“Sermayedarların birincil amaç olarak kâr artırımını benimseyip, hiçbir ahlaki kaygı gütmeden üretmeleri, haklı eleştirimizi oluşturan olgulardan biri. Fakat burada gözden kaçırıp, bizi tepeden inmeci bir yaklaşıma sürükleyen şey: onların gerçekleştirdikleri üretimde kapitalistleşme ile nedensellik içinde büyüyen kentlerden bizim doğrudan gerçekleştirdiğimiz talebin etkisini görmezden gelmemizdir.”
Mehmet Uçak
Kur’an’da Allah, şairler için “gerçekte yapmadıkları şeyleri söyleyen kişiler” nitelendirmesinde bulunur. Necip Mahfuz, Cebelavi Sokağı Çocukları romanında, yaşanılanlar, anlatılar, söylemler arasındaki farka isyan eden Arif adlı karakterin ağzından “ağızlarda peygamberler, sokaklarımızda ise çete liderleri” minvalinde bir tespit yapar.
Esasında kapitalizmin ya da seküler zeminde gelişmiş olan diğer ideolojilerin karşısında olmanın tabi ki kötü bir yanı yok. Ancak bunlar zamanla ağzımızdan düşmeyen, tekrara yakalandığımız birer hikayeye, masala dönüşürse bunun kime, ne yararı olur? Açıkçası kendimi de bu eleştirinin işaret ettiği kümeye dahil ederek, kapitalizmin defnine, def edilişine gerçek manada hazır mıyız ve onun varlığı etrafında şekillenmiş olan hayatlarımızın kökten (radikal bir şekilde) değişmediği bir durumda kapitalizmin def-i mümkün mü diye düşünüyorum.
Öncelikle kapitalizm eleştirisinin sunduğu konfor alanı meselesinin bir bölümünü iş ve okul hayatlarımız oluşturuyor. Şu an sürdürdüğümüz iş-okul hayatlarımızın kapitalizm denen üretim şekilleri etrafında konumlandığını ifade etmenin yanlış olmayacağını düşünüyorum. Sabahları patronlarımızın günahlarına ortaklık etmek üzere uyandığımız gerçeği, bu patronların neyi, ne şekilde, ne kadar ve neden ürettiği sorularına cevaben ortaya çıkacaktır. Hal böyleyken farkında olmadan keyfini sürdüğümüz bu düşünsel konfor alanı, söylemlerimizin gerektirdiği eylemsel zorunlulukları ve zorlukları görmemizi engelliyor. Örneğin, patronlarımızın sürdürdükleri hunharca üretimin düşürülmesi gerektiğini ifade etmekle, evimize girecek ekmek miktarında ciddi bir azalmanın olabileceğinin farkında mıyız? Lüks ve gereksiz üretimi bitirmeye ve talebi kesmeye, üretici ve tüketici tarafların fikren hazır oldukları noktada işçi talebinin, sayısının belki de yarı yarıya düşebileceği ihtimali ile yüzleşmeye ve tabii bunun doğuracağı zorlukları göğüslemeye cesaretimiz var mı? En nihayetinde, iş hayatlarımız kapitalist üretim şekillerinin temini yönünde araçsallaştırılmışsa, sanayi bölgelerindeki, devlet kadrolarındaki, fabrikalardaki işlerimize devam ederek kapitalizm hakkındaki söylem ve eleştirilerimizin salık verdiği karakteri sergilemenin mümkünatı var mıdır?
Patronlarımızın günahlarına ortaklık ediyor oluşumuz işin okul-üniversite kısmında da farklı değil. Bu noktada düşünmemiz gereken nokta üniversitelerin neyi ve nasıl kişileri imal ettiğidir. Mevcut eğitim öğretim pratiklerinin bizleri şikayetçi olduğumuz kapitalist sistemin selamati üzerine donatmaktan başka bir işlevi var mıdır ya da sözde itiraz ettiğimiz bu sisteme “eleman” yetiştirmekten daha büyük bir niteliğe sahip midir? Fuco, diplomaların bilgiye ticari bir işlem kazandırma işlevi gördüğünden bahseder. Bir finans hocası derste bir ticari varlığın yegane amacının kar maksimizasyonu olduğunu, cümlenin ardına hiçbir eleştiri ya da parantez açmadan ifade eder. Bourdieu ve Passeron’dan yapılan şu alıntı da bu noktada ufuk açıcıdır: “eğitimin “kişisel yeteneğe” dönüştürdüğü nitelikler, öğrencide aradığı vasıflar, kazandırmayı hedeflediği kabiliyetler, esasında, bazı imtiyazlı sınıfların kültür karşısındaki imtiyazlarının “doğallaştırılmış” “mutlaklaştırılmış” halleridir”. Bu alıntı, bir yönüyle eğitimdeki eşitsizliği ifade eden bir tespitken diğer yönüyle sistemin idame ediliş şeklini açık eden bir ifşadır.
Bu konfor alanının ve eleştirimizdeki samimiyet eksikliğinin öteki bir yüzünü sermayedarlar, kentleşme ve taleplerimiz oluşturuyor. Sermayedarların birincil amaç olarak kâr artırımını benimseyip, hiçbir ahlaki kaygı gütmeden üretmeleri, haklı eleştirimizi oluşturan olgulardan biri. Fakat burada gözden kaçırıp, bizi tepeden inmeci bir yaklaşıma sürükleyen şey: onların gerçekleştirdikleri üretimde kapitalistleşme ile nedensellik içinde büyüyen kentlerden bizim doğrudan gerçekleştirdiğimiz talebin etkisini görmezden gelmemizdir. Yaşadığımız bölgelerin çoğunlukla işçi kesimin barınaklarından oluşan “ghetto” nitelendirmelerinin muhatabı olduğunu ve burada gerçekleşen taleplerin yemek ya da giyinmekten fazlasını oluşturduğunu görmemiz gerekiyor. Konut talepleri de, araç talepleri de, kentlerin büyümesi, yolların inşası da olmak üzere, lüksün talebi de kentin doğurduğu birer yapay ihtiyaç olarak karşımızda duruyor. Bu çerçevede sermayedarların üretiminden bahsediyorsak aynaya bakıp bin odalı bir sarayın üretiminin meydana gelmesi için talebinin oluşması gerektiğini kendimize itiraf etmeliyiz. Masummuş gibi görünen en doğal, temel ihtiyaçlarımızın dahi kapitalizme bulaştığını, söz konusu taleplerin hangi koşullar altında, ne pahasına üretildiğini irdelediğimizde, kabul etmek daha kolay olacaktır. Dolayısıyla meselenin bu yönü konfor alanımızın dışından bize yöneltilen başka bir soruyu beraberinde getiriyor. Eğer kapitalizmin defni, şehirlerin terkini ve meydanlarda gerçekleştirdiğimiz talebin her türlüsünü kesinkes biçimde bitirmemizi gerektirirse, inek sağma ve üretme melekelerini yitirmiş bizler bu yükün altına girme fedakarlığını gösterebilecek miyiz?
Sonuç olarak, kapitalizme yapılan eleştirilerimizi yersiz veya gereksiz bulmuyor ama bunların bütüncül (eylem-söylem bütünlüğü) bir yaklaşım sunmaktan uzak olduğunu, bunun da sarf ettiğimiz cümlelerin karavana gitmesi tehlikesini beraberinde getirdiğini düşünüyorum.
Metin sonu şüphe: Doğru yolda saydığımız hayatlarımızın en olağan realiteleri, bedellerini sırtlanmaya cesaret edemediğimiz kadim hakikatlerin nezdinde belki de kendimizi hep gayrı gördüğümüz cehennem ehlinin en nadide aşırılıklarından ibarettir.
Metin sonu alıntı: Bugün geldiğimiz noktada söylenecek şey şudur: asli bütünlüğü içerisinde İslam’ı yeniden talep etme iradesini gösteremeyecek ölçüde zihinsel ve ahlaki anlamda kirlenmiş bulunuyoruz. (sahte mutlakların hükümranlığı, s.22)
Metin sonu hikaye: Rio’nun ghettolarında bir evde, ormana bakan pencerenin yanı başında bulunan kafesinde, varoluşssal sancılar, özgürlük hasreti ve esaret acısı çeken bir papağan varmış. Papağanımız, gökyüzünde süzülen hemcinslerini gördükçe özgürlük ve esaret hakkında büyük laflar eder dururmuş. Yine sıkıntılı bir gün papağanımız içinin öz farkındalık ile dolup taştığını hissetmiş. Kafesindeki aynada kendine baktığında sanki kendini ilk defa görür gibi olmuş, halinden utanmış. Üzgün bir ifade ile bir daha özgürlük lafını etmemeye yemin etmiş ve şunları söylemiş: ama papağan kardeş, sen hazır yeme alıştın bir kere. Üstelik onca küfür ezberletilip de sana , tekrar ede ede sen onları, güzel güzel ötmeyi de unuttun.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *