Nübüvvet müessesesi tevhid bilincinin diri tutulması için var edilmiş değil mi? Kur’an’ı doğru anlamaz, ulûhiyet ve ubudiyet kavramlarını yerli yerine oturmazsak tevhidi de doğru anlayamayacağımız kesin. Ki bugün yaşanan sapmalar aslında bunun tipik birer örneğidir.
Ahmet Durmuş / Venhar
İlk insandan son insana hiç değişmeyecek olan tek hakikat nedir diye soracak olsak vereceğimiz cevap hiç kuşkusuz Allah’ın tek ilah oluşudur. Çünkü evrenin sahibi O’dur. Daha önce indirilen tüm kitaplar ve gönderilen nebilerin kullandığı ortak dil bunun çok açık kanıtıdır. Her elçinin çağırdığı şey ve tebliğ ettiği ortak kelime tevhidden başkası değildir. Yani insanlar tek ilaha ve sadece O’na kulluk etmeye çağırılıyor. Bu çağrıya kulak asmayan kavimler ve şirkin önderleri ayrı ayrı putlar, ikonlar edinmekle beraber hepsinin ortak yönü Allah’a şirk koşmak olmuştur. Yüzlerce ayette yapılan vurgu: “Mabudunuz tek ilah olan Allah’tır; O’ndan başka ilah yoktur; O rahmandır, rahimdir.” (Bakara:163). “İşte işin hakikati budur ve Allah’tan başka bir ilah yoktur; şüphe yok ki Allah kudret ve gerçek hikmet sahibidir.” (Ali İmran:62). Yine tüm insanlığı aynı davaya çağıran yüce bir hakikat olarak: Deki ‘Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak bir kelimeye gelin: Allah’tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O’ndan başka hiçbir şeye İlahlık yakıştırmayacağız.’ Ve eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘şahit olun ki biz kendimizi O’na teslim etmişiz!’ (Ali İmran:64).
Tevhid akidesinin bu kadar hassas olmasına rağmen hiçbir peygamberin ümmeti ve insanlığın çoğunluğu bu hakikati tam olarak anlayamadı ve bu yüzden bizden önceki kavimlerin tamamı kendilerini helake sürükledi. (Furkan:39). Hâlbuki her nebi ve elçi gece gündüz demeden kafaları çatlatırcasına insanları tek ilah olan Allah’a çağırdı. (Bakara:163). Bu yüzden geçmiş vahiyler ve son vahiy olan Kur’an’ın kırmızıçizgisi tevhiddir. Çünkü tevhid Kur’an’ın ana sütununu oluşturan iman esası üzerine bina edilmiştir. Yani Kur’an’ın ana ilkesi olan tevhid yoksa ortada ne Kur’an ne de İslam kalır.
İlk dönem İslam akidesine baktığımızda günümüzdeki yakıştırmalardan beri ve şirkten uzak bir tevhid inancını çok net görebiliyoruz. Zaten bütün elçilerin ve Hz. Nebi’nin (sav) gönderiliş amacı da bu netliği, bu berraklığı sağlamaktı. Daha açık söylersek peygamberler hiçbir zaman hadsizlik edip Allah’ın koyduğu sınırları aşmamış ve İslam’ın yerine kendilerini ‘din’ olarak insanlara sunmamıştır. Özellikle Muhammed (sav) hayattayken tıpkı atası İbrahim (as) gibi bu konuda çok hassas davranmış ve müşrikleri sert bir şekilde uyarmıştır. (Tevbe:73). Ve tebliğ ortamında kendisinin bir beşer olduğunu ve Meryem oğlu İsa’ya (as) yapılanın kendisine yapılmamasını Müslümanlardan özellikle istemiştir. Peki, bu hassasiyetin sebebi neydi? Elbette ki önce kul sonra Rasül/elçi oluşuydu. Yani dinin sahibi değil öncüsü, uygulayıcısı ve tebliğcisiydi. Bu bilincin ürünü olarak kendisini seçen ve tebliğ görevini üzerine yükleyen Allah’ın tevhiddeki hassasiyetini aynen yerine getirmiştir. Peki, tersini uygulayıpta tevhid hakikatine karşı duyarsız davransaydı: “Eğer o Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.” (Hakka:44.45.46). Demek ki ne Muhammed (sav) ne de herhangi bir peygamber tebliğ vazifesini yaparken Allah’ın koyduğu sınırları aşmamıştır. Ki bu zaten onlara yakışan bir davranış biçimi değildir. Biz bunu Kur’an bütünlüğünde çok rahat görüyoruz.
O halde Muhammed’in (sav) getirdiği mesajı, farkında olarak veya olmayarak yanlış anlayanlar ve Meryem oğlu İsa Mesih’e (as) yapılanın aynısını Muhammed (sav)’e yapmaya çalışanlar Kur’an okumuyor mu? Evet, gerçekten anlamak için okumuyorlar. Ama Kur’an’ı hatmediyorlar, hem de defalarca. Bu insanların Kur’an’ı hatmetmelerine elbette ki karşı değiliz, tabi ki bir Müslüman Arapça metni de en güzel şekilde okumalı, hatta Arapça metni okumasını bilmeyenler namazlarında dahi bazı zorluklar yaşayabilirler, bu bir vakıa. Bu yüzden Müslümanlar olarak Kur’an’ı en güzel şekilde okumalı okutmalı ve hatta hafızlar yetiştirmeliyiz. Ama Arapça metinle beraber anlamını da mutlaka okumalıyız ki maksat hasıl olsun. Kur’an mutlaka anlaşılsın, tevhid bilinci gelişsin ve şirke düşülmesin. Zira hesaba çekileceğimiz yer Kur’an’ın anlamı üzerine olacaktır. Zaten Rabbimizin muradı da Kur’an’ın anlaşılması ve yaşanması üzerine değil mi? Bu yüzden Kur’an okuma yarışmalarına değil anlama ve yaşama yarışana girmeliyiz, çünkü Kur’an’ın anlaşılması üzerimize farzdır. Fakat çok ilginçtir Kur’an’ın anlaşılması bir mevlit kandili, bir Cuma mesajı ve hatta sağ elle yemek yeme kadar kıymet görmemiştir. Oysa Kur’an’ı anlamayan insanın ameli yanlış, akıbeti hüsran olurken Cuma mesajı veya kandil kutlamaları Kur’an’ın yanında anılmaya dahi değmez bidatlerden sadece bir ikisi.
Nübüvvet müessesesi tevhid bilincinin diri tutulması için var edilmiş değil mi? Kur’an’ı doğru anlamaz, ulûhiyet ve ubudiyet kavramlarını yerli yerine oturmazsak tevhidi de doğru anlayamayacağımız kesin. Ki bugün yaşanan sapmalar aslında bunun tipik birer örneğidir. Biraz daha açacak olursak bugün Peygamber sevgisi adı altında peygamberi tevhid inancından koparmaya çalışan bir zümre ve hurafeler yığınıyla karşı karşıyayız. Bu koparma ameliyesi bilinçli veya bilinçsiz olsun fark etmez. Sonuçta bu kopuştan ulus devletler ve küresel emperyalistler kafirler azami derecede yararlanıyor. Çünkü İslam siyasi bilinçten koparılıp ılımlılaştırılmaya, içi boşaltılmaya ve hadım edilmeye çalışılıyor.
Bu yüzden tevhid ve nübüvvet bilincimizi kesinlikle Kur’an inşa etmelidir. Kur’an’dan bir delil yerine hadislerden bir delille İslam’ı doğrulamaya çalışmamalıyız. Eğer sünnet vahyi nesh eder iddiasında bulunarak Allah’ın kitabını ikinci bir kaynak konumuna düşürürsek Allah’ı ve Rasulü’nü anlamamış oluruz. Akıl, izan ve vicdan sahibi her insan söylesin, İslam’ın din olarak inşasında Hz. Muhammed’in (sav) ilk ve tek kaynağı Allah’ın Kitabı Kur’an değil miydi? Hem peygamberi hem de toplumu yeni bir ruhla inşa eden vahiy değil miydi? Şunu da soralım, yüce Allah Kur’an’ı biz indirdik biz koruyacağız demiyor mu? (Hicr:9). Peki, rivayet kültürümüzde yani hadislerde bu korunmuşluk var mı? Burada hemen yanlış bir anlam çıkarmaya çalışmayın lütfen. Elbette ki Allah’ın Rasulü bizim önderimiz, liderimiz ve usve-i hasenemizdir, bunu kabul etmeyen zaten Müslüman olamaz. O postacı değil, o Allah’tan vahiy alan ve bizzat hayatın içinde yirmi üç yıl nübüvveti omzunda taşıyan bir şahsiyettir. Yine o vahyin ete kemiğe bürünmüş halidir. O halde bize düşen görev rivayetlerin tümünü inkar değil doğruyu yanlıştan ayırmaya çalışmak olmalı ve bunun altını kalın çizgilerle çizmeliyiz.
O alemlere rahmet olarak gönderilmesine rağmen, Allah’ın kelamı birileri tarafından değiştirildi ve ‘sen olmasan bu dünyayı yaratmazdım’ inancına dönüştürüldü. Kim yaptı bunu, rivayet kültürü. Oysa yüce Allah’ın kitabı Keriminde: “O ki hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” buyuruyor. Demek ki aşırı övgü de aşırı yergi de müminlerin işi olamaz, çünkü bu tarz yaklaşımlar Kur’an’ı, tevhid akidesini ve nübüvvet müessesini tahrif ediyor. Bizim derdimiz zulme düşmeden, adaletten sapmadan, Allah’ın ve elçisinin hakkına tecavüz etmeden, Peygamberi de Allah’ın yanına oturtmadan ama hakkını teslim ederek ona muvahhit bir ümmet olmak. Bu bizim Allah’a kul ve Muhammed (sav)’e ümmet olma sorumluluğumuzdur.
Eğer her türlü kötülüğe, şirke, faize, fuhşiyata, lükse, müsrifliğe, putperestliğe, küfre çanak tutuyor, destek oluyor ve Allah Rasulü’nün ümmetine miras olarak bıraktığı yaşayan sahih sünnetini arkanıza atıyor ve belirli günlerde ikiyüzlülük yaparak Allah Rasulünü hatırlıyorsanız işin sonunu bekleyin! (Yunus:102). Unutmayın! Bu münker amelleri terk etmeden, bir bütün olarak salih amele yönelmeden Muhammed’in (sav) adı anılınca elinizi göğsünüzün ezerine koymayı ihmal etmeseniz de bundan ne Allah ne de Rasulü memnun kalır. Hâlbuki kalpler ancak Allah’ı anınca yatışır/titrer. (Rad:28). Rasulü sevmek Allah’ı sevmek, Allah’ı sevmekse Rasulü sevmektir, bu imanımızın bir gereğidir ama ne Rasul Allah gibi, ne de Allah Rasul gibi tasavvur edilemez. Müslümanların Muhammed’e (sav) olan sevgisi ve muhabbeti, Hıristiyanların İsa’ya (as) yaptığı gibi ilahlaştırıp Allah’ın sağ yanına oturtmak anlamına gelmez. De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Ali İmran:31). Ayette de belirtildiği gibi Allah, Rasulü ve müminler arasındaki bu muhabbetin ana kaynağı vahiydir, Kur’an’dır ve daha kapsayıcı bir ifadeyle Allah’tır. Demek ki bizim peygamber sevgimiz ve Allah’ın bizi sevmesi Kur’an’ı hayatımıza ne kadar ortak ettiğimize bağlı.
Yani Muhammed (sav) Allah’ın sevgilisi değil kulu ve Rasulü’dür. Allah da Muhammed’in (sav) velisidir. Müslümanlarda Kur’an’ın emri olduğu için ona tabi olmuş ve onu dost edinmiş ve onu sevmişlerdir. Eğer Kur’an olmasaydı Muhammed (sav) diye bir peygamber olur muydu? Yani ilkeleri belirleyen insanlar değil bizzat Allah’tır. Aksini iddia edersek nübüvveti tevhid akidesinden koparmış oluruz ve İslam’ı da Hıristiyanlığa dönüştürmekle kalmaz Muhammed’i (sav) de tıpkı İsa (as) gibi ilahlaştırmış oluruz. Ki bundan ne Allah ne de elçisi razı olur. Peygamberimizin bu konuda Ömer (ra) tarikiyle bize ulaşan güzel bir sözü var: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi beni batıl ve aşırı surette methettikleri şekilde övmeyin! Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana ‘Allah’ın kulu ve Rasulü.’ deyin!” (Buhari).
Bu konuda daha birçok aşırı düşünce ekolleri ve cemaatler var ki, bunlar Muhammed’in (sav) üzerine sinek konmadığını, gölgesinin yere düşmediğini, O’nun ölmediğini, selam verenin selamını aldığını vs. saymakla bitmeyen aşırılıklarla methediyorlar. Yani insan değil yarı ilah bir peygamber imajı çizilmektedirler. İnsan sormadan edemiyor bunları size Allah mı bildirdi? Neden tertemiz İslam akidesini sulandırıyorsunuz? Kavimlerin helak olmasının ana sebebi tevhid’in şirke dönüştürülme çabası değil mi? Ne zaman ki insanlar elçilere sırt çevirmiş Allah’ın indirdiği hakikatlere kulaklarını tıkamış ilahlarından vazgeçmemişlerse akabinde helak olmaktan kurtulamamışlardır. Aklımızdan asla çıkarmamalıyız ki, tüm diğer Rasuller gibi peygamberimizin mücadelesi de tevhid ve şirk mücadelesiydi. Bu konuda Allah’tan aldığı emirleri kusursuz yerine getirmeye çalışan bir elçiydi o. Hatta bir insan peygamber olarak kendisi zaman zaman da şeytanın vesvesesine karşı uyarılmıştır. Neden? Çünkü O, önce kul sonra Rasuldü. Yani insandı ve küçük hatalar yapabilirdi ama Allah tarafından hataları derhal düzeltilirdi. “Biz senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşeri arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, kendi ayetlerini sağlam olarak yerleştirir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Hac:52). O içimizden biri (Tevbe:128) ve bir beşerdi. (Fussilet:6). Yani Allah Rasulü’nün gayesi ulûhiyete ortak olmak değil, tam tersi ubudiyet ve nübüvvet görevini hakkıyla yerine getirmeye çalışmaktan ibaretti.
Dikkat edersek müşrikler peygamberde (sav) bazı olağanüstü özelliler görmek istediler: “Onlar şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı.” (Furkan:7). Daha bunun gibi çok sayıda ayeti kerime var ancak örnek olsun diye biz sadece biriyle yetineceğiz. İşin doğrusu Mekke müşriklerinin peygamber algısıyla modern müşrik algısında hiçbir değişiklik yok. Ki Allah’u alem kıyamete kadar da böyle sürecek: “Öncekiler sonrakilere böyle mi vasiyet ettiler? Hayır; bunlar azgın bir millettir.” Zariyat:53). Yani Allah’ın Rasulüne sevgi adı altında nübüvveti tevhid akidesinden koparmaya çalışmak ve hatta peygamberleri birbiriyle yarıştırmak nübüvvete yapılan en büyük ihanettir. Hâlbuki hepsi de salih insanlar (Enam:85) olarak bize tanıtılmış ve müminler olarak aralarında bir ayırım yapmamamız bize tavsiye edilmiştir. ‘… Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.’ Şöyle de dediler: ‘İşittik ve itaat ettik. Ey rabbimiz! Senden bağışlanma dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.’ (Bakara:285).
Son olarak, tevhid hakikati bir sabite üzerine bina edilmiştir ve yanına hiçbir şerik yerleştirilemez. Evreni ayakta tutan bu sabitenin değişmesi ve değiştirilmesi düşünülemez ve hatta hiçbir beşerin gücü buna yetmez. Yani peygamber sevgimiz, nübüvvet algımız Allah’ın izin verdiği sınırlar içerisinde kalmak zorundadır. Aksi bir durum Allah’ın yasalarına aykırıdır. Fakat peygambere tabi olmak, nebevi hareket metodunu doğru anlamak, o’nun vasiyetine (Kur’an’a) ve sahih sünnetine sahip çıkmak üzerimize farzdır ve İslam ümmetinin en büyük görevidir. Çünkü Kur’an’ın doğru anlaşılmasının yolu nübüvveti ve peygamberi doğru anlamaktan geçer. Ama dediğimiz gibi aşırı yüceltmeci veya aşırı indirgemeci mantık bizi ifrat ve tefrite götürür. Bu da bizi ulûhiyeti, ubudiyeti ve nübüvveti yanlış anlamaya ve arkasından Allah’ın dinini tahrife götürür. Bu yüzden elçiler, Kur’an kıssaları ve geçmiş kavimler, hayatın içinden birer numune olarak bize aktarılmış ki, insanlar ders ve ibret alsınlar diye. “Andolsun biz Kur’an’ı düşünüp öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?” (Kamer:17).
Öğüde kulak tıkamanın ve tevhidi nübüvvetten koparmanın bedelini bugün Gazze’de çok ağır bir şekilde ödüyoruz. Gazze ne alaka demeyin ve peygamberimizin yirmi üç yıllık nübüvvetini gözden geçirin, işte o zaman göreceksiniz tevhid, nübüvvet, cihad ve infakın ayrılmazlığını. Bence Gazze’de yaşananlar konumuzla çok alakalı. Çünkü İslam ümmeti tevhid bilincinden koparıldı, nebevi saflar dağıldı, cihat ruhu söndürüldü ve yerini küresel ticari bir puta bıraktı. Bu kopuş ve dağınıklık mistisizm, züht, mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık, pasiflik, uyuşukluk ve bencillik gibi hasletlere dönüştü, oysa rabbimiz: “Onlar ki kendi haklarına bir tecavüz olduğu zaman yardımlaşırlar.” (Şura:39) buyurmaktadır. Allah’ın üzerimize yazdığı farzlar ne yazık ki modern ulus devletlerin işgaline uğradı. Ve ‘Ey Musa sen ve Rabbin gidin savaşın, Gazze’ye de siz yardım edin’ diyecek hale gelindi. Tam da burada Allah’ın ayetlerini ikinci plana atan, demokrasiye kuyruk olan ama peygamberi de dilinden düşürmeyen bazı mistik yapılara ve asimile olmuş laik, demokratik zihinlere seslenmek gerekiyor; şunu unutmayın ki Kur’an’ın bize bahşettiği siyasi bilinci İslam toplumundan çekip alırsanız geriye ne nübüvvet ne de tevhid kalır. Çünkü İslam doğası gereği siyasi bir dindir ve hayatın her alanına müdahale eder. İşte bu yüzden La ilahe İllallah Muhammed Rasulullah diyoruz. Mutlak doğru Allah’a aittir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *