“Batılı kimi düşünürlerin de artık Batı ideolojisinin sonuna gelindiğini terennüm etmeye başladıkları bu dönemde asıl mesele onun yerine neyin geçeceğidir. Maalesef Müslümanlar bu konuda hazırlıklı değiller. Başka bir yükselen değer de yoktur dünyada.”
İçinde yaşamakta olduğumuz çağ batılın düşünceye, siyasete, ekonomiye, sanata, kültüre ila ahir tüm toplumsal konulara hâkim olduğu bir çağdır. Müslümanların içtihad kapılarını kapatması, düşünce üretmeyi bırakmaları sonucunda, yüzyıllar sürse de geçmişin mirası tükenmiş ve Müslümanlar çağa damga vuranlar olmaktan çıkıp, çağın kendilerini tanımladığı bir hüviyete bürünmüştür. Günümüzün hâkim paradigması Batının modern ideolojisidir. Haktan ve hakikatten ne kadar uzak olursa olsun Sünnetullah gereği onlar üretmeye devam ettikleri için onlar hâkim olmaya devam etmektedirler.
Bugün adına uluslararası sistem denilen yapı şimdiki halini en genel hatlarıyla 2. Dünya Savaşı’nın ardından almıştır. İnsanlığın gördüğü en kanlı savaştır bu, kayıtlara göre 50 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir. Ardından, savaşta gözünü kırpmadan atom bombası kullanan, böylece savaşın mutlak galibi(!) olan ABD’nin kontrolünde ve öncülüğünde günümüz uluslararası sistemi hayata geçirilmiştir. Bu sistem onlar tarafından kurulduğu, kuralları ve kurumları onlar tarafından belirlendiği ve işletildiği için de onlara hizmet etmektedir.
Bugün Gazze’deki katliamın baş aktörü İsrail gibi görünse de asıl fail onun arkasında konuşlu bulunan ABD ve Batı sistemidir. Onlar olmaksızın İsrail’in alacak tek nefesi dahi yoktur. Batının sahip olduğu asıl güç askeri, ekonomik, siyasi, kültürel alanda değildir. Batı asıl gücünü düşünce üretiminden almaktadır. Diğer tüm alanlar bu temelin üzerine bina edilmektedir. Hep daha iyisini ürettikleri için değil tek üretici olmaları sebebiyle bu konuda şimdilik öndedirler. Öte yandan canları sıkıldığında, köşeye sıkıştıklarında yapmayacakları namertliğin olmadığını da defaatle ispatlamışlardır dünyaya. Dünya üstünde ne kadar biyolojik, kimyasal, nükleer silah varsa hepsi onların ürünüdür. Dikkat edilirse bu silahlar kendisiyle savaşanlarla birlikte onlara ait her ne varsa yok etmek üzerine tasarlanmıştır. Bir kez kullanıldıklarında muhatapların tekrar kullanılmaması için boyun eğmek zorunda kalmalarına sebep olan silahlardır.
Dünyadaki diğer toplumlar onlara nispetle geri(!) kalmıştır, ilerlemek isteseler bile onlara benzemek için uğraşır hale gelmişlerdir. Bu güç sayesinde, mesela, ABD Bretton Woods Anlaşması (1944) ile doları dünyanın rezerv değeri olarak kabul ettirmiş ve o gün bugündür karşılıksız para basmaktadır. İlginç olan karşılıksız bastığı para değer kaybına uğramaz çünkü sürekli dolar toplamaya çalışanlar vardır, kurulu düzen açısından bu böyle olmak zorundadır. Bir düşünsenize, dünyanın en büyük tüketicisidir ABD ve dünyanın en büyük üreticisi Çin’i kendisiyle alışverişi kesmekle tehdit etmektedir örneğin. Çin ise ABD dolarının değerinin düşmesini isteyemez bile çünkü kenara birkaç trilyon dolar istiflemiş durumdadır.
İşin en can alıcı tarafı ise bu hâkimiyetlerini, insanlığa dayattıkları düşünce sistemleri ile elde tutmaya devam etmeleridir. Müslümanlar düşünce üretmeyi bıraktıkları günden beri yeryüzü halklarının iki yakası bir araya gelmemiştir tabiri caizse. Halkı Müslüman ülkelerde bile demokrasi, laiklik, insan hak ve özgürlükleri, hümanizm, rasyonalizm gibi ne kadar batı imalatı düşünce varsa revaçtadır. Kendisine Müslümanım diyenler Allah’a teslimiyetin ne olduğunu hakkıyla anlayamaz hale gelmiş ve batılın düşünsel ve giderek fiziksel egemenliğine kendilerini teslim etmişlerdir.
İşte böyle bir vasatta 7 Ekim 2023 sabahı yaşananlar çok önemli gelişmeleri tetiklemiştir diye düşünüyoruz. Hepimizin malumu olduğu üzere Hamas’ın başlattığı Aksa Tufanı operasyonu ile dünya adeta yeni bir döneme uyanmıştır. Bir avuç mücahidin gayretli çabası o günden bugüne pek çok konunun yeniden tartışmaya açılmasına vesile olmuş, sürüp giden düzenin, yapılmakta olan anlaşmaların kesintiye uğramasına sebep olmuştur. İnsani, askeri, siyasi, ekonomik pek çok sonuç doğurmuştur 7 Ekim, ancak bunların ötesinde sebep olduğu çok önemli bir gelişme vardır. Batı düşünce sistemi ve medeniyet iddiası büyük bir imtihana girmiş ve Allah’ın izni, mücahidlerin gayretiyle ciddi bir hasar almaktadır.
Filistin’in tüm bölgelerinde ve en çok da Gazze’de süren vahşet ve onların ifadesiyle soykırım şu ana kadar çoğu çocuk ve kadın olmak üzere 40 bine yakın Filistinlinin şehid edilmesi, milyonlara varan insanın yerinden edilmesi, açlığa-susuzluğa duçar edilmesi şeklinde ilerlemektedir. Tüm dünyanın gözleri önünde yaşanan bu zulüm, Batının azgın ve psikopat çocuğu İsrail’in gözü dönmüş halde kendini savunabilecek hiçbir silaha sahip olmayan insanlara bitmez tükenmez bir nefret ve hırs ile saldırmaya devam etmesi, göğüs göğüse çarpışmaya cesareti olmayan alçakların Filistin halkının üzerine bomba yağdırmasıyla devam etmektedir.
Bu süreçte Batılı devlet ve kurumlar ilk günden itibaren İsrail’in yanında yer almış ve yaşanan tüm zulme ortak olmuşlardır. Bunu yaparken düşünce ve değer sistemlerini bir kez daha ayaklar altına almışlardır. Bunu daha önce de defalarca yaptılar, Irak’a demokrasi ve özgürlük getirmek için geldiklerinde yaptıklarına da tüm dünya şahit olmuştu, mesela Ebu Gureyb hapishanesinde veya Guantanamo’da cereyan eden olaylar. Ama bu kez işler farklı ilerliyor. Bu kez Batının bir bütün halinde medeniyet iddiası sorgulanır hale geldi, geliyor. Maskelerinin düştüğünü fark edenler telaşla durumu toparlamaya çalışsalar da artık mızrak çuvala sığmıyor.
Birleşmiş Milletler’in başlıca yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı (UAD) Güney Afrika’nın liderliğinde bir grup ülkenin başvurusu sonucu İsrail’i soykırım suçu ile yargılamaya başladı. Ama bu işin bir tiyatrodan ibaret olacağı, Batının tüm sorunlara rağmen hukukun üstünlüğü ilkesinin işlemeye devam ettiği ve kimsenin bundan muaf olamayacağını ispatlamaya çalıştığı süreç, tüm iyi niyetli çabalara rağmen gerçek bir sonuç doğurmayacaktır. Ancak yine de ilk kez, tüm varlığını uğradığı soykırım iddialarına dayandıran İsrail bu algının yıkılması bakımından önemli bir zafiyet yaşamaktadır.
UAD’de süren davada mahkeme bir karar aldı ve İsrail’in saldırılarını derhal durdurması yönünde tedbir kararı verdi. Pek tabi ki İsrail bunu tınlamadı ve katliama kaldığı yerden devam ediyor. Ancak bu durum üstüne Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, İsrail’in UAD kararlarına uymamasıyla ilgili olarak, “Ahlaki ve siyasi güvenilirliğimiz risk altındadır” şeklinde bir açıklama yaptı.
Bir başka uluslararası hukuk kuruluşu olan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) başta Başbakan Netanyahu ve Savunma Bakanı Gallant olmak üzere İsrailli yetkililerini savaş suçu işlemek ve soykırım yapmak iddiasıyla harekete geçti ve gelinen noktada UCM Savcısı bu kişiler hakkında yakalama kararı talep etti. Elbette İsrail bunu da umursamamış ve talebin gerekçelerinin uydurma olduğunu açıklamıştır. Bu konuda ABD’nin de İsrail’den yana tutum alması sonucu UCM Başsavcısı Karim Han ise şu açıklamayı yapmak zorunda kaldı: “Devletler harekete geçmezse bunun çok büyük sonuçları olur. UCM onların çocuğu; ben sadece dadıyım ya da işe alınan yardımcıyım. Bu çocuğa bakmak ya da onun terk edilmesinden sorumlu olmak arasında seçim yapma hakları var”.
Bu konuya örnek teşkil etmesi bakımından bir gelişme de merkezi İsviçre’de bulunan Cenevre Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (GIPRI), İsrail’in Gazze’de işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı suçlara askeri, iktisadi, diplomatik ve siyasi destek vermekle suçladığı Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesine suç duyurusunda bulunması oldu. Olup biten her şeyin farkında olduğu halde ilk günden beri ödünsüz bir şekilde İsrail’in yanında yer alan Von der Leyen’in bu suça ortak olduğu iddia edildi GIPRI tarafından.
Bunlara benzer daha pek çok ses yükselmektedir Batı cenahından. Kimisi samimiyetle kimisi de çökmekte olan sistemin en azından imajının kurtarılmasına dönük çabalar olarak ortaya çıkmaktadır. Gelinen noktada tüm taraflar aslında yaşananların hâkim ideoloji olan Batı ideolojisinin maskesinin düşmesi ve tüm üstünlük iddialarının asılsız olduğunun apaçık ortaya dökülmesi anlamına geldiğini bilmektedir. Bunun sonucunda ise gelecekte Batı olarak kendi dışındaki topraklara ‘demokrasi ve özgürlük’ götürmek konusunda kimseyi ikna edemeyeceklerinin farkına varıyorlar. Bunu yapamadıkları sürece dünyanın geriye kalanını bu kadar kolay sömüremeyeceklerini de biliyorlar ve bu telaşları da ondandır.
Batılı kimi düşünürlerin de artık Batı ideolojisinin sonuna gelindiğini terennüm etmeye başladıkları bu dönemde asıl mesele onun yerine neyin geçeceğidir. Maalesef Müslümanlar bu konuda hazırlıklı değiller. Başka bir yükselen değer de yoktur dünyada. Zaten bugüne kadar tüm zaaflarına rağmen ayakta kalabilmesinin ana sebebi de budur Batı ideolojisinin. Gerçek bir rakip çıkmamıştır karşısına.
HAMAS, ÜMMETİN YÜZ AKI
7 Ekim 2023 tarihinde çoğunlukla Filistin’in Gazze tarafında faaliyette olan Hamas, işgalci İsrail’e karşı Aksa Tufanı adını verdiği bir askeri harekât başlattı. Bu harekât pek çok açıdan öncekilere benzemiyordu. Zamanlaması, etki alanı, İsrail’e verdiği hasar ve diğer tüm sonuçları itibarıyla adeta yeni bir dönemin başlangıcını tetikledi.
Üzerinden 8 aya yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Batı bloğunun 100 milyarlarca dolarlık silah ve mühimmat ile desteklediği, her platformda arkaladığı İsrail’in az sayıdaki mücahidi yenememiş olması, bırakınız yenmeyi ne yapacağını bilemez hale düşmesi, bu işi planlayan ve uygulamaya koyanların çok iyi bir strateji kurguladığının kanıtıdır.
7 Ekim’den sonra Filistin meselesinde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açıktır. Arkasında saf tutan Batının olanca desteğine rağmen onlarca yıldır süren İsrail vahşeti ve işgali Hamas’ın bu hamlesiyle birlikte tüm dünyada sorgulanan, dünyanın hemen her köşesinde vicdan sahibi insanlar tarafından protesto edilen bir noktaya gelmiştir. Artık Siyonist mezalimin bitmesi gerektiği, halkı Müslüman olmayan ülkeler tarafından dahi dile getirilmeye başlanmış, daha da ileri giderek bazı Batılı ülkelerin de aralarında bulunduğu hükümetler Filistin Devleti’ni tanıma kararları almaya başlamışlardır.
Kim ne derse desin bu Hamas’ın başarısıdır. Gelişmeler Hamas’ın inisiyatifi ile başlamış ve ilerlemektedir. Elde edilecek sonuç İsrail’in tamamen ortadan kaldırılması ve bu toprakların asli sahiplerine tamamen devredilmesi şeklinde tezahür etmeyecek olsa bile mezalimin dünyaya meşru gösterilmesi dönemi kapanmaktadır.
Hamas operasyonunun zamanlaması oldukça dikkat çekicidir. Zira bölge ülkelerinin birer birer işgalci ile normalleşme anlaşmaları imzaladıkları bir vasatta Filistin meselesi giderek daha da arka plana kayıyordu. Hamas bu durumu değiştirmekle kalmadı, normalleşme sürecini de baltaladı. Örneğin Türkiye’nin bu olayların hemen öncesinde, Doğu Akdeniz’de Filistin’e ait olan doğalgaz sahaları konusunda İsrail ile birlikte çalışma planlarını da suya düşürdü. Türkiye olarak bu zulmün suç ortağına dönüşmek üzere olduğumuz bir zamanda bu iş iptal oldu.
İşgalcinin çok övündüğü ordusu ve savunma sistemlerinin zannedildiği kadar iyi olmadığı da anlaşılmıştır bu süreçte. Örneğin demir olduğu iddia edilen kubbenin aslında tenekeden olduğu ortaya çıkmıştır. İlk olarak Kassam Tugayları’nın 7 Ekim’de başlattıkları harekât ile delik deşik olmuş, ardından Hizbullah bu teneke kubbeyi defalarca delerek pek çok hedefi vurmuştur. Ve son olarak 2.000 km öteden İran tarafından kevgire çevrilen adı büyük kendi küçük bu savunma sisteminin azgın Siyonistleri koruyamayacağı net bir şekilde meydana çıkmıştır.
Ödenen bedel çok ağırdır ama bilmeliyiz ki o nispette de değerlidir. 7 Ekim’in ardından ortaya çıkan manzara göstermektedir ki artık mevcut durum devam etmeyecek, edemeyecektir. Sahada elde edilen bu başarıların masaya da yansıması en büyük beklentimizdir. Eğer bir masa kurulacaksa bunu kurduran da Hamas olacaktır. Ancak Hamas’a masada abilik yapması muhtemel Türkiye gibi odakların arayı bulma, sorunu çözme(!) iddialarıyla Hamas’ın elini zayıflatması son derece muhtemeldir. Hamas’ın sahadaki duruşunu her şeye ve herkese rağmen masada da sergilemesini umuyor ve Rabbimizin kardeşlerimize zafer nasip etmesini niyaz ediyoruz.
İRAN KAZA-KIRIMA UĞRADI
Azerbaycan sınırında Aras nehri üzerinde yapılan Kızkalesi ve Hüdaferin Barajlarının açılışını Azerbaycan Devlet başkanı İlham Aliyev’le birlikte yapmak üzere bölgeye gelen İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisî dönüşte Tebriz’e kadar olan yolu helikopterle gitmeyi tercih etmişti. Reisî’nin helikopterinde Dışişleri bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Tebriz Cuma İmamı Ayetullah Ali Haşim, Doğu Azerbaycan Eyalet Valisi Malik Rahmetî ve başka dört kişi daha bulunuyordu. 19 Mayıs Pazar günü saat 16.00 sularında İran Devletinin Başkanını ve beraberindeki önemli isimleri taşıyan helikopterin akıbetine dair çelişkili haberler gelmeye başlamıştı. Haberlerin çelişkili olması, Reisî’nin helikopterinin Tahran’a 600 km mesafede, Doğu Azerbaycan bölgesine ait Jolfa mevkiinde düştüğü, düştüğü yerin sekiz kişiye mezar olduğu gerçeğini değiştirmeyecekti. Olay bölgede ve tüm dünyada şok etkisi yaptı.
İran Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanının (diğerleriyle beraber) bir helikopter kazasında can vermesi sıradan bir kaza mıydı yoksa planlı bir suikastın sonucu muydu? Suikast idiyse bu, İran’da iç siyasi çatışmaların tevlid ettiği bir hesaplaşma, daha doğrusu İran derin devletinin öyle ‘uygun’ bulduğu siyasi bir tasarrufun neticesi miydi yoksa İran’ın İsrail’in şahsında küresel terör şebekesine karşı giriştiği ‘danışıklı dövüş’ün ‘doğal’ sonucu olarak gelmiş, ‘danışıklı’ bir harici darbe miydi? Üçüncü ve daha da mide bulandırıcı ihtimal ise, acaba helikopter kazasını dahili ve harici unsurlar birlikte planlamış olabilirler miydi? İhtimallerden hangisinin gerçek olduğu, daha açığı İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanının kim tarafından ve hangi niyetlerle öldürüldüğü belki bir gün çözülecek belki de hiçbir zaman bilinmeyecektir.
İhtimalleri kısaca değerlendirecek olursak, İbrahim Reisî ve ekibini taşıyan helikopterin düşmesinin hiç eksik olmayan helikopter kazalarından bir kaza olması pekâlâ mümkündür ancak birçok sebep bu şıkkın inandırıcılığını ortadan kaldırmaktadır. İran Devletinin, Genel Kurmay Başkanlığınca açıklanan ön rapora istinaden “olay bir kazadır, olmuş-bitmiş ve konu kapanmıştır” anlamına gelecek şekilde el çabukluğuyla dosyayı kapatması bunun ‘müessif bir kaza’ olmadığının en bariz delilidir. İran Devletinin olayı tartışmaya kapatmaktaki acelesi, bir başka deyişle bir an önce ülkenin ve dünyanın gündeminden çıkması arzusuyla adeta olayı karartması makul olmamıştır. Olay kazadır demek, helikopter üzerinde herhangi kurşun izine, (roket vb.) harici bir müdahale unsuruna rastlanmadığını ileri sürmek biraz Turgut Özal’ın ölümünden yıllar sonra mezarının açılıp naaşı üzerinde otopsi yapıldıktan sonra, “vücudunda zehir var ama zehirleme yoktur!” mealinde yazılan raporu çağrıştırmaktadır.
Şayet, biri Cumhurbaşkanı olan sekiz kişinin ölümüyle sonuçlanan kaza tamamen İran, Filistin ve İslam düşmanı yabancı ülkelerin kotardığı bir cinayetse ve İran da bunu bilerek, andığımız gerekçelerle olaya ‘kaza’ sıfatını uygun görmüşse, İran’a iki kere yazık edilmiştir. Birincisi, doğrudan devlete yönelik bir terör saldırısı olması, ikincisi de kafirle mücadelede İran’ın gösterdiği isteksizliktir. Korkunun ecele faydası olmadığını kimse İranlılara anlatacak durumda değildir.
Reisî’nin bir suikasta kurban gittiğini var saydığımızda, İran devletinin ‘kaza’ raporuyla olayı kapatma girişimi ya suikast planının varıp dayanacağı (ABD ve İsrail gibi) terör üretim merkezlerini karşısına alıp, onlarla kozlarını paylaşmayı göze alamamasına mebnidir ya da olay ülke sınırlarını aşmayan bir cinayet olduğu için ve işin ucu her kime/kimlere varıp dayanacaksa, onlar karartma yapmış olmalıdırlar. İran’ın bizzat kendisi bu büyük olayın üstünü kapatmıştır ama hayat bu dosyayı kapatmayacaktır. Hemen her çetrefil işlerin açığa çıkması için ilaç değerinde olan zaman bir gün Reisî, Abdullahiyan ve diğer arkadaşlarını taşıyan helikopteri düşüren iradenin gün yüzüne çıkmasını da sağlayacaktır.
Biz 19 Mayıs günü düşen helikopterin sıradan kaza değil, bir komplo olduğuna yani olayın planlı bir suikast olduğuna kanaat getiriyoruz. Şu var ki Devrim’in lideri Humeyni’den sonra türlü zikzaklar çizen İran İslam Cumhuriyeti şayet kendi evlatlarını yemişse, bu da onun sıradan bir ulus devlet çizgisine geldiğini gösterecek ve ‘İslam Devrimi için çok önemli bir dönüm noktası olacaktır.
İran’da toplumun Reisî ve Dışişleri Bakanının cenazesine katılımı yüksek düzeydeydi. Lakin cenazelerin gömülmesi sürecinde kendini gösteren Şii gelenekleri ve Şii İmamlarının sekizincisi olan İmam Rıza’nın türbesine olan iltifat, Kemalistlerin Anıtkabir’e olan tapınma biçimlerini çağrıştırmıştır. İslam akidesi, ölen bir Müslümanın cenaze namazının kılınarak sade bir mezara defnedilmesini gerekli kılar; sadece Allah’a ibadet edip, yalnızca O’ndan yardım dileme ilkesi ölüyü de diriyi de herhangi bir türbeye, tapınağa, anıtlı veya anıtsız kabre uğratmayı kesin olarak nefyeder. İlaveten, İran’daki cenaze merasimleri vesilesiyle olmayan ve olmayacak bir ‘Hz. Mehdi’ söylemi de ayyuka çıkmıştır. İnsan hiç değilse Kudüs’ün burnunun dibinde kıyasıya bir hayat-memat mücadelesi veren Gazze’nin yiğit çocuklarına bakarak, hayali bir kurtarıcı olan Mehdi lafını telaffuz etmekten utanır.
Öte yandan son aylarda iflah olmaz bir İran düşmanlığı hastalığına yakalanmış bulunan, iktidara yakın basın-yayın organlarına mevzilenmiş köşe yazarlarının helikopter kazası vesilesiyle bir kere daha kin ve nefretlerini İran üzerine kurşun gibi salmalarındaki hadsizlik de utanç vericidir. ‘Uzman’ edasıyla işgal ettikleri televizyon stüdyolarında en küçük bir oturma (meclis) edebinden bile mahrum kişilerin İran üzerine yorumlar yapmaları laf ü güzaftan başka bir değere sahip değildir. İran’ın ‘kapalı bir rejim’ olduğunu söyleyenler kendi ülkelerindeki kapalılığı unutmuş gözükmektedirler. Çok değil, bundan on yıllar öncesinde Türkiye’de birtakım cinayetlere ‘faili meçhul’ adı veriliyordu ve sayıları on binlerle ifade ediliyordu. İçlerinde Cumhurbaşkanının, gazetecilerin, askerlerin, akademisyenlerin ve parti başkanlarının bulunduğu pek çok cinayet hala açıklanamamış, Turgut Özal’ın ölümündeki gizem hala çözülememiştir. İran’a dibi kara tencere muamelesi yapanlar kendi tencerelerini Ak-Pak sanmaktadırlar.
Tıpkı Suudi Arabistan, Mısır, Irak, Suriye, Ürdün vd. olduğu gibi İran da İslam coğrafyasının bir parçasıdır. İşaret ettiğimiz Arap ülkelerindeki kiralık/satılık (ithal-ikame) yöneticilerin hıyanetleri o ülkeleri bizim olmaktan çıkarmamaktadır. Eşkıyanın gasp ettiği malımıza ya da kaçırıp esir aldığı insanımıza düşman nazarıyla bakamayız. Mekke-Medîne ve Kudüs işgal altındadır ama bu şehirler bizim Mekkemiz, bizim Medînemiz, bizim Kudüsümüzdür. İslam’ın en mübarek şiarları bu şehirlerdedir. Her sene umreye giden, sayısız defa hacca gitmiş muhafazakârlar Suudi Arabistan yönetimine değil de İran’a kin kusmaktadırlar. İran’da siyasetin tepe noktasındaki isimler helikopter kazasında öldü/öldürüldü diye sevinç gösterileri yapmak nifak alametidir. İslam ise en başta nifakı münafıkların başına geçirmenin adıdır.
İktibas Dergisi, Haziran sayısı yorumu
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *