Kur’an’a göre Ruhbanlık

Kur’an’a göre Ruhbanlık

Arapça, “rahip” kelimesi; korkan, âbid ve zâhid anlamına gelir. “Rehbet” ve “ruhbâniyet” ise rahiplik ve rahip olmak demektir. “Tefe’ul” veznindeki “terehhebe” kelimesi ise, ‘manastırda ibadet eden kişi, Hakk’a karşı gelme korkusuyla en güzel şekilde kulluk etme çabası’ şeklinde tanımlanıyor.

“Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadid suresi, 20. ayet)

Ayete konu olan “ruhban” ve “ruhbâniyet” kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de dört yerde geçmektedir. İlki Tevbe Sûresi 9/31’deki “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp hahamlarını, (Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rab edindiler. Oysa onlar da ancak bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır…” ayetidir.

İkincisi yine Tevbe Sûresi 9/34’de geçen “Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollarla yiyorlar ve Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar” âyetidir.

Farkedildiği gibi her iki âyette de Hıristiyanlar ve Yahudiler kınanmaktadır. Kınanma sebeplerinin ilki, bir insan olan Hz. İsa’yı (as) Rab edinmeleridir. İkinci neden ise Allah’ın mesajını çarpıtan, insanların mallarını haksızca yiyen papazları ve hahamları sorgulayacakları, sözlerini vahye göre ölçüp tartacakları yerde, Allah’tan bir emirmiş gibi onların söylediklerine uymalarıdır.

“Ruhban” kelimesinin geçtiği üçüncü âyet Mâide Sûresi 5/82’deki “(Ey Muhammed!) İman edenlere düşmanlık etmede insanların en şiddetlisinin kesinlikle Yahudiler ile Allah’a ortak koşanlar olduğunu görürsün. Yine onların iman edenlere sevgi bakımından en yakınının da “biz Hıristiyanlarız” diyenler olduğunu mutlaka görürsün. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır. Onlar büyüklükte taslamazlar.” ayetidir. Bahse konu ayetimizde geçen, ‘ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik’ ifadesi sanki bu ayetteki ‘iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanı’ olmalarının sebebini açıklamaktadır.

Dördüncü kez geçtiği Hadid Suresi 27. ayetinde, ruhbanlığa karşı kullanılan ifadeler diğer üç ayetle birlikte değerlendirilmelidir. Allah’ın böyle bir hiyerarşi, statü, ayrıcalık, ibadet şekli, takva belirlemediğini net şekilde ifades etmesini göz önünde bulundurularak okunmalıdır. O vakit bu inziva şeklindeki dindarlık nereden çıkmıştır?

Tarihi rivayetler ve tefsirlerde bahsedildiğine göre, yahudi Pavlus’un zulmüne maruz kalan hristiyanlar, kendilerini kurtarmak için şehirlerden kaçıp, kırsallara, dağlara çekilmişler ve dini hayatlarını buralarda sürdürmüşler. Yine risalet öncesi dönemde, Yemenli yahudi hükümdar Zünuvas’ın da hristiyanlara karşı işlediği katliamlara karşı da korunma amaçlı, gözlerden ırak kalmaya çalışmışlar.

Fitne, fesat, dünyaya aşırı bağlanma, sefih yaşam ortamlarında yaşamak zorunda kalmak da onları böyle bir yola sevketmiştir. Bu, zamanla öyle bir hâl almış ki, olumsuzlukları gördükçe dünya nimetlerinden yüz çevirir olmuşlar. Evlenmeyi, mal sahibi olmayı, ticaretle uğraşmayı nefislerine haram etmişler. Dindar olmanın, takvalı olmanın ölçüsünü kendileri belirlemiş, nefislerini nimetlerden mahrum olarak terbiye olacağına inanmışlar.

İçlerinde büyüklük taslamayan, geceleri gözyaşı dökerek Allah’a yalvaranlar, ayetler kendilerine okununca secdeye kapananlar olmuştur. Bu Allah tarafından kıymetli bulunmuş ve mükafat vadedilmiştir. Kimisi de var ki dini tekeline almış, ruhban sınıfı oluşturup, tanrının yeryüzündeki temsilcisi gibi davranmışlardır. Bakın Allah’ın koymadığı bir hüküm/farz insan elinde ne hâle geliyor!

Rasulullah’ın (as) risaletini kabule yanaşmayan bu gibi hristiyanların kriterleri arasında yemek yiyen, çarşıda gezen, evlenen, ticaret yapan bir nebi profili olmadığından, son nebinin çağrısına uymamışlardır. Hâlâ günümüzde; Rasûlullah’ın (as) birden çok evliliğini, devlet yöneten, komutan olup savaşlara katılan, hem beşer hem de rasul olması vasfını diline dolayan müsteşrikler, nasraniler vardır.

Muhammed (as),  hristiyanların zamanında haklı ya da haksız olarak kaçtıkları her türlü kötülük ve buhranlara karşı yerinden ayrılmadan, bu bela ve müsibetlerle yüzleşerek cihad etmiş bir insandır. Yürüyen ve iz bırakan bir rasuldür. Vahiy gelmeden önceki ‘ne yapacağını bilemez bir hâlde’ sığındığı mağaraya, elçi olarak seçildikten sonra bir daha girmemiştir.

O nefsini ticaret yaparak da, savaşarak da arındırmıştır. Evliliği ümmetinin tümüne tavsiye ve teşvik etmiştir. İnsan nefsinin isteklerini, arzularını ifrat ve tefrit arasında dengeleyen bir sünnet ortaya koymuştur. Risaleti esnasında bir kaç sahabesi de ruhbanlık tarzı bir yola tevessül etmişler. Eşlerinden, çocuklarından, toplumdan uzak durup, dağda inzivaya çekilmek istemişler. Bu konu Allah Rasulüne (as) intikal ettirilince sinirlenerek şunları söylemiştir; “Hem oruç tutun hem yiyin, hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem oruç tutuyorum hem iftar ediyorum, hem ibadet ediyorum hem uyuyorum; ben et yiyorum ve kadınlarla evleniyorum; benim sünnetimden uzaklaşan benden değildir” (Buhârî, “Nikâḥ”, 1; Müslim, “Nikâḥ”, 5; Zemahşerî, II, 283; Fahreddin er-Râzî, XII, 70). Yine başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur, “İslam’da ruhbanlık yoktur.” (Müsned-i Ahmed)

İslam, Yahudiyim diyenlere de, Hristiyanım diyenlere de aynı dini vazedip, aynı çağrıyı yapmaktadır. Kimseyi gücünün üstünde, insan idrakini aşacak emir ve yasaklardan yükümlü kılmamıştır. En büyük ibadetlerden olan cihat emrinde bile körü, topalı, hastayı istisna saymıştır. Zekatı belirli bir zenginliğe ulaşana farz kılmıştır. Orucu hasta ve yolcuya kolaylaştırmıştır.

İslami devletin/yönetimin en büyük şiarı olan, siyasi toplantı niteliğinde olan Cuma namazına çağırırken ‘ticareti bırakın Allah’ı anmaya koşun!’ diyerek zorunlu kılması, arkasından namaz sonrası, ‘yeryüzüne dağılın da rızkınızı arayın’ diyerek tavsiyede bulunması, ibadeti ve ticareti birbirinden ayrı düşünmediğinin göstergesidir.

Müslümanım diyenlerin arasında da hristiyanlara benzer eğilimler olmuştur. Tasavvuf öğretisi bu yönelişlerin çıkış noktası olmuştur. Zühd/inziva ve takva kavramları o kadar karmaşık hâle getirilmiş ki, mutasavvıfların münzevi hâlleri, Allah’ın emriymiş, ideal olanmış gibi anlaşılmıştır. Rasulullah’ın (as) yapmadığı, sünnet edinmediği türden ritüeller, ibadetmiş gibi sunulmuştur.

Allah Rasulü’nün (as) “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi beni batıl ve aşırı surette methettikleri şekilde övmeyin! Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana ‘Allah’ın kulu ve Rasûlü.’ deyin!” (Buhari, Enbiya, 48; Müsned, 1/23; 4/25) uyarısına rağmen, maalesef ümmetinden bu hataya düşenler olmuştur.

Kimse Allah gibi davranma cüretinde bulunmamalıdır. Allah’ın Rasulleri dahi böyle bir şey yapmamışlar, yapmaktan men edilmişlerdir. Yarattığı kulunu en iyi bilen şüphesiz ki O’dur. Her kul kendine biçilen rolün sınırlarını bilecek, sorumluluğunu üstlenecek, hududunu aşmayacaktır.

Allah gibi merhametlilerin en merhametlisi bir yaratıcıya kul olmak ne şereflidir! Kulların eline kalmak, onları Rab, ilah kabul etmek ne aşağılık bir seçimdir!

(Venhar)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *