‘Bağlantılı İslam Tarihi’ denemesi

‘Bağlantılı İslam Tarihi’ denemesi

Rabbimizden bizlere, yaşanan/yapılan hatalardan ders almayı ve tekrar aynı çukurlara düşmemeyi sağlayacak feraseti vermesini, üzerimize düşen hisseyi alabilmeyi ve ibadet yollarımızı öğretmesini niyaz ederiz…

Ali Durmuş

WILEY BLACKWELL İSLAM TARİHİ – I. DEĞERLENDİRME

Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
“Târîh”i “tekerrür” diye ta’rîf ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

-M.Akif Ersoy- (Safahat, Gölgeler 2. Kitabı, Kıssadan Hisse Şiiri)

Son zamanlarda dünyadaki tarih araştırmacıları, tarihin dönemlere ayrılması veya dönemlendirmede kullanılacak kıstasların belirlenmesinden daha çok, tarihte birbiriyle bağlantılı gelişmelerin araştırılması ve anlaşılması konusu üzerine eğilmiş gibi gözüküyor. Esasında ekonomi tarihçisi olan ancak orta çağ ve erken modern dönem üzerine yaptığı çalışmalarla ünlenen tarihçi Prof. Dr. Sanjay Subrahmanyam’ın “bağlantılı tarih” dediği bu anlayışa göre, bireylerin hayatlarında ve toplumlarda yerel ve küresel faktörlerin dinamik bir şekilde etkileşimde olduğu kabul ediliyor.

Bu yazımızda sizler için tahkik edeceğimiz kitap da, işte yukarıda bahsettiğimiz bağlantılı tarih anlayışıyla, bir medeniyet inşasında İslam’ın toplumsal dönüşümdeki yerini, cihanşümul bir tarih anlayışı süzgecinde ve çok farklı disiplinlerden beslenerek ele alıyor. Armando Salvatore tarafından yayına hazırlanan ve Wiley Blackwell Yayınları tarafından basılan kitabı, diğer İslam tarihi kitaplarından ayıran en önemli hususlardan birisi, bütün bir İslam medeniyetinin gelişimini ve şahıslarını (tek bir yazarın dağarcığına hapsolmak yerine) ihtisaslarını çok farklı alanlarda yapmış otuza yakın akademisyen tarafından oluşturulmuş zengin içerikle sizi karşılaması. Bu özellik ilk başta bazılarımız için dezavantajlı bir durum gibi gelse de kitabın editörlüğünü yapan Armando Salvatore, Roberto Tottoli ve Babak Rahimi o kadar başarılı bir iş çıkarmışlar ki, okuyan kişide anlatım dili ve akıcılık açısından aynı kalemden çıkmış hissi uyandırıyor. Vakıfbank Kültür Yayınları tarafından basılan ve altı yüz seksen beş sayfa olan eserin çeviri başarısından da bahsetmek gerekir. Birçok gazete ve dergide çalışmalar yapmış olan İsmail Hakkı Yılmaz’ın çevirisine kusursuz demek abartı olmayacaktır. Anlama konusunda oldukça işimize yarayan bu titiz emeği için teşekkür etmek gerekir.

M.S. 661 yılından günümüze yaşananları ele alan kitabın, dönemlerin sınıflandırılmasında kullandığı isimlendirme, esasında Chicago Üniversitesi’nde İslam ve dünya tarihi üzerine çalışmalar yapan ve 1968’de kırk altı yaşında vefat eden Marshall Hodgson’un üç ciltlik “İslam’ın Serüveni” çalışmasında kullandığı ile çok benzerlik taşıyor. Ayrıca yazarların hemen hemen hepsinin Hodgson’un kitabında kullandığı özel terminolojiyi sahiplenmiş olması, toplam yedi bölümün ve yirmi sekiz başlığın birbirine yakınsamasında çok yardımcı olmuş. Bu yüzden de bahsedeceğimiz bu eser ile birlikte Hodgson’un çalışmasının da okunması, muhakkak ki çok isabetli olacaktır.

İslam kültür ve medeniyeti için veya küresel beşeri nizamın oluşumunda dönüm noktası sayılabilecek gelişmeleri baz alarak oluşturulmuş dönemlendirmeyi esas alan bu kısımlar, tek bir kavmin başından geçenleri sırasıyla ele almak yerine daha önce de söylediğimiz gibi İslam medeniyetini, kurumlarını ve kavramlarını diğer dünya medeniyetleri ve (yerine göre) bireyleri ile bağlantılı olarak kuşatıcı bir şekilde inceliyor. Sûfizmin ve Şiiliğin ilgili dönemdeki seyri ise, her bölümün değişmez iki konu başlığı olarak ele alınmış. Bu durum, Batı’daki İslam tarihi araştırmacıları açısından tasavvufun ve Şiiliğin İslam’ın görünen yüzü olarak ne kadar öne çıktığının da göstergesi. Kur’an’ın anlaşılması üzerine cehd eden akım ve fikirler, belli ki bu iki başlık kadar hiçbir zaman gündem olamamış.

Kitabın geniş hacimli değerlendirmesi yerine bu yazıda, (genel geçer malumatlardan uzak durmaya çalışarak) dikkat celbeden noktalar farklı başlıklar altında derlenmeye çalışıldı. Paragraflarda sözü edilen bilginin kitapta geçtiği yerlerin sayfa numaraları (okuyucuya kolaylık olması açısından) parantez içerisinde verilmeye çalışıldı.

Şunu da yeri gelmişken belirtmek isterim ki; bu kitapta yazılanların tamamının doğru bilgiyi temsil etmediği ve bazı başlıklarda oryantalist bakış açısı taşıdığını kabul ediyorum. Kitabın tamamının düşüncemizi yansıtmadığını da buraya not düşmüş olalım.

Kitap Ortadoğu veya “ana kıta” dediğimiz mukaddes topraklarda bölge halklarının başına gelenleri anlamak, İslam medeniyetinin geri kalmışlığının nedenlerini (ki bu konuyla ilgili “Avrupa Hegemonyasından Önce”(1) isimli kitap da eş zamanlı okunabilir) ve Türk siyaset ahlakının dayandığı temelleri, biat kültürünün çıkmazlarını, liderlerin her dönem İslam dînini “şeyleştirmesi”nin nasıllığını, entelektüel/âlim kesimin toplumdaki öncü ol(a)mayan rolünü anlamak açısından önemli. Yaklaşık yüz yıldır Filistin topraklarında yaşananlar, İran’ın Şii dünya görüşü ve Yemen’in konumu kaynaklı (ve bundan bağımsız) gücünü anlama noktasında da katkılar sunacağını düşünüyorum.

Başlıklara geçmeden önce, kitap ile ilgili dikkatimi çeken bir-iki temel ve önemli hususa değinmek isterim. Bu bağlantılı tarih okumasıyla, tarihin gerçek bir tekerrürden ibaret olduğu hakikatini ayn’el yakîn anlama imkânınız olacak. Zira bütün İslam Medeniyeti tarihi, farklı mezheplerin ömür törpüsü tartışmaları ile heba edilmiş, bu esas hiç değişmemiş. Geçmişte hadis ehlinin “Altmış yıllık zorbalık, bir saatlik ayaklanmadan evladır” sözüne dayandırdığı itaat kültürü günümüz cemaatlerinde aynen yerini korurken; “Re’y ekolü”ne yapıştırılan yaftaların benzerleri “Kur’an İslâmı” diyenlere yapıştırılıyor ve iktidarlar tarafından hoş karşılanmıyorlar. Mutezile, Eş’ari, Hanbeli ve Maturidi mezheplerinin ismi belki anılmıyor da, “İslamcı, Selefi ve Sûfî” ayrımı ister istemez yapılıyor.

Kitap bir gerçeğin daha hakkını teslim ediyor. Tasavvufun tüm dünyada popüler hale gelmesinin arka planında; dindar(!) tüccarlar (işadamları) ve siyasetçilerin desteğinde ve öğreti ve uygulamalarındaki esnekliğin yattığını itiraf etmesi bazı soruların da cevabı(s.676). Zira Kur’an İslamı’nı savunanların öğretilerinde pek esneklik yok. Hal böyle olunca da ‘nefislerde olanın değişmesi’ talebi hoşa gitmiyor ve toplum tarafından kabul görmüyor. İşte kitabın tamamında en sık tekrar edilmiş bulduğum iki gerçeklik bunlar…

İslam Öncesi Döneme Dair Birkaç Not

İslam öncesi dönemde, gerek coğrafi tarih anlatımlarından, gerek kronolojik tarih anlatımlarından da bilindiği üzere, Ana Kıta(Orta Doğu)’daki yerleşik düzeni ve sosyo-ekonomik hayatı daha yakından tanıyabilmemiz için, kitap bize dönemin en büyük süper(!) güçleri olan Bizans ve Sâsâni Devletleri ile, onların -şimdilerde tampon bölge olarak isimlendirilen- sınırlarında kurulan Gassanîler ve Lahmîler’in ilişkileri hakkında müthiş bilgiler veriyor. Varlığını Sâsâniler’den gelebilecek tehlikelere karşı haçlı Bizans’ı korumaya borçlu olan Gassanîler Hristiyanlığı seçse de asla Bizans’a yaranamamışlar. Şimdiki İran sınırlarında konuşlanan Lahmîler de, Şii etkisinde ve Fars kültür/edebiyatını taşıyan bir ülke. İki ülke arasındaki gerilim, şimdiki modern adlandırma ile Bizans ve Sasani İmparatorluğu adına yürütülen ‘vekâlet savaşları’, o dönemde de popüler bir gariban kırdırma yöntemi. Bu satırları okurken aklınıza ilk gelecek şey, (içinde bulunduğumuz gündem ile de bağlantılı olarak) ABD-Çin-İran arasındaki gerilimin Filistin-İsrail olarak sahaya yansıması olacaktır kuşkusuz. Örneğin birebir uyumlu olmadığını biliyorum. Ancak, yeryüzünde aynı bölgede sükûnetin bir türlü kendine yer bulamaması ve ademoğlunun ‘atalarını üzerinde bulduğu yolda gitmek’ konusundaki ısrarı, Şeytanı kim bilir ne kadar sevindiriyordur diye düşünmeden edemiyor insan. Şunu da hemen belirtelim ki, yazarlar, kavimlerin tarihteki yerlerine pozitivist ve ilerlemeci tarih anlayışı ile baktığı için, yaşananların, yeni kurulacak İslam nizamı, vahyin ve Rasûl’ün gelişi için Allah tarafından yapılan bir hazırlık olduğuna da değinmemişlerdir. Esasında iki devletin güçlerinin bazı zincirleme olaylarla birbirine kırdırılması şüphesiz Allah’ın o zamandan Rasûlü’ne yardımıdır. Yeri gelmişken belirtelim, kaynaklara göre Bizans ve Sâsâniler’den sonra bölgedeki üçüncü önemli güç Yemen!.. Kızıldeniz ve ticaret yolları üzerinde çok benzer çatışma ve gerilimlerin var olduğu bu topraklara dair detayları da kitapta okuyabilirsiniz(s.82-85).

İslam öncesi kısım ile ilgili bir diğer konu, malûmunuz o dönem Arap dünyası için de ayrı bir önemi olan “Hacc” ibadeti. Hacc mevsimi ile genelde aynı sezonda ve her yıl kurulan panayırlar, köken olarak “takarrüş (biriktirme ve kazanma)” kelimesinden türeyen Kureyş şehrinin ekonomik kalbi(s.75). (Kitaba göre) kelime olarak “hacc” da, bu döngüselliği ifade eder. Anlayacağımız, Kureyş halkı için Kâbe ve Hacc, ticaret için araçsallaştırılmış bir meta. Zaten Kureyş’in bu konudaki başarısını gören Gatafanlılar da, aynı başarıyı yakalamak arzusu ile Kâbe’nin bir taklidini yapıp haremin benzerini inşa etmeye çalışıyor(s.77). Bunu duyduğunda şaşıranlar olacaktır ancak şunu da belirtelim ki, bunlar İslam’ın gelişinden önce idi. Oysaki daha 2023 yılı Şubat ayında, Suudi Prens Muhammed bin Selman yaptığı açıklamada, Murabba isimli projesini duyurarak başkent Riyad’a ‘Mukaab’ isimli küp bir bina grubu kuracaklarını bildirmişti. İbadet amaçlı olmayacak olsa da, hareme olan ilgiyi “Kâbe” görünümlü bir bina inşaatı ile kapitalizm tanrısına yöneltmek, insanoğlunun tuğyanı değil midir?

Esasında ticaret; o dönem dünyasında savaşlar ve savaş yolu ile ganimet elde etmek, göçebe çobanlık ve tarım gibi saygın bir iş değildi. İddialara göre Zerdüştlükte ‘hırsızlık’ ile eşdeğer olarak görülüyordu. Çünkü onlara göre ticaret, üretim yapılmadan para kazanmaya dayalı bir icraat. Hatta bu yüzden olacak ki Kureyşliler, Taifli Sakîf kabilesinin bereketli Vec Vadisi’nin kullanım hakkına mukabil, haremin kullanım hakkından faydalandırmayı Sakîflilere teklif ediyor, ancak ‘red’ cevabı alıyorlar. Çünkü kendi emek verdikleri vadi ile haremi eş tutmuyorlar(s.78-79). Ancak günümüz cahiliyesinin modern ulus devletlerin ticaret gelirlerinin bölüşümündeki uygulamalarına bakılırsa, elde ettikleri kârı üyeleri arasında eşit şekilde pay eden Kureyş’in ticaret ahlâkı ise çok daha efdal(s.82).

Vahy sürecinde tam İbrahimî bir ibadet olarak yeniden dizayn edilen hacc, sanki kendisinde bir kusur varmış da insan zekası sayesinde noksanlığı giderilmiş gibi (Hristiyanlardaki azizlerin kiliselerine benzer şekilde) Emevi ve Abbasi devletleri zamanından başlayarak türbe ziyaretleri ile taçlandırılmış(!).

Cahiliyye dönemi Kureyş’ine ait bir başka uygulama da, bildiğiniz üzere Dâru’n-Nedve. Bu mecliste kararlar oy birliği ile alınıyor ve herkesi bağlayıcı(s86). Meclise girebilmek için ise olgunluk yaşı olarak 40 kabul ediliyor(s.79-86). Bu satırları okurken, ‘demokrasi’ denen ‘beşer iradesi’ için şanlı bir tarih yazmaya çalışan ve fıtrata mugayir bir şekilde meclise girme yaşını 18’e indirenlerin çabası akıllara geliyor. Yeri geldiğinde burun kıvırarak baktıkları Arapların cahiliyye dönemindeki kararları, modern seküler zihinlerin kararlarından daha fazla fıtrata yakın gibi duruyor.

Bu bölümle ilgili son değinmek istediğim konu, şehirlilik (hadarîlik) ve göçebelik (bedevîlik) meselesi. Neredeyse tüm toplumlarda o dönem, bedevi yaşam tarzı daha faziletli kabul ediliyor. Bedevilerin övündükleri meseleler esasında halen tartışılan konular; cömertlik, konukseverlik, kanaatkârlık, sadakat ve şeref. Hatta ve hatta bedevilerin doğa ile baş başa halleri de hadarîleri imrendiriyor. Biz buradan, o dönem şehirli insanı için de; kanaat, sadakat, şeref ve konukseverlik gibi konularda sıkıntılar olduğunu anlıyoruz. İnsanoğlunun fıtratı değişmediğine göre bunlardan dolayı günümüzde şikâyetçi olup durarak enerji kaybetmeye de gerek yoktur diyebiliriz.

Abbasî ve Emevîler Başta Olmak Üzere Müslüman Dünyada Halife ve Saray Hayatı

Yazarlara göre, Emevi ve Abbasi dönemleri boyunca idareleri meşgul eden iki önemli sorun hep var olmuştur; I. Askeri yapıyı da derinden ilgilendiren din ve mezhep çatışmaları, II. Arap olmayanların İslam’a geçişi ve sosyoekonomik yapıya entegrasyonu. Kitabın bu iki hanedanlığı anlattığı bölümlerde genelde bahsedilen mevzular bu iki başlık altında yer alıyor diyebiliriz. Hristiyan, (Müslüman olan ve olmayan)Arap, Şii ve Türk kabilelerle ilişkilerin bolca yer aldığı dönemler. Geç Antik Dönemde, taşıdığı abartılı Arap kimliği duygusuna rağmen kırılgan bir İslam devlet oluşumunu ayakta tutmayı (öyle ya da böyle) başararak Arapça’nın yönetim, edebiyat ve ilim dili haline gelmesini sağlayan şüphesiz Emevîler Halifeliği olmuştur. Oryantalist Julius Wellhausen‘in “İslam’a fazla değer, metelik vermeyen, Arap kabile şovenizmine dayalı seküler bir Arap krallığı” şeklinde okumayı tercih ettiği bu gelişmenin altında, Emevîler’in Bizans medeniyetinin kaynaklarını özümserken kendi kimliklerini koruma becerisi yatıyordu(s.118).

Muaviye ile ilgili bilgi verirken, ‘bir emir veya imparator olmaktan daha çok, Arap kabile şefi görüntüsü veren adil ve feraset sahibi bir lider’ diye tanımlanması(s.119) biraz sinirlerinizi bozsa da, halifeliği hanedanlığa dönüştürmesi konusundaki zaafını da teslim ediyor kitap. Kendisini aynı zamanda dini bir lider olarak da görmek isteyen Muaviye’nin, iktidarı için ‘sultânullah’ tabirini kullanması da, daha sonra yaygınlaşacak olan ‘halîfetullah’ tabirinin de ön habercisi niteliğinde. Bildiğiniz gibi Abbasi Halifesi Me’mun da kardeşiyle mücadele ederken, Şii imamlarla statüsünün temelde aynı olduğunu göstermek için, dini-siyasi mahiyetteki ‘imam’ kavramını kullanıyor.

Halifelerin İslam dışındaki kültürlerden etkilendiğine dair Hodgson’un eserindeki kadar olmasa da oldukça fazla malumat var. Örneğin Kubbetussahra Şam Emevi camiisi inşaatları, Halife Abdülmelik ve I. Velid‘in Bizans vizyonu hayranlığı kaynaklı mimari form arayışlarının eseri olduğu iddia ediliyor(s.121). Bizlerin (hele de şu günlerde) her gördüğümüzde Gazzeli masum çocukların altın renkli saçlarını hatırladığımız ve duygusal türbülansa girdiğimiz Mescid-i Aksâ’dan sonra Filistin’in sembol mescidlerinden olan Kubbetussahra yapılırken, Halife Abdülmelik’in (mücadele halinde bulunduğu Abdullah İbn Zübeyr’in Mekke ve Hicaz girişini Emevilere engellediği sırada) Kudüs’ün statüsünü güçlendirmek gibi bir amaç güttüğünü öğrendiğinizde bu siyaseti anlamlandırmada güçlük çekiyorsunuz(s.141).

Halife saraylarında yeri geldiğinde Müslümanlardan daha fazla ecnebilere görev verilmesi, hatta bürokratik işlerin dönem dönem Bizans ve Sasani bürokratlara bırakılması ise, vaka-i âdiyeden sayılıyor. Pers asıllı halife danışmanları, halifeleri hicâbeye (hükümdarın halk ile arasındaki mesafeyi koruması, görünmezlik) teşvik ediyordu(s.128). Bağdat’ta bütün Helenistik birikimin Arapçaya çevrildiği ve ciddi bir kültür hareketi olan Beytü’l Hikme’nin kurulduğu yıllarda, halife ve saray mensupları, mecâlis denen toplantılarda bir araya geldikleri dönemde şair ve âlimler yeteneklerini konuşturuyor ve karşılığında armağanlar alıyorlardı. Bu akşam toplantılarında müzisyenlerin ve dansçıların, halifenin özel konuklarını eğlendirdiği de iddialar arasında(s.129).

Veraset çatışmaları saray içinde hep süregiden ve neredeyse her Halife döneminde tekrar nüksetmesi, yeniden bir İslam devleti kurulması halinde de benzer sorunlarla muhakkak karşılaşacağımız vehmini oluşturdu bende. Bu mesele onlarca sayfa anlatıldığı için ve zaten bildiğimiz meseleler olduğu için fazlaca üzerinde durmaya gerek yok diye düşünüyorum. Ancak bir konu var ki atlamamak gerekir. Zamanla Abbasi ordusuna katılacak gönüllü asker bulamamak ve Halife Me’mûn ile Emin arasındaki mücadele sonrası güvenilecek ordu mensubu kalmaması gibi nedenlerle, iktidarın Orta Asya’daki köle pazarından satın aldıkları (ne Müslüman ne de özgür olan) Türkleri para karşılığında orduda çalıştırmak zorunda kalmasına neden oluyor. Çoğu İslamlaşmamış, taşkın ve bazen sarhoş bu askerlerin sokaklarda başıboş dolaşmaları Bağdat halkını o kadar rahatsız ediyor ki, Halife Mu’tasım artık başa çıkamayıp Türklerle birlikte başkenti yeni kurduğu Sâmerrâ’ya taşıyor. Çok az bir sivil nüfus dışında, bu muazzam büyük şehrin çoğunluğu asker ve halifenin hizmetkârıydı. Türkler dışarda askeri eğitim alırken, Halife Bağdat’taki geleneği bozmayarak sarayda vakit geçiriyordu(s.132). Şehirde mimari ve süsleme sanatı mükemmel derecede gelişip Abbasi mimarisini doruk noktasına çıkarsa da, belki de bu yüzden Sâmerrâ’da hiçbir zaman, Bağdat’ı Bağdat yapan ticari, dini, kültürel hayat ve medeniyet gelişmiyor(s.132).

Abbasiler döneminde cereyan eden ve insanın anlamada güçlük çektiği bir başka hadise de, Abbasilerin çöküş döneminde onca savaş, ayaklanma, sıkıntı ve huzursuzluk varken Abbasi Halifeliği’nin İslam dünyasında kaybolmayan itibarı, her nasılsa 930 yılında Karmatîlerin Mekke’ye saldırıp ‘hacerül esved’i çalmaları ile kaybolmasıdır. İslam’ın özünden uzaklaşmak, toplumda adaleti sağlayamamak, iktidarın lüks ve şatafata tamah etmesi İslam dünyasında itibar azaltıcı şeyler değil miydi? Müslümanların yaşadığı ülkelerde de, sorun halen aynı sorun değil midir? Ayasofya’yı ibadete açmak, şirk zulmü başta olmak üzere her türlü necasetin üstünü örtebilir miydi? Türklerin yere düşen bayrağı alıp alnına koymasını, Kur’an’ı Kerim’i mushaf içinde evlerinde duvarlarına asmasının altında da aynı aldanış yok mudur?

Sûfîliğin İslam Dünyasında Pozitif ve Negatif Etkisi

Kitabın sonlarında bir akademisyen(s.667) Pakistanlı alim Fazlurrahman’ın (1919-1988) sûfîliği; “oto-hipnotik(2) görüleriyle, heyecan uyandıran ritüelleriyle ve genellikle istismara ve şarlatanlığa varan batıl inanç ve uygulamalarıyla esas olarak bir esriklik” olarak yaptığı tanımlamayı, tasavvufu İslam dışı olarak damgalamaya delil olarak sunsa da, kitabın genelinde sûfizm ve mistisizm derinlemesine analiz edilmeye, Kur’an ve sünnet açısından objektif değerlendirilmeye ve İslam toplumuna olan katkıları konusunda hakları muhafaza edilmeye çalışılmış. (Merak edenler için söyleyelim, bu katkıların neler olduğuna biraz sonra değineceğiz). Bu tespitin haklılığını (neredeyse değinilmeyen, başlangıç ve gelişme evresi anlatılmayan tarikat kolunun kalmadığı) kitabın her dönemlendirmede bir başlığının tasavvufa ayrılmış olduğunu gördüğünüzde siz de anlayacaksınız.

Esasında 9. yüzyıldan önce hadis âlimliği ve zahitlik (zühd hayatı), içiçe geçmiş iki kavram. Şöyle ki, gerçek dindarlığın vahyi ciddiyet içinde uygulamakla mümkün olduğuna inanan Müslümanlar, dünya hayatının süs ve eğlencesinden feragat edip (bunlara zâhid, nâsık veya âbid deniyordu) kazançlı işleri bırakıp gönüllü fakirliği tercih ediyorlardı. Fudayl b. İyaz, Bişr el-Hâfi, Abdullah b el-Mübarek, İbrahim b. Edhem ve El-Fezârî gibi sınır boylarında gönüllü cihad eden âlim-savaşçılar, bu konuda da ilk kitapları kaleme alan kişiler oluyor(s.168).

Dindarlığı, zühd ehli ve hadis ehlinin peygamber sözlerine verdiği önemde ve çileci fedakârlıklarında gören birçok Müslüman da onların bu yaşam tarzlarından çok etkileniyor. (Hurâfeler barındıran bir dinin mensupları kendilerince samimi takvaları ile yeryüzünde bu kadar etki yaratmışken, Müslümanlar olarak ‘yürüyen vahy’ haline gelebilmemiz halinde yaratılacak dönüşüm üzerinde bir düşünelim. Bunun en güzel örneği 21. yy’da Gazze’dir. Bir avuç insanın direnişi ile İslam tüm dünyaya kendini duyurmuştur.) Hatta 9. ve 10 yüzyıllarda Afganistan’dan Mısır’a kadar yayılma fırsatı bulan ve İslam Doğusu’nun o yıllarda en büyük dînî hareketine dönüşen Kerrâmiyye’ye intisap eden vaizler aracılığı ile kırsal kesimlerdeki birçok kimse Müslüman oluyor. Kitaba göre, bu hareketin bu kadar sürede yaygınlaşması, Arapça bile konuşmayan sıradan insanların teorik davranışçı reçetelerden ziyade İslam’ı takvaları ile temsil eden gezgin zahidlerden, vaizlerden daha çok etkilendiğini gösteriyor. 10. yy’da zühd hayatı tüm dünyada hızlıca yayılıyor. Zahid’in başlıca özellikleri, duayı dilden düşürmeyen, Allah’ı çokça zikreden ve Kur’an okuyan insan olarak tanımlanıyor. Bu insanlar, namaz ve oruca, başkalarına hizmet yolunda kendini adamaya, topluluk önünde vaaz vermeye, gözlerden ırak ibadete ve kendini övmekten kaçınmaya önem veriyorlar. Öyle ki, Yahya b. Kasım’ın günde iki kez hatim indirmesi veya Ebu’l-Cennes’in sürekli oruç tutması inanılır gibi gelmiyor(s. 169).

Arapça kökeni ‘yün’ anlamına gelen ‘sûfilik’ terimi, 9 yüzyılda Bağdat’ta ortaya çıkan mistik dindarlık anlayışını diğerlerinden ayırt etmek için ‘yün hırka giyen zahit’ anlamında kullanılıyor ve zamanla tüm Bağdat mistikleri, bu isimlendirmeyi kendileri için ad olarak kullanmaya başlıyor. Aynı dönemde Irak ve Orta Asya’da da benzerlerinin görülmeye başlandığı bu yapılarda Hristiyan çileciliğinin ve Hind mistisizminin(s.274) etkisi yüzyıllardır halen tartışılsa da, Suriye ve Mısır’daki Hristiyanlarla zahitlerin yoğun ve karşılıklı etkileşimi, esasında tartışmalara son noktayı koyabilecek nitelikte(s.269).

Keramet ve evliyaların üstün özellikleri 10. yüzyılda da tartışma konusu haline geliyor. Mısırlı Hanefi Âlim el-Tahâvi, keramet ve evliya mucizeleri gibi öykülere inandığını söylemesi, halk üzerinde daha etkin bir rol oynuyor olsa ki, Mu’tezilîlerin kerameti reddetmesi ve mutasavvufların mucize anlayışlarına karşı çıkması çok rahat ötekileştiriliyor. Ahmed b. Hanbel ve İbn Ebu’d Dünya gibi şahsiyetler, daha 9. yüzyıldan itibaren (nasıl buluyorlarsa) abdallarla ilgili hadislere kitaplarında yer verirken, Eş’ariler arasında o dönemde dahi bu mesele îtikadî bir tartışma konusu oluyor. Muhassin Et-Tenûhi’den alıntılanan ve Suriye’nin Humus şehrinde bir evliya hikâyesi ile insanları dolandıran bir karı-koca çiftten bahseden öykü, yine günümüz insanlarının Allah’ın vahyinden koptuğunda maruz kaldığı benzer sahtekârlıkları akla getiriyor.

Zamanla kurumsal yapısını tamamlayan tasavvuf hareketinde artık yeni tartışma konuları; herhangi bir mürşide bağlanmadan da Allah’a giden yolda yürünüp yürünemeyeceği, bir müridin birden fazla şeyhe intisap edip edemeyeceği, ölmüş bir mürşidi kâmile bağlı kalmaktansa hayatta olanlara tutunmanın daha da faziletli olup olmadığı veya Veysel Karânî gibi Peygamberi hiç görmeyen birisinin yolunda gitmenin seyyidlerin soyundan gelen bir mürşide intisap etmekle eşdeğer olup olmadığı olmuştur. 12. yüzyılla birlikte türbelerin sayısında yaşanan artışla birlikte bir yeni mâbed türü daha ortaya çıkmış olur. Öyle ki fethedilen yeni topraklara hemen bir türbe ve dergâh inşası âdet haline gelir. O dönemin Mısır’ında gavs ve kutub anlayışı ve tüm Mısır’ı bu zevatı yönettiğine dair inançlar kitapta yorum katılmadan anlatılmış(s369). Buna benzer modern hurafe örneklerinden birisi de, Şeyh Nazım Kıbrisî’nin Kıbrıs savaşında tüm kırkların bir araya gelerek savaşı idare ettiklerine dair anlattığı hezeyanlar da mevcuttu. Allah adına soruyoruz, bin yıldır değişen ne olmuştur? Kim Allah adına dünyaya nizam vermeye cüret edebiliyor? Rabb’lik taslayanlar sadece dünyayı kendi koydukları kapitalist ve liberal politikalarla nizam vereceğini iddia eden emperyaller midir? İlahlık kavramı Müslümanlar tarafından gerçekten anlaşılmış mıdır?

Tasavvufi akımlar ve müritleri, 17. yüzyıldan sonra tüm dünyada iktidarların da gücünü aşan bir güç konumuna geliyorlar. Büyük çoğunlukla bu, tekke ve zaviyelerin ekonomik işlevleri ve halkın sorunlarına uzak yaşayan iktidar sahipleri ile halk arasında aracı konumda olmalarından kaynaklanıyor(s.472). Devletin faaliyet alanının kısıtlı olduğu dönemlerde, tarikatlar toplumsal hayatın birçok alanıyla ilgileniyordu(s.574).

Tasavvuf hareketleri Hind Okyanusu, Asya ve Afrika gibi çok geniş bir coğrafyaya yayılarak, 18. yy’dan itibaren dünya siyasetinde de çok etkili olmuşlar. Özellikle, kurulan İngiliz şirketi aracılığı ile Hindistan’daki sömürüye karşı tasavvuf hareketlerinin nasıl cihad mücadelesine giriştiklerini, Afganistan, Pakistan ve Kafkaslar’daki şanlı mücadelelerin cihad ehli tasavvufçular tarafından yürütüldüğünü de bu kitabın satırları arasında bulacaksınız. Dergimizin de kurucusu (rahmetli) Ercüment Özkan’ın da bu tasavvufçuları diğerlerinden ayrı tuttuğunu biliyoruz. İslam’ın hâkim olduğu ama yaygın uygulamaların İslami olmadığı yerlerde İslami uyanış ve bazı ihya hareketlerinde de tarikatların rolü olmuş(s.575). Hatta öyle ki, 19. yy’da devlet kuracak kadar güçlenen sufi akımlar mevcut. Şunu da belirtelim ki yazarların bazıları tasavvufun şeriat hükümlerine uymayan uygulamalarındaki çelişkileri de kitapta sık sık dile getiriyorlar(s.570). Bunları öğrendiğimizde, Rabbimiz’in kâinatta ‘tasavvuf’ gibi bir oluşuma izin vermesinin de bir hikmeti olduğunu anlıyorsunuz. Belki de kendini Kur’an ehli olarak gören insanların entelektüel bilgi yığınları arasında boğuşmaktan bir türlü ulaşamayacağı bu duygusallık ve adanmışlık onlara bunu yaptırmıştı. Bir taraftan da, bu Sûfî liderlerin ve örgütlerin merkezi saraylarda aktif rol alarak Müslüman imparatorluk oluşumlarına katkı sunacak kadar güçlenmelerinin(s.666), modern zamanlarda kullanılan ‘sûfilerin iktidardan ve siyasetten uzak durduğuna’ yönelik anlatıya uymadığını tasavvufçulara hatırlatmak gerektiğinin altını çizelim. Tabii bunun yanı sıra, 19 ve 20. yy’larda emperyalist güçlerin sunduğu ulaşım ve iletişim desteği ile yerli halkı yanlarına çekmeye devam eden tasavvuf hocaları da olmuş. Senagal’de Müritler ve Cezayir’de Ticaniler gibi…(s.583) Bunların benzerlerini Türk halkı, II. Mahmud döneminde yeniçeriler yok edildiğinde oluşan tepkiyi bastırmak için Hâlidiyye ve Müceddidiyye tarikatlarını kullanılmasından(s.579) veya modern Türkiye’de yerine göre Süleymancıların, yerine göre Nurcuların ve zaman zaman Nakşilerin kullanılmasından tanırlar.

Gelelim İslam dünyasının itikadına saplanmış en büyük hançerlerden birisi olan İbnü’l-Arabi’nin Aristo metafiziği temelli ‘vahdet-i vücut’ öğretisine. Zühd ve takva hareketi 9.yy’da İslam dünyasında baş gösterdiğinde her ne kadar ‘hulûl’ inancı şirk ve küfür olarak kabul edilse de, Selçuklular’da İmam Gazali’nin kurucusu olduğu Nizamiye Medreselerinden kalma İbnü’l-Arabi mirası zamanla tüm İslam coğrafyasını etkisi altına alıyor. Bu o kadar netameli bir konudur ki, esasında bazı tasavvufçular da içine düştükleri buhranın farkında olarak çıkış yolu aramış ve yüzyıllar boyu konuyu tartışmışlardır. Örneğin, Hindistanlı Nakşibendi mutasavvıf Ahmed Sirhindî (ki bu şahsın İmam-ı Rabbanî mahlaslı kişi olduğunu yine kitap anlatıyor), ‘varlığın birliği’ öğretisinin yanlış yorumlandığını savunarak ‘hulûl’ tuzağına düşmemek için ‘vahdet-i şühûd’(3) teorisinden bahsediyor(s.472). İbn Arabîcilik mirası, Osmanlı’nın avam ve havas tabakalarında da en etkin dini anlayışı oluyor.(Bu konuda kapsamlı bir okuma yapmak isteyenlerin ‘Osmanlı İmparatorluk İdeolojisi’(4) isimli kitabı okumaları tavsiye edilir). Fatih Sultan Mehmed’in manevi hocası Akşemseddin, gerçek bir İbnü’l-Arabi hayranı. Bu hayranlık II. Selim’in Şam’ı fethinden sonra artık devlet işine dönüşüyor. Şeyhülislam Kemalpaşazâde(ö.1534), (sıkı durun) İbnü’l-Arabi’yi eleştirenlerin cezalandırılmasını öngören bir fetva çıkarıyor(s.470). Buradan ilham alarak bazı demokratlar, günümüz laik demokratik modern Türkiye Cumhuriyeti’ndeki ‘demokratik’ ortama medhiyeler dizmeye kalkışacaktır. Ancak iyi düşünülürse, herhangi bir mutasavvıf veya Türk büyüğüne(!) laf etmenin paha biçilmez bedelinde bir değişiklik olmadığını anlayacaklardır. Hakkın teslim edilmesi (adalet) anlayışı sadece İslam ile mümkündür.

Gerek klasik dönemde olsun gerek modern dönemde, sûfilerle açık işbirliğinin, siyasetçinin karizmasını yükselttiği açık. Devletler, sufiliği (tam da İslam’ın sembolik sermayesinin ayrılmaz parçası olduğu için) vitrinde tutmaya çalışıyordu. Bunun örneklerini öğrenmek isteyenlere; Endonezya, Senegal, Fas, Mısır, Suriye ve Irak’ta Sûfilerle devlet ilişkisini ele almış son bölüm cezbedici gelebilir(s.672-674). Daha yakın bir tarih örneği olarak kitap Pakistan Müslüman Birliği’nin genel sekreterinin annesini, Hace Muînüddin Ciştî’den şefaat almaya götürdüğünü anlatıyor(s.671) ki bu örnekler saymakla bitmez. Sûfilerle iyi geçinme ve vitrinde tutma girişimlerini, Erbakan’ın Çankaya köşkünde şeyhlere verdiği yemeklerden veya varisi Erdoğan’ın seçimlerden önce Mahmut Usta Osmanoğlu veya Osman Nuri Topbaş’a yaptığı ziyaretlerden biliyorsunuz. Demokrasi gibi beşer bir ‘ziyan ameli’ için Âlemlerin Rabbinden yardım istemeleri zaten beklenemezdi.

Kitabın sonlarında yüksek sesle dile getirilen son iddia da, tarikatların cihatçı kimliğinden uzaklaşıp sömürgecilerin medya yoluyla, baskı ve taciz yasaklarıyla engellenmesi sonucu yenilerek, yerini Hasan el-Benna, Afgani ve Mevdudi gibi İslami reformculara bıraktığıdır(s.667). Yazara göre Ali Şeriati, Abdülkerim Süruş ve Humeyni gibi isimler, kurumsal tasavvufu şiddetle eleştirmelerine rağmen, düşüncelerinde sûfîliğin entelektüel boyutlarına rastlanmaktadır(s.668).

Kitaptaki Bazı Eksiklikler ve Olumsuzluklar

• Tasvip etmediğimiz bazı hurafeler doğru kabul edilerek eleştirilmeden kitapta yer verilmiş. Bunların sayısı fazla olmamakla birlikte üzerinde fazla durmamaya çalıştım.

• Yazarlar sûfilik konusunda objektif kalmaya çalışsa da sanki başlangıçta saf bir takva hareketi olarak görüyorlar ve sonradan dönüştüğüne inanıyorlar.

• Kitabın yaklaşık üç sayfası Said-i Nursi’nin düşüncelerini anlatmaya ayrılırken(s.649-651), İbn Haldun gibi Endülüslü bir mütefekkir birisine çok ilgi gösterilmemesi pek iyi niyetli durmuyor. Zira sadece birer cümle içinde üç sayfada geçiyor(s.343,435,547).

• Kitapta aynı şekilde Celaleddin Rumi’nin öğretileri ve yaşadıkları anlatılırken, Ahi Evran Nasîruddin Hoca (1171-1261) (Nasîrüddin Mahmud bin Ahmed el Hoyî) hayatı, Moğollarla mücadelesindeki rolü ve Celaleddin ile arasındaki mücadelelere zerre miskal yer verilmiyor.

• Osmanlı İmparatorlarının İslam dünyasında eleştirilen ve Müslümanları etkileyen uygulamalarına fazla açıklık getirilmemesi ve kaynak sunulmaması da başka dikkat çekici bir husus.

• Ömer Muhtar’ın mücadelesi de sadece bir yerde yüzeysel yer alıyor(s. 580).

Bu yazımızda, önemli konulara değinmeye çalıştığımız bu üç başlık ile şimdilik yetinmek gerekiyor. Kitap kapsamında üzerinde durulan ve birer başlık altında konuşulabilecek; Eğitimin Kurumsallaşması ve Medreseler, İslam Şehir Merkezleri ve Modern Şehirlerin Felsefesi, Camilerdeki Vaaz Kültürü, Şiilik-Sünnilik Meselesi, İktidar Sahiplerinin Hegemonya Sahipleri ile İlişkisi, Eşari-Hanbeli-Mutezile’den sonra Kur’an İslam’ı ile Ehli Sünnetin Mücadelesi, Alimlerin Tebliğ Dili ve Edebi Yeteneğin Önemi, Bilginin İslamileştirilmesi, Fıkıh ve İslam Hukukundaki Düşüşümüz, Batı Emperyalizmi ile Mücadele, Osmanlılarda İslam İnancı, Osmanlı’da Batıya Özenti, İslam Dünyası’nın Parçalanması, Hurufilik Meselesi ve Devletler Üzerindeki Etkisi, Modernizm ve Gelenek Tartışmaları, İslam Alimlerinin Çıkmazı, İslamcılar Sufiler ve Selefiler Ayrımı gibi konular da inşallah bir sonraki yazımızın mevzusu olacak. Tabii ki, İslam medeniyetinin örnekleri hep ‘üsve-i seyyie’ değil. Diğer başlıklar altında güzel uygulamalara da şahit olacaksınız.

Rabbimizden bizlere, yaşanan/yapılan hatalardan ders almayı ve tekrar aynı çukurlara düşmemeyi sağlayacak feraseti vermesini, üzerimize düşen hisseyi alabilmeyi ve ibadet yollarımızı öğretmesini niyaz ederiz.

“Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.”

1 Abu-Lughod; Janet L., ‘Avrupa Hegemonyasından Önce: 1250-1350 Yılları Arasında Dünya Sistemi’, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul, 2020.

2 Bir kişinin kendi kendini hipnoz haline almasına “otohipnoz” denir.

3 Vücûdî tevhid (vahdet-i vücud), “Her şey O’dur” şeklinde de ifade edilirken, Şühûdî tevhid (vahdet-i şühud), “Her şey O’ndandır” şeklinde açıklanmakta, söylemdeki şirk unsuru bastırılmaktadır.

4 Bilkan, Ali Fuat. Osmanlı İmparatorluk İdeolojisi (Klasik Dönemde Din, Toplum ve Kültür), İletişim Yayınevi, 2021.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *