüktür ve maalesef olan biten de halihazırda bu minvaldedir- süte su katmak, indirilenlere uydurulanları katıştırmak, kulları kullara kul etmek için Yaratanla yaratılanın arasına engeller koymak vb. amaçları içerdiği söylenebilir.
‘Kur’an bize yeter’ ve ‘mealcilik’ yolları ile yolsuzluğa kapı aralanmış, post modern zamanlarda bu süreç ‘ne olsa geçer’ tarzında hakikatin bölünüp parçalanmasına, ‘herkesin hakikati/yolu/dini/imanı/doğrusu kendine ve kendince’ zehabına varıp dayanmıştır. ‘Kur’an bize yeter!’ diyenler evvelemirde dinin türedi olmayan müktesebatı yanında o döneme dair sahih uygulamanın da reddiyesiyle dinin köklerine ve hayata renk ve anlam katacak uygulamalarına set çekmeyi amaçlıyorlardı. Dinin kutsal bir tapınma aracı olarak iki kapak arasında saklı/gizli/ulaşılmaz/anlaşılmaz kalmasını, ziya ve şifasını arz etmemesini istiyorlardı. Yahudilik ve Hıristiyanlığın başına gelenlerin son din (özel anlamıyla) İslam’ın da başına gelmesini hedefliyorlardı. Bunda kısmen de başarılı olmuşlar, sürüp giden algı ve tartışmalara bakıldığında… Metinle anlamın ve dahi sahih uygulamasının arasını açarak, irtibatlarını kopararak yapı bozumculuktu amaçları… Bir taşla çok kuşu da vurmayı başarmışlar maalaesef yaşananlara, müslümanım diyenlerin hali pür melallerine bakıldığında…
Keza ‘mealcilik’ söylem ve uygulamaları da –her ne kadar iyi niyetli gayretleri ayırmak gerekse bile- operasyonel amacına ulaşmış, inananlarını bölük pörçük etmiş, nerdeyse kişi adedince bir algı başıboşluğuna, metin üzerinde olur olmaz mühendislik ameliyesine, arkeolojik kazı girişimlerine, kavram ve kelimeler üzerinde hoyratça tepinmeye kapı aralamış, o aralıktan sızan hurafat-curufat ne varsa kendine yol ve neticede uygun bir konakçı bulmuş, yapı bozumu bu kanalla sürüp bugünlere değin ulaşmıştır. Etki ve cazibesi maalesef bugünlerde de güncelliğini sürdürmektedir.
‘Mealcilik’ akımının Hıristiyanlığın İncil’e getirdiği yaklaşımdan, kişisel yorum, kilise tekeline başkaldırı (başka bir tekel, hatta hiçlik, boşluk, keyfilik oluşturma amacı saklı olarak!), ‘anlama’ çabası öne çıksa da (yine indî ve bir mesnet, kök aramadan keyfe keder!) ‘hermönetik, tarihselcilik, kelimelerin, lügat anlamlarının verdiği serbestlik, şartlara/ihtiyaçlara(!) ve zemine göre yorumlama gibi art niyetlilikten etkilenmiş ve süreç önü alınamaz halde ‘vahalarda dolaşma’ boyutuna kadar ulaşmıştır. Lakin şunu da eklemeden geçmeyelim: Her ne kadar kötü ve art niyetlerle işe koşulsa da bu algının bu coğrafyalara olumlu yansımaları olmuş, insanımızın Kur’anla buluşmasında kısmî vesile görevi görmüş, metin-anlam birlikteliği tahakkukuna kapı aralamış, ‘Kur’an anlaşılmaz(!)’, ‘onu sadece belli kişiler, o da belli kurallar (alt yapı) sayesinde anlayabilirler(!) ve ‘batınî anlam’ vb. yanlış yönelimlerin önüne geçilmesinde de hayatî/kritik roller üstlenmiştir desek yeridir.
Şimdi bu algı dezenformasyonlarına karşı bu yol ve yöntemleri açık edecek, makyajını silecek azim ve kararlı cehd de yine aynı kanaldan ve aynı ağırlıkta hatta daha fazla ince eleyip sık dokuma gerektirecek nitelikte ‘Kur’an İslamı’ vurgusunu gündeme alıp doğru tarzını, teori ve pratiği ile birlikte yansıtmak gerekmez mi? Bunda yanlış olan, eksik ya da fazla olan ne vardır?! Burada kavrama, terkibe kullanım amacını açıkça deklare ederek sahip çıkma bilinci vardır; edilgenlik, pasiflik, eklektiklik, tuzağa düşme değil!
‘Mealcilik’ de, ‘Kur’an bize yeter!’ ifadesi de gerekli tashihten sonra, dört başı mamur olarak tarif edildikten sonra, sınırları kat’i olarak belirlenerek, olurları ve olmazlarıyla beyan edildiğinde, anlaşılıp uygulandığında bir sorun kalmayacaktır diye düşünüyoruz. Yeter ki ‘taraflar’ nesnel davranabilsin ve de samimi olabilsinler. Yoksa mealler olmasa kaçımız Kur’an’ı anlayabilir? Kaçımız Arapça’ya gerekli yeterlilikte vakıf? Sonra ‘meal, metnin yerine geçer!’ diyen yok ki -diyenler bağlam dışı!- aramızda! ‘Anladığımız dilden okumak’, ne demektir? Bugün en çok okunan kitap Kur’an, ama anlam ve ondan neş’et etmesi beklenen salih ameller, uygulamalar nerede? Bugün kitap/Kur’an, onu okumak için (o da yüzünden ve yüzeysel) öğreniliyor, öğrenmek için okunmuyor! Düşününüz Hz. Muhammet (as) farklı yerlere elçi gönderdiğinde, ‘Kur’an göndermemiş, o kişilerin anlayacağı dilde (ve/veya gönderdiği elçinin gittiği dile tercüme ettiği) davet mektupları‘ göndermiştir.
Kur’an bize yetmez!’ demek ne anlama gelir, tersinden düşünüldüğünde; hangisi daha büyük cürümdür, ‘yeter’ demeye kıyasla? Burada da suistimalleri göz ardı ediyor değiliz, istisnalar kaideyi bozmaz! Bizler, bile isteye sözün altını doldurarak ne kastettiğimizi, ne amaçladığımızı beyan edersek sorunlar ortadan kalkacaktır. Evet, biliyoruz, bu topraklarda olduğu gibi sair müslümanların çoğunluk olarak bulundukları (ne yazık ki bu çoğunluk, nitel bir vaziyet ifade etmediği gibi sadece istatiksel bir değer(!) ifade etmektedir ve İslam’ın ‘İ’si dahi hem dışsal kurgular, tanım ve tarifler, hem de içteki müsaitlik gereği sakıncalı addedilir olmuş, hüküm ve kayda alınma noktasında terk edilmiş durumdadır) topraklarda ayetler, Kur’an hükümleri sık sık mızrakların ucuna takılmakta, ok ve kılıç gibi kullanılmakta, Hariciliğin günümüz uzantısı kurgu/sun’i (Sünni değil!) İŞİD/DAEŞ benzeri yapılar Kur’an’a rağmen bildiklerini okumakta, taşeronluklarını îfa etmektedirler. ‘Su-i emsal misal olmaz’ fehvasınca bizler bu durumun da farkına varıp o farkındalığı izhar ile doğru temsiliyetleri ikame etmek durumundayız. Bu ‘Kur’an İslamı’ söylemi de dahil! Neticede doğrusu ile eğrisi ayırt edilsin; görülsün, tanınsın, bilinsin…
Kur’an ile İslam’ın, Kur’an ile sünnetin, sünnetle İslam’ın arasını ayırırsak elde hiçbir şey kalmaz! Kalanlar da sadra şifa olmaz! Bunlar birbirlerine rağmen iş göremezler! Hayri Kırbaşoğlu hocanın dediği gibi, ‘Kur’an, kurucu metin; sünnet, kurucu örnekliktir’. Sünnet ayrı, Kur’an ayrı kaynaklar olarak ele alındığında esas sorunlar o zaman başlar. Sünnet, Kur’an’da mündemiçtir ve Kur’an’ın söylediklerinin uygulamaya geçirilmiş halidir. Bu haliyle etle tırnak gibidirler; birbirlerinden ayrılmaları muhaldir. Yine asıl ve ilk kaynak Kur’an olarak alındığında, bu, dinin sahibi, yegane hüküm koyucu, yaratan ve emreden, gerçek ilah ve rab olan Allah’ı hakkıyla takdir etmenin de zorunlu bir yansıması olacaktır. Yoksa sünnete Kur’an’ı, onun bir ayetini neshettirmeye kalkmak gibi bir fecaat ancak ‘Anadolu İrfanı’ gibi, eklektik, sentezci, toptancı ve yığmacı algılarda olabilir! Yine son zamanların meşhur akademisyen deklarasyonundaki gibi bir merd-i kıpti şecaati(!) -ki dinle şeriatın, İslam’la şeriatın, Kur’an’la şeriatın arasını ayırmak şeklinde tezahür etti, ediyor biliyorsunuz- bilmem ki bu topraklara özgü bir defo, bir cahillik midir sadece!
İslam’ı arayanlar, ona teslim olmayı düşünenler yollarını mutlaka Kur’an’a düşürmek zorundadırlar. İhtida hareketlerine baktığınızda da çok büyük ekseriyetle görülecektir ki bunlar metin, meal eksenlidir. Elbette davetin sağa sola ulaştırmasında ‘örnekliklerin’ yadsınamaz bir önemi vardır ve fakat bu örneklikler de ruhunu, ivmesini, rengini, resulün de örnekliğinde olduğu gibi metinden Kur’an’dan almaktadır (Örn: Festeqım kema ümirte!’ / Hud 112).
Kur’an’dan olmayan, İslam’dan mıdır? Kur’an’da olmayan bir sünnet mi vardır?! (Saymaya kalkacaklara uyarımdır; sünnet-hadis konusunu mutlaka gereği gibi okuyunuz, özümseyiniz, kavrayınız!) resulün örnekliğini, dindeki yer, önem ve konumunu dışlayan, öteleyen, görmezden gelen, kale almayan zaten müslüman olamaz! Başka söze hacet var mı?! Resulün sünneti sadece şekil-şemaile indirilince ve dahi ağzından çıkan her söz (olur olmazına bakmadan), üstelik birçoğu da O’na (as) isnat ettirilerek farklı bir algı oluşturulunca sapla saman karışmış, sünnet asli mecraından çıkarılmıştır. Hz. Peygamberin namazı, orucu, haccı, zekatı, hak ve adaleti ikamesi, Allah’ın indirdikleri ile hükmetmesi, küfre ve şirke savaş açması, zulme karşı durması, tağutu ret etmesi, batılla hiçbir şekilde uzlaşma ve pazarlığa girişmemesi, yoksulu, yetimi, mazlumu gözetmesi, emanet ve emniyetlere riayeti tahakkuk ettirmesi, Allah’ın isminin yüceltilmesi mücahedesi, cahiliyeye karşı, onun kurum ve kuruluşlarına karşı tavrı vb. O’nun ilk dikkate alınması, riayet edilmesi gereken sünnetleri değil midir? Örfî olanla aslî olanı ayırt etmek gerekir. Mesela, Arabistan’da elçinin çöl sıcağında çorap giymemiş olması değil (yokluktan değil ihtiyaç olmamasından, çöl sıcağının gereği yöresel, örfî bir durum, herkes aynı durumda zaten!), bir Erzurumlu’nun kışta bir değil belki iki üç kat çorap giymesidir sünnet algısına muvafık olan. Bu bakış ve yaklaşım da ancak ‘Kur’an İslamı’ zaviyesinden meselelere bakınca mümkündür. Yoksa Hz. Peygamberi Kur’an’a rağmen ve salt kendi başına bir figür olarak ele aldığınızda şekle şemaile takılır kalırsınız, birçok asli sünneti de ıskalarsınız.
İslam Allah’ın kullarına gönderdiği dinin adıdır. Bu ismi O (cc) koymuş ve başkasını kabul etmeyeceğini beyan etmiştir. O yüce yaratıcı dinini kullarına elçilerine ilettiği vahiylerle bildirmiştir. O vahiyler yalnız ve ancak Kur’andadır. Allah kulları ile vahiyleri aracılığı ile konuşur (düşününüz; Hz. Musa’nın Allah’ı görüp konuşmak istemesini!..). O son lütuf ve ihsanın adı Kur’an’dır. El’İslam da odur. İman, tevhid, nübüvvet, ahiret, sınırlar-sorumluluklar, hesap-kitap, helaller-haramlar, ahlak, tüm ilişkilerin ‘’Allah-insan (inanan inanmayan), insan-insan, müslüman-insan (inanan inanmayan), insan-eşya (her şey), müslüman-eşya (her şey)’’ ana çerçevesi onda mündemiçtir. Düşünelim Şura 52-53. ayetleri; ne demek ‘..kitap nedir, iman nedir bilmezdin..’, üstelik Hz. Peygambere hitaben!?
İlk peygamberden (resul-nebi) beri indirilen, inzal edilen dinin adı genel anlamıyla İslam’dır. Burada bir sorun yoktur. Sorun çok da bizim açımızdan yoktur! Bu manada ‘Kur’an İslamı’ söylemi bütünde bir parçayı ifade eder, doğrudur. ‘Mütemmim’ parçayı ki o da son ve özel kullanımıyla yine el’İslam’dır. Bu Yahudilik ve Hıristiyanlık özel kullanımlarından farkını ifade etmek, onlardaki kısmi ve kalan doğruları tasdik edip bozulmuş, uydurulmuş olanları tashih ederek, bazı kaidelerini de nesh ederek, nübüvvet halkasının hitamı anlamında son tenzil, Rabbimizin son müdahalesi ve insanlığa son uyarısı olarak karşımızda ve insanlardan kabul edilecek tek hakikat olarak elimizin altında, teklif olarak önümüzdedir. Hani meşhur diyalog dönemlerinin ‘Allah katında din İslam’dır.’ hutbe iradının meşhur konsil (yazarımız Mehmet Durmuş’tan iktibas) toplantılarında kaldırılması, okunmaması teklifinin/ dayatmasının kabulü bu noktada iyi düşünülmelidir. Biz kabul ettik ki muharrefliği bir tarafa Yahudilik de Hıristiyanlık da o isimlerle tesmiye olunmadan Allah tarafından inzal edilmişlerdir. Orijinal halleriyle hem İslam’dırlar hem de genel anlamda İslam bütününün o dönemki birer parçasıdırlar. Şimdi bu manada düşüldüğünde son resul-nebi Hz. Muhammed vesilesi ile indirilen son dinin adı İslam, son vahiy Kur’an’da mündemiç değil midir?! Söz konusu olan ‘Kur’an İslamı’ değil midir?’! Kur’an üst ve kapsayıcı kümedir; dine dair tüm veri ve kabuller ona döndürülmek, ondan onay almak zorundadır. Kaynak olarak görülen sair delillerin –sünnet dahil/bakınız hadis demiyoruz, zira o çok daha başka bir konsepte sahiptir- tümü hem ontolojik hem epistemolojik olarak kıyası kabil olmayan verilerdir. Hepsinin kıymeti harbisi Kur’an’a olan uyum ve uygunluğu oranındadır. Kur’an norm ve ana kıstastır. Hesabımız da ondandır!
Bir zamanlar meşhur söylem vardı; ‘Tüm kitaplar Kur’an’ı anlamak için okunur!’ diye… Elhak öyledir, doğrudur! Ama sözün burasında bu konuda da bir tashih gerekiyor kanaatimizce; (mealcilik algısı ve akımına kapılmadan!) tüm kitaplar, Kur’ani bir bakışla, Kur’anî bir anlayışla, Kur’an’ı kavradıktan sonra okunup ölçülmeli ve tartılmalıdır!
Hasılı el’an İslam, ‘Kur’an İslamı’dır. Kim ondan başkasını kabul edip ona uyarsa, bu, ondan asla kabul edilmeyecektir ve o, kaybedenlerden olacaktır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *