Telkin diri olan için, nefes alıp veren için bir gerçeklik ifade eder; mecazen ölülere bir şey ifade etmediği/etmeyeceği gibi, ölü olanlara zaten etmez, etmeyecektir. (Yasin 70), (Neml 79-81)
Mustafa Bozacı
Bir anekdotla başlayalım;
Merhum ‘Bilge Terzi’ Said Çekmegil, bir cenaze defni esnasında telkin/talkın vermesi istendiğinde, cemaate dönerek –ki malumunuz geleneksel anlamıyla telkin/talkın oradaki haziruna değil, cenazeye, ölene yapılır- ‘Şimdi size telkin vereceğim, zira telkin yaşayanadır. Ölenin bundan bir faydası, alacağı yoktur.’ mealinde sözlerle taşı gediğine koymuş ve doğru olanı yapmış, ‘doğru bildiğimiz bir yanlışı’ tashih etmiştir.
Bizzat şahit olduğum bir akraba defninde ise bir ‘köy mollası’, kendi yakını da olan cenazenin mezarına malum telkin suallerine verilen cevapların yazılı bulunduğu bir kağıdı, mezarın içine bırakmış, telkini bir ileri aşamaya taşıyarak sözel boyuttan yazılı bir boyuta ulaştırmıştı! Kopya üstüne kopya! Cenazenin suallere cevapları kolaylaşsın, âsân olsun diye sözlü sufleleri yazı ile de perçinleyerek işi garantiye alma niyeti göstermişti! Bugün hala devam ediyordur herhalde. Yine doğu bölgelerimizde kefenin içine cenazenin lehine olacağı düşünülen dua vb. yazılar konması da zikredilebilir bu meyanda. ‘Yanmaz kefen!’ muammasını, ucubesini ise bilmem zikretmeye gerek var mı!?
Malumunuz, sözlü telkin/kopya geleneği hala da sürmektedir, yalnız yazılı cevapların verildiğine ben, başka yer ve zamanlarda hiç şahit olmadım. Bilemiyorum başka şahitlik edeniniz oldu mu?
Neyse, konumuz bu telin/talkın olayının ritüel boyutu değil… Bizatihi kendisi de değil! Bu, başka yazıların konusu olabilir, mesela ‘bid’atlerin tashihi’ babında…
‘Ele verir talkını, kendi yutar salkımı!’ darb-ı meselinde olduğu gibi ‘öğüt, tavsiyeleşme, uyarı, ikaz…’ bizim asla terk edemeyeceğimiz, olmazsa olmaz kabilinden hususiyetlerimizdendir. Dinimizin emirlerindendir. ‘Nehy-i anil münker’ kısmı da eklendiğinde ‘emr-i bil ma’ruf’ kısmıyla tam bir farizadır. Darb-ı meselin iktizasınca elbette ‘kendini unutmadan’!
‘Ey iman edenler! Yapmayacağınız/yapmadığınız şeyi niye söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.’ (Saff suresi 2-3) ayetleri de zaten bize bu hakikati ve hikmeti hatırlatmıyor mu? Bakara 44. ayette de olduğu gibi ‘kendini unutmak’ kınandığı gibi, sözü, uyarıyı, telkini de etkisizleştirmekte, boşa çıkarmakta, dahası önemsizleştirmekte, sonrası için dezavantaja dönüştürmektedir.
Evet, gelelim konunun bizi ilgilendiren, bu yazı dolayısıyla alınması/verilmesi gereken mesaj ve ders kısmına: Orası kesin bir hakikattir ki insan ilişkileri bir boyutuyla ve öncelikle sözel etkileşime dayanmaktadır. Hal (davranış) mi önceliklidir, kaal (söz) mi tartışmasına girmeden, ikisinin birbirine riyasetini kenara bırakarak, meşhur ifade ile ‘teori-pratik’ ikilemine düşmeden, bunları birbirinden ayırmadan ‘söz’ olgusunun değerine, olmazsa olmazlığına ‘telkin/talkın’ bağlamında değinmeye çalışalım. Sözü burada ‘yazılı’ boyutu ile iç içe, tefrika etmeden bir bütün olarak düşünelim. Şimdi yaptığımız gibi yazarak paylaştığımız bu satırların da bir telkin olduğunu takdir edersiniz. Kaldı ki her pratik, evvelinde veya ahirinde bir ‘izaha’ muhtaçtır. Bir asla racidir. Yoksa yazılı ve/veya sözlü boyutu eksik bırakılan hangi davranışın künhüne vakıf olabilir, ‘niçin’ ve ‘ne adına’ yapıldığını bilebilirsiniz ki!? Ya da bunu neye kıyasla değerlendirerek, ölçüp biçebilirsiniz! Esasen uyarı, ikaz ve dolayısıyla ‘telkin/talkın’ da bir pratiktir, eylemdir, fiili bir iştir neticede, yalnız; ‘kendinizi unutmadan’! Zaten; kendini unutan, başka neyi hatırlıyor olabilir ki!?
Şimdi: Talkın meselesinde bir ‘olgusal’ boyutla, bir reellikle karşı karşıyayız. Neydi geleneksel anlamıyla talkın; ‘ölüye kopya verme işi’, ‘ona tevdi edileceği düşünülen suallere karşı vereceği cevapları sufle etmek, hatırlatmak’, ‘cenazeyi sınavında başarılı kılma yardımı’, ‘kabrin cehennem çukuru olmaktan kurtarılması, cennet bahçesine döndürülme girişimi’ vs…
Evet, bir de sekarat-ı mevt vakti, ölümle yüz yüze gelen kişi için ‘kelime-i tevhid ve şehadet’ cümlelerini terennüm ettirmeye yönelik bir telkin olgusu var ki bu da telkinin, uyarı, ikaz vazifesinin başka bir boyutunu kapsamaktadır, en azından sürekliliğini göstermesi açısından kayda değerdir…
Bakınız tüm bunların bir hakikat boyutu yok mu? Var! Burada karşımıza çıkan sorun; ‘hakikatlerin yer değiştirilmesi’, ‘alt üst edilmesi’, ‘formun, dolayısı ile normun tahribi’, ‘başkalaşım’, ‘verinin dezenformasyonu’, ‘bağlamın koparılması ve tahfifi’, ‘uydurma ve uyarlama’ şeklinde sıralanabilecek bir dizi, ‘indirilene’, zaman içinde, geleneksel algı ve muhafazakarlık soslu yaklaşım ve hurafe ekleme, saptırma, dejenere etme, sıradanlaştırma, algı saptırması, heva ve hevesin, kolaycılığın, kayırmacılığın, ‘yeniden t-üretmenin’ devreye girmesi ameliyesidir. Yoksa, sorgu-sualin oluşu şeksiz ve şüphesiz vakidir. Her birimizin başına mukadderdir. Dünya hayatının yaratılış amacı da bizatihi budur. Ölümle neticelenecek bu üzerine doğduğumuz geçici dünya hayatı, yeni daimi evresine bu ‘sorgu-sual’ aşaması ile başlayacaktır malumunuz.
Zaid olacak ve malumunuz, ama; Nahl 93, Tekasûr 8, Ankebut 2, Araf 6, Kasas 65 vb. ayetlerde bu hakikat, sorgu-sual olgusu açık ve net olarak okunabilmekte, görülmekte ve anlaşılmaktadır.
Gelelim yazımızın serimlemesine; ‘Rabbin kimdir?’ sorusu, telkinin birinci sorusu değil mi? Evet, hakikatte de öyle değil midir? Kelime-i tevhidi söylemeyen ve gereğini eylemeyen zaten müslüman olamayacağı gibi bırakın kopyanın yazılısını-sözlüsünü, ağzıyla kuş tutsa, iki cihan bir araya gelse, affa mazhar olamayacaktır! Zinhar böyle değil midir? Bu arada ‘kelime-i tevhid ve şehadeti’ söylemenin; ikrar ve tasdikin ötesinde hayatı ile şahitliğini yapmanın, efradını cami, ağyarını mani gereklerini hakkıyla gerçekleştirmenin nasıllığı ve nice’liği (nicelliği değil!) bilenlerin bildiği, çok önemli ve üzerinde ayrıyeten ve çokça durulması gereken bir bahs-i diğerdir. Yoksa Ebu Cehil niye bu cümleciği söylemekten imtina etsin değil mi!? Keza merhum Seyyid Kutub’un muvazzaf müftüye, idama götürülürken söylediği ‘Ben bu söz sebebiyle idama götürülürken, sen aynı söz üzerinden geçiniyorsun!’ ifadesinde karşılığını bulan ince içerik gibi… Söylenecek, yazacak çok şey var bunun üzerine de (kitap olur!) konu o değil!
Keza, yine malumunuz, Ebu Cehil, Ebu Lehep mümessilliğinde bedevi, cahil, müşrik Arap toplumundan her kime sorsanız, Ankebut 61-63, Yunus 34 vb. ayetlerin de işaret ettiği üzere ‘Allah’ın varlığından’ haberdardırlar ve bunu ikrar ederler. Gelgelelim, O’nun (cc) birlenmesi, tağutun küfredilmesi ve O’nun dûnunda ilah kabul edilenlerin tümden reddedilmesi, inkar edilmesi meselesine gelince işte o noktada şirk devreye giriyordu… ‘Rabbim Allah’ demek bizatihi bedel ödemeyi gerektiriyordu, fedakarlık ve nitelik istiyordu, farkındalık, bilgi ve bilinç…
Diğer sual, ‘Kitabın nedir?’ ifadesine gelince; bu da öyle sırf gelişigüzel ve bir sufleyle cevaplanabilecek nitelikte bir sual değildir. Dağların bile emanet almaktan çekindikleri, imtina ettikleri, ağır bedelli bir tekliftir (Haşr 21) bu. İnsan yüklenmiş ama karşılığını da îfa edememiştir (Furkan 30). Kısacası ilkinde olduğu gibi bu sualin de cevabının, sözden öte, bizzat hayatınızla mükellefiyetten ölüme değin cevabını bu dünya hayatında, melekeleriniz yerinde ve kalbiniz atar halde iken hazırlamanız gerekmektedir. Ferda fert! Mevt olmazdan evvel! Yoksa sizi bu dünyada ödemekten, göze almaktan kaçındığınız bedelin çok daha ağır ve telafisizi, süreklisi bekler olacaktır! Bunun da kopyası, suflesi yoktur, olamaz! Bakınız işte size sufleyi burada veriyor, telkini şimdi yapıyor, hatırlatıyoruz. Telkin diri olan için, nefes alıp veren için bir gerçeklik ifade eder; mecazen ölülere bir şey ifade etmediği/etmeyeceği gibi, ölü olanlara zaten etmez, etmeyecektir (Yasin 70), (Neml 79-81). Siz kitabı, kıraat ve tilavet etmek, tertil ile okumak, hem de bunları hakkıyla bu dünyada yapmakla mükellef iken, bunu bir kopya ile geçiştirivereceğinizi nasıl düşünürsünüz? Bu neyin kafasıdır, hangi akıldır; akıl mıdır?! İlaveten, sual bazen; ‘İmamın ne?’ tarzında gelmektedir. İroniye bakar mısınız? Cevap, sufle, kopya; ‘Kur’an-ı Kerimdir’! Düşünsenize; ‘imam’… Tam isabet, ‘rehber, kılavuz, önder, başvuru mercii…’, ama şimdi mi? Vakti ömründe kale almadıysan bu imamet şimdi neye yarar, kişiyi nereye kılavuzlar ki?! Zaten yolun sonu gelmiş, fırsat tükenmiş, vade bitmiştir!
Bu ‘imam/kitabın ne’, sualinin önünde ‘Peygamberin kim?’ suali var ki asıl imam da O (sav) olsa gerek! Ki O’nun da önderi, kılavuzu, rehberi, müracaat mercii Kur’an-ı Kerim idi… Elçiye bu dünyada uymadıysan, şahit edinmedi isen, O’ndan aldığın şahitliği insanlara taşıma cehdinde bulunmadıysan, O’nun yolunu yol edinmediysen, O’nun söylediklerini –ki hepsi Kur’an’dan mülhem ve onda mündemiçtir- baş tacı etmediysen ya bu nice okumaktır, önder bilmek, peygamber edinmektir!?
Önce gelen suallerden biri de ‘Dinin ne?’ şeklindedir. Bu soru da çalakalem ve birkaç cümleye sığdırılamayacak (bunların her biri bir kitap/kitapçık/risale olur!) kifayettedir. Bu kadar mühim bir sorunun mezarda bir sufleyle, bir kopyayla karşılanamayacağı da izahtan varestedir, aklı fikri yerinde olan, melekeleri dumura uğramamış, uyuşturucuların etkisinden salim kalabilenler için elbette!
Din, zaten tüm suallerin ve dolayısı ile cevaplarının da içinde bulunduğu bir genel olgudur, hakikattir. Cevap anahtarının bizatihi kendisidir. Hayatın ‘hak-batıl’ mücadelesi şeklinde sürdüğünü ‘hak din-batıl din’ eksenli olarak da okuyabiliriz pekala. Doğru/hak dine bakarsanız doğru cevapları bulursunuz. Bunun tersine yanlış/batıl dinlere bakarsanız, alacağınız cevaplar, siz doğru zannedip dururken elbette yanlış olacaktır ve sizi hidayete değil dalalete, sapmaya ve sapkınlığa sevk edecektir. Ahiri akıbet de hayrolmayacaktır pek tabii ki! Bu batıla, her ne kadar iyi niyet üzere gibi gelse de ‘uydurulanlar’ öncelikle dahildir. Zira şeytanın sağdan yanaşıp ‘Allah diyerek kandırması’ daha kolay ve vaki olandır, çoğunlukla şahit olunduğu gibi…
Kişi için asıl tehlike ‘din’ edindiklerinin içinde doğrudan, hak ve hakikatten kimi, kısmi doğru parçacıklarının bulunması, batılın hak ile karıştırılması/katıştırılması, bulandırılması, bulanıklaştırılması durumudur. Yoksa açık ve net olarak batıl ortada, hak ortada iken bu tercihte pek sorun olmaz, olmamaktadır. Gelgelelim şeytan ve avanesi, ins şeytanları, hakkı örtmek, bile bile gizlemek, yerlerini değiştirmek için hak yolun önüne ardına heva ve heves ürünü kuruntular örüp ‘atalar yolu’ gibi bir zehap ile süsleyerek tuzaklar kurmakta ve buna aldanan, kanan zalum, cehul ve acul olan, isyan ve nisyanı bol insan çokça yanılmakta, hak ve hakikatten sapmakta, istikametten çıkmakta, pusulası şaşmaktadır.
Suallerin devamı da var malumunuz ve fakat onlara baktığınızda kurgu ve uyarlama/uydurma işi ayan beyan ortaya çıkmaktadır; itikatta mezhebin, amelde mezhebin… Nasıl ama?! Kılıf öyle hazırlanmış ki, bu dünyada ‘ayağını denk al’ der gibi… Mezhebin ‘din’ edinilmesi de bu olsa gerek! Ümmetin parçalanmasının, birlikteliğin bozulmasının, kardeşlik hukukunun zedelenmesinin, tefrikanın önünün açılmasının zemin taşları nasıl döşenmiş ama?! Sonrası malum; Kitap algısı da, resul örnekliği de, din olgusu da, ta ki ‘Allah, rab, ilah’ olgusundaki ‘egemenlik, yaratma, yaşatma ve emretme, helal-haram belirleme ve ila ahir…’ hususiyetler de bunlardan, bu kurgudan, keyfe keder ölçüp biçmeden nasipyâb olmuştur.
Elhak bütün bu suallerin, bu dünyada cevapları hazırlanırken gösterilecek hassasiyetlerin, ittikanın, ihlas ve samimiyetin yanında insanoğlunun elbette yanılmaları, kusurları, ihmal ve ihlalleri olabilecektir. Günah hepimiz için olasıdır. Bu konuda da resulün ve Kur’an’ın ve pek tabi ki hak dinin imametinde ‘tevbe/tövbe’ olgusuna sarılacak, hata ve kusurda kasıttan ve tekrardan sakınarak, yegane Rabbimiz Allah’a sığınıp O’nun af ve merhametine sığınacağız. O’nun vaidinden sakınırken va’dine yöneleceğiz. O’nun (Nisa 31), (Zümer 44), (Mü’min 51) ayetlerdeki beyanlarına güveneceğiz. Zira O (cc) asla va’dinden dönmez! Bunun yanında bu dünyada inananlar olarak yardım ve dayanışma içinde, ‘emr-i bil ma’ruf vennehy-i anil münker’ vazifemizi diri tutarak, Asr suresinin iktizasından ayrılmadan, vade dolana kadar emredildiğimiz gibi dosdoğru olmaya (Hud 112) ve öylece kalmaya, öyle olanlarla dostluk ve kardeşliğe özen göstereceğiz. Bu telkin/talkın işini hayatımızın her an ve mekanında yaşatacağız. Kabre konan bedenin/cesedin bundan bir faydasının ve beklentisinin olamayacağını (Yasin 52), sorgu sual işinin de ‘kıyamet/kıyam/ba’sü ba’del mevt’ ile ‘mahşerde’ olacağını aklımızdan hiç çıkarmayacağız!
Ez cümle; sualler de, beklenen doğru cevapları da, telkin/talkın da elhak doğru, sadece yer ve zamanıyla ilgili kısmın tashih edilmesi ve künhüne vakıf olunması kayd-u şartıyla…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *