İsrail İstilasına İnsani ve İslami Bakış -Tarihsel Perspektif-

İsrail İstilasına İnsani ve İslami Bakış -Tarihsel Perspektif-

İsrail’in Gazze’yi istilası, küresel emperyal akıldan ayrı düşünülemez. Sorun tek başına İsrail ve hatta Yahudi sorunu da değildir. Sorun, tek millet olan küfrün imanla; kâfirlerin, İslâm’la olan düşmanlığı sorunudur.

Ramazan Yazçiçek / Medeniyet Dergisi*

Giriş

İsrail istilası, Siyonist manifesto eşliğinde devam ediyor. Küresel Emperyalizm hedeflerine, İsrail üzerinden yürüyor. Katliamlar her geçen gün daha da artarken, ümmetin başakları topluca kırpılıyor! İsrail istilasını doğru anlayabilmek için, süreci doğru okumak gerekir.

Müslüman toplumlarda, kurumlardan önce kavramlarda bozulma yaşanmıştır. Bu durum, yaşamın hemen her alanına sirayet etmiş; zihinlerin işgali, ülkelerin işgalinden önce gerçekleşmiştir. Varılan sonuç, toplumlar için daha tehlikeli ve daha kalıcıdır. Mesele, bu eksende doğru okunmalıdır. Aksi durumda, yenilgi gibi zafer dahi doğru anlaşılmayacaktır.

İnananlar için zafer ihtimal değil, kesindir. Zafer ve şehâdeti, Allah’ın vaadi gereği kesin görmek, sekülerleşen insanın anlayamayacağı bir zorluktur. Dolayısıyla, inananlar için Aksa Tufanı bir rahmet yankısıdır ve yeni bir soluğun habercisidir. Gök kubbenin Rabbinin (cc), demir kubbenin sahibinden daha kudretli olduğunu haykıran Gazze, kâfirleri iliklerine kadar korkutmaktadır.

Bu makale, sonuç ve sürecin birlikte düşünülmesine dikkat çekmek için ele alınmıştır. Yazının amacı, realiteyi, İslâmî muhayyile ekseninde değerlendirmek; makale ölçeğinde olsun, bilinç üzere tefekküre dâvet etmektir.

İsrail İstilası Üzerine Mülâhazalar

Kur’ân’da bahsedilen hiçbir konu ya da kıssa yoktur ki, tarihin bir döneminde doğrudan ve her dönemde ise dolaylı olarak yaşanıp ders alınmış olmasın. Farklı bir ifadeyle Kur’ân mesajı, topyekûn inşâîdir. Kur’ân mesajı, ihbârî âyetler dâhil, dünü-bugünü-yarını birlikte hedefler. Kur’ân’da, İsrailoğulları’na çok geniş yer verilmiştir. Mekke’de Yahudiler olmadığı halde mekkî âyetlerde İsrailoğulları’ndan bahsedilmesi son derece önemlidir. Medine’de, Medine Vesikası hükümlerinin tek taraflı olarak (H. 2/624) Yahudilerce ihlâli, önce Benî Kaynukâ ardından Benî Nadîr ve son olarak da Benî Kurayza’nın sürgün edilmesi kayda değerdir.(1) Kur’ân’da Yahudiler, bir kavim olmanın ötesinde ifsâd edici karakterleriyle tanıtılmıştır. Yahudiler, ihanet, kelimeleri yerinden etme, dünyaya düşkünlük ve daha nice kötü hasletle anılmışlardır. Ümmet, onların fesâdından sakındırılırken, aynı illetlere mâruz kalmama hususunda uyarılmıştır. Allah’ın peygamberlerini öldüren bir toplumun, inananlara daha neler yapabileceği hatırlatılmıştır. Dolayısıyla konu, mesajın evrenselliği ekseninde değerlendirilmelidir.

Dün, ötelerden yankılanan çığlık, Nemrut’a, Firavun’a idi; bugün, çağdaş nemrutlara, firavunlara… Firavun, iktidarına ileride ortak olunmasın diye tıpkı Nemrut gibi erkek çocukları öldürüyordu. Ancak Allah (cc) İbrahim’i insanlığa imam kıldı, Nemrut ise bir sivrisineğe yenik düşerek ölüverdi. Ardından Musa’yı hayatta bırakan Allah (cc), Firavun’u sarayında Musa’ya hizmetçi kıldı. Tarih tekerrür ediyor… İsrail ise başta çocuklar olmak üzere kendisi için tehdit gördüğü herkesi öldürüyor. Evet, inananlar için zafer haktır ve hikâye devam ediyor…

Dile getirilemeden Allah’a arz edilen nice sessiz dualar vardır. Ciğerparesi bebeğini emzirdikten sonra Nil Nehri’ne bırakan annenin tarifi imkânsız duası gibi. Yüreğinin acısını, boş kalan kolları, boş bakışlarıyla bütünleyen dua, hangi lisana sığar, hangi dildeydi sizce? “Musa’nın annesinin yüreği bomboş sabahladı.”(Kasas, 28/10). Bu acıyı tarife hiçbir kavmin lisanı yetmez! Aklı başından giden annenin, kolları boş, yüreği bomboş olduğu halde yaptığı duası geri çevrilir mi hiç? Bu duaların, ne zaman ve nasıl kabul olunacağı bilinmez ancak kabul olacağından yana hiç şüphe yoktur. Lisanla yapılan çoğu duadan daha etkilidir hal duaları! Her insan, hayatında farklı tonlarda olsun bu nev’î tecrübeleri yaşamıştır. Ya, yavruları öldürülen Gazze’li annelerin, enkazdan topladığı yavrusunun uzuvlarını poşette taşıyan yüreği bomboş babaların duası! Hangi Mushaf’ta yazacak bunlar sizce? Yaşanan dram, bütün ümmetin aleyhinde şâhittir! Tabutlar küçüldükçe zulmün büyüdüğünü dile getiren bir lisan… Katliamı anlatan, bir sedyede yan yana dizilmiş altı bebek cesedinden daha anlaşılır bir dil var mıdır yeryüzünde?

Yaşananlar bir kez daha göstermiştir ki, Müslümanların sorunu imkân meselesi değil, iman meselesidir. Mesele, bu eksende yeniden okunmalıdır. Savaşı kazanacağına inanan Gazzeliler şöyle diyor: “Siyonistlere/ topraklarımızı işgal edenlere gereken hesabı biz soracağız; hiç şüphesiz bizi ölüme terk edenlere/ işgal ve zulme sessiz kalanlara ise hesabı Allah soracaktır.” Bu ifadeler ezber bozan bir eminlik halidir. Öyle ya, Allah’ın layık görmesiyle bir Rahmete ulaşılır ancak. Bir insan, mücadelenin dışında kalmakla, kendisini akıllı, tedbirli sanıyorsa şayet, veyl olsun ona! Hakîkat, Allah’ın onu mücadelede yer almaya layık görmemesidir. Mücadele gibi zafer için de layık olmak gerekir. Şöyle diyor mazlum Filistin halkının korkusuz komutanı Ebu Ubeyde: “Neden İslâm ülkelerinden yardım istemekte ısrar etmiyorsunuz?’ diyorlar. Biz yardımı ancak Allah’tan isteriz, O da kimi layık görürse onu vesile kılar. Zulme sessiz kalan bilsin ki, Allah onu bu zafere layık görmemiştir.”

Zulme rıza zulümdür. Zulüm karşısında susmak, hakka haksızlıktır. “Hz. Ali (ra) şöyle buyurmuştur: Zulümde iki suçlu vardır. Biri zulmeden zalim, diğeri zulme rıza gösteren mazlum! Bu iki kişinin iş birliği ile zulüm ortaya çıkmaktadır. Zira tek taraflı olarak zulmün meydana gelmesi mümkün değildir. Zalim havada zulmedemez. Zulüm; zalimin çekici ve mazlumun örsü ile şekil alan bir demir parçasıdır.”(2) Şimdi ise, bir zulmedenler var bir de zulme sessiz kalarak seyredenler!

Değişmeyen Hikâye: Zalimler ve Mazlumlar

Hz. Peygamberin vefatından sonra yaşanan Ridde Olayları, Müslümanlar açısından önemli bir imtihandı. O gün yaşananlar, İslâm dâvetinin selâmeti ve genç İslâm devletinin geleceği açısından ciddi tehdit oluşturmuştu. Yine Moğolların İslâm beldelerini istilasıyla yaşanan imtihan, tarihe yeni bir eşik olarak geçmişti. Tarihte Haçlı seferleri, barbarlığın ‘din’ ile harmanlandığı daha farklı bir imtihandı. Bugün ise yaşanan İsrail’in katliamları da tarihe apayrı karakterle geçecektir.

Haçlı Seferleri, Hıristiyan tarihinde önemli bir yere sahiptir. Hıristiyanlık tarihi, Orta Çağ’dan günümüze dek şiddetin tarihidir adeta. O gün kutsal savaşa katılanlar kilise tarafından takdis edilirken bugün de papazlar tarafından kutsanan savaş makineleri, bombardıman uçakları yine kutsanıp masum Iraklı, Suriyeli, Yemenli, Filistinli çocukların, sivillerin üzerine bomba yağdırmak üzere gönderilmektedir.

“Birinci Haçlı Seferi sırasında sadece Antakya ve Maarratu’n-Nûman’da (M. 1098) gerçekleşen Fransızların soykırım ve yamyamlıkları bile, tek başına Batı’nın utanç tablosunu sergilemekte yeterlidir. O gün, katledilenlerin pişirilerek yenilmesi insanlığın hafızasına kazınmış dehşet sahneleri içerir. Yamyamlık, Orta Çağ Avrupası’nda ilk defa ve buralarda yaşananlarla sınırlı değildir. Haçlı barbarların, işgal ettikleri İslâm beldelerinde yetişkin Müslümanları kazanlarda kaynattıklarını, çocuklarını ise şişe geçirerek kızartıp yediklerini birçok Batılı tarihçi, şair ve kralların itiraflarından öğreniyoruz. Yaşanan katliamların vahametini dönemin Müslüman tarihçisi İbnü’l-Esir de nakletmektedir.(3) O dönemde, Haçlıları Müslümanlara tercih edip İslâm aleyhine iş birliği yapan gulât zümreler; Bâtınî Haşşaşin sapkınlar vardı. Ne garip ki, bugün de İslâm’a ve ümmete karşı aynı amaçla ve fakat farklı isim ve yöntemlerle hile ve ihanete devam eden zümreler iş başındadır.”(4)

Yakın geçmişte ve günümüzde çeşitli Mesîhçi ve Milenyarist (Binyılcı) Hıristiyan mezheplerin/ akımların başvurdukları şiddet hareketleri, Hıristiyanlığın sevgi söylemiyle tam bir çelişki içerisinde olduğunu göstermiştir. Ve nitekim tarihte, Hıristiyan resmi öğretilerini benimsemediklerinden heretik (sapkın) ilan edilen gruplara adeta sürek avına çıkılmış; heretik kabul edilenler sürekli mahkûm edilmiş, yaşamlarına son verilmiştir. Bunlar için, “Tanrılara kurban sunulmasına karar veriyoruz”(5) diyen otoritenin şiddeti dinselleştiren yüzü gösterilmiştir.

Yahudi şiddeti ise kendini tekrarlamakta, çağa tanıklığımızın en acı sahnelerini içermektedir. Taşlarla silahların çatıştığı; Tora’yı ‘tanrı’nın imzaladığı bir mülkiyet senediymişçesine ellerinde sallayan entegrist hahamların uyguladıkları şiddetin meşrûiyeti, ideolojik bahaneleri, Yahudiliğin dinsel zemininde görülmektedir.(6) Yahudilik ve Hıristiyanlığın entegrist ve şiddete dayalı dinsel kabulleri, kesintisiz bir şekilde sürmektedir. Buna mukabil, ‘öteki’ addedilen yerel her bir dinî söylemden ve hususiyle Müslümanlardan, siyasaldan arınmış bir din, kendilerine dönük her zeminde tolere edici tutum belirlemeleri talep edilmektedir.

Modern dönemin tanıkları olan bizler, Lübnan’da Irak’ta, Afganistan’da, Doğu Türkistan ve daha başka birçok yerde emperyalist güce boyun eğmenin çaresizliğini yaşıyoruz. Elde etmek istediklerini, epistemik ve militarist şiddet eşliğinde ele geçiren küresel emperyalizm, kendisi için, kendisiyle olmayanları terörist ilan etmektedir. Bu anlamda, sadece Ebu Gureyb ve Guantanamo’dan ifşâ olanlar bile, yaşananların gerçek boyutunu tahayyülde aciz bırakıyor insanı! Katliamlardan yükselen çığlıklar, bombardımanlarda evsiz-yurtsuz kalan çocukların akıbetleri ve daha nice ‘insan’ olma onurunun anlamsızlaştığı sahneler… ABD’nin Guantanamo’da dünya müstaz’aflarına yaşattığı işkencelerin, vahşet öykülerinin ürpertisiyle yatıp kalkan kitleler… Sefâlet, sürgün ve göçler esnasında mültecilerin dehşet yüklü ölümleri… Evet, bütün bunlar, dünyaya özgürlük, insan hakları, demokrasi, laiklik getirme teranesini dillendirenlerin ayak izlerini gösteriyor. Emperyalist barbarlık; zulüm ve işkence hikâyeleri, Batı’nın soy kütüğüne mıhlanmıştır! İsrail’in, Filistinli, Lübnanlı çocukların üzerine bomba yağdırışına naklen yayınlarda tanıklık etmiş bir kuşağız.(7) Bunca yaşananlar karşısında trajikomik bir isimlendirmeyle “İslâm Ülkeleri!” denilen dünyanın, vebali kestirilemeyecek suskun tasdiki! Diğer yandan, Emperyalist güce boyun eğmenin çaresizliğini iliklerine kadar yaşayan mazlum halklar…

Batı, sömürgeci zihniyetinin ağır sonuçlarını her geçen gün daha iyi anlıyor. O, elde ettiği atom bombasıyla insanlığı yok etme sabıkasıyla tarihe geçmiştir. İtalyan bilim insanı G. Sacco’nun ifade ettiği gibi, Batı’nın bütün ideolojiler karşısındaki tartışmasız zaferini ilan eden ‘Tarihin Sonu’ ve ‘Medeniyetler Çatışması’ tezleri, aslında yeni bir Haçlı Seferi için silâhlara çağrı ve bir savaş çığlığıdır.(8) Bu anlayış, bütün pişkinliğiyle ABD Başkanı tarafından da itiraf edilmiştir. Küresel akıl güdümünde Batı, kendisini alternatifsiz görmekte, ‘Yeni Dünya Düzeni’ oluşturma; dünya sistemi olma, rükünlerini kendisinin belirlediği evrensel bir din oluşturma hevesindedir.

Huntington’ın, “Medeniyetler çatışması dünya barışının karşısındaki en büyük tehlikedir ve medeniyetlere bağlı uluslararası düzen bir dünya savaşına karşı en büyük güvencedir”(9) diye özetlediği tezi doğru okunmalıdır. Burada, ‘uluslararası düzen’ denilen Yeni Dünya Düzeni, medeniyetler çatışmasının hem müsebbibi hem de mütereddidi olan Batı tarafından belirlenmektedir. Yeni bir dünya savaşına karşı kriterleri ‘makbul insanlar(!)’ için kendilerince belirlenmiş uluslararası düzen, zorunlu görülmekte ve dünyaya ‘evrensel değerler’ büyük yalanıyla pazarlanmaktadır. Oysa buna, ‘Batı’nın güvenliğinin düzeni’ denilmesi daha doğru ve daha ahlâkî (!) olur.(10) Hâsılı kurgu, sömürü ve işgallerin önünü açan düzenden başka bir şey değildir.

Dünyanın hemen her yerinde zulmedenler ile zulmedilenlerin kimlikleri hep aynıdır. Yaşayan kuşak, Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da, Çeçenya’da, Filistin’de, Srebrenitsa’da, Halepçe’de, Arakan’da, Yeni Zelanda ve daha başka ülkelerde yapılan işgal ve katliamlarla, medeniyetlerin yok edilişine şahitlik ediyor.(11) İstila ettikleri ülkelerin yer altı, yer üstü zenginliklerini talan eden emperyalistler, çalıp götüremedikleri tarihi-kültürel mirası ise yakıp-yıkıyorlar. Burada bir parantez açarak şu notu hafızamıza mıhlamayı gerekli görüyorum: “Bir milletin kendiliğini ve kimliğini yenileyerek üretebilmesinin asgarî koşulu olan mana ile madde arasındaki hermenötik ilişkinin bozulması, yalnızca maddî ucunun ortadan kaldırılması demek değildir; başka bir deyişle sadece maddî/mimarî eserlerin işgalciler/ yabancılar tarafından yer ile bir edilmesini gerektirmez. Hermenötik ilişkinin manevî ucunun içeriksizleştirilmesi, başka bir ifadeyle anlam dünyasındaki değişimler de söz konusu bozulmayı zorunlu kılar. Bu halde, anlam-değer dünyası değiştiğinden bizzat o maddî eserlerin temsil ettiği manevîyata yabancılaşan kuşaklar da, atalarının ürettiği mimarî eserleri unutulmaya terk edebilecekleri gibi, yabancı işgalciler gibi yerle bir de edebilirler. Bir millet, anlam-değer dünyasını değiştirdiğinde, daha önce aidiyet duyduğu kendi manevîyatının mücessem maddî eserlerinin işgalcisi haline gelebilir.”(12) Bugün, yabancı işgalcilerden beter bir kinle, kendi maddî-manevî değerlerini yerle bir etmenin hesabında olanların hıncı, tam da bu düzlemde ilerlemektedir. İşgalcilerin, kudretini sadece kendi güçlerinden almadığı gün gibi aşikârdır! Yani, kendilerine “Müslüman” diyenlerin zaafı, işgalcilerin asıl kudret sebebidir maalesef.

Cornell Üniversitesi’nde Milton Leitenberg’in 2006 yılında yapmış olduğu “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm” isimli çalışma, insan eliyle işlenen cinayetlerin, katliamların, ölümlerin kısa bir kronolojisini sunuyor bize. Bilindiği üzere BM 2. Dünya Savaşı’nın galibi olan ülkeler tarafından kurulmuştu. 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler, kuruluşunda kendi misyonunu, “Adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği, uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluştur.” şeklinde tanımlamaktaydı. Hâlbuki BM’nin kurulmasından sonra tek bir yıl dahi savaşsız geçmemiş ve 20. Yüzyıl’da ölen insan sayısının yaklaşık 3’te biri bu döneme aittir. İlgili ülkelerde gerçekleşen pek çok katliam ya ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin gibi ülkelerin destekledikleri yerel diktatörler ya da bizzat bu ülkeler eliyle gerçekleşmiştir. Araştırmada, bütün sonuçlar toplandığında 20. Yüzyıldaki savaş ve çatışmalarda yaklaşık 136,5 milyon ilâ 148 milyon arasında insanın öldüğü belirtiliyor.(13) Özellikle 1945’ten sonra Batılı güçler, kendi aralarındaki savaşı başka coğrafyalara; müstaz’af dünyanın içine kaydırdıkları görülür. Müslüman coğrafyalarda kesintisiz süren savaşlar, bu tespitin teyididir. Ölenlerin sayısının her geçen gün artan hızla değiştiği de malumun ilamıdır.

Gazze, atom bombasından beter bir şiddetle yerle bir edildi! Hastaneler, okullar, ambulanslar vuruldu. Şehir enkazından toplanamayan onca insan uzuvları sere serpe! Müptezel Batı, elde ettiği atom bombasını, insanlığın yok edilmesinde kullandı. 1945’de ABD tarafından Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombasıyla 500 bin kişi öldürülmüştü. O gün işlenen insanlık suçunun bugün işlenenlerle aynı demokratik irade ekseninde gerçekleştiği özellikle unutulmamalıdır!(14)

İsrail, tarihte Yahudilere yapıldığını iddia ettiklerinin bedelini Filistinlilere ödetiyor. Yaşanan vahşet, insanlığın nasıl bir felâketin eşiğinde olduğunun habercisidir. İsrail’in katliam yapma hakkını kendisinde görmesinden daha vahim olan, Batı’nın istila ve katliama blok halinde destek vermesidir. Katliamları sıradanlaştıran Batı, ötekine yapılması halinde ‘kötülük’ tanımını değiştirmiştir. Yaşananın, soykırım olması durumunda dahi kötülük sayılmadığı vehmi, Batı’nın siciline tekrarla geçmiştir. Bu sonuç, Batı’nın çöküşünün, hem de çok hızlı çöküşünün habercisidir.

İsrail’in Gazze’yi istilası, küresel emperyal akıldan ayrı düşünülemez. Sorun tek başına İsrail ve hatta Yahudi sorunu da değildir. Sorun, tek millet olan küfrün imanla; kâfirlerin, İslâm’la olan düşmanlığı sorunudur. Yahudileri, kendi içlerinden çıkarıp temizleyen Batı, İsrail’i, evrensel Yahudi devleti misyonuyla hançer gibi İslâm âleminin kalbine saplamıştır. “Bu açıdan bakıldığında Siyonizm Yahudiler üzerinden işletiliyorsa da bir Yahudi ideolojisi değildir. İslâm karşıtı Batı kökenli küresel siyasetin bir kurgusudur. Başka bir ifadeyle genelde Siyonizm mevcut küresel emperyalizmin bağlı bulunduğu ideoloji olarak gözükse de, o, emperyalizmin beyni değildir. Aksine Siyonizm’in beyni küresel emperyalizmdir. Bütün Batı desteklerinin arkasında yatan neden de ancak böyle açıklanabilir. Batı’nın Siyonizm’in üssü İsrail’e sevgisi sırf bir Yahudi sevgisi değildir, İsrail’in taşıdığı misyona dönük sevgidir. İsrail, Batı’nın kahramanı, İslâm dünyasındaki ileri karakoludur. Onun için İsrail’in çökmesi Batı’nın en büyük ideallerinden birinin çökmesi demektir.”(15)

İsrail, sadece Filistin ve Müslümanlar için değil, bütün dünya için tehlikedir. Batılı küresel siyasetin, Siyonizm’e Yahudilerden daha fazla bel bağladığı bilinmelidir. Küresel siyaset, Siyonizm’den nemalanmakta; Siyonizm’i, kendisi için dalga kıran görmektedir. Nitekim İsrail, bu misyon için vardır. Hıristiyanî proje de, Yahudi dostluğuna değil, İslâm düşmanlığına dayanmaktadır. Joe Biden’ın, “Eğer İsrail mevcut olmasaydı onu icat etmemiz gerekirdi.” itiraf değerindeki ifadesi, bu kastı açıktan dile getirmektedir. Ve yine Biden’ın, “Ben Siyonist’im” söylemesi, savaşın asıl odağını imlemektedir.

Çözüme Dair

Tarihsel hafızayı günümüze ayine kıldığımızda, öncelikle uyarı yüklü şu şikâyet karşısında kendimizi buluruz: Mahkeme-i Kübrâ’da Hz. Peygamber (sav), “Ey Rabbim! Benim bu kavmim/ ümmetim bu Kur’ân’ı mehcûr (terk edilmiş) bıraktı” (Furkân, 25/30). Nice musibetin Kur’ân’dan uzaklaşmakla başımıza geldiği vakıa iken, Kur’ân üzerinde ihtilafa düşmenin vebalini de tekrardan düşünmeliyiz. Mehcûr bırakmakla sıradan sözler haline getirilen, batılla yer değiştirilen Kur’ân mesajı, aleyhimize şahit olduğunda söyleyecek sözümüz olacak mı acaba? Ahmet Yasin’in, “Allah’ım ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum!” intizarı, bir mazlumun bedduası olarak bize dönerse şayet, halimiz nice olur? Ya, “Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” şikâyetini Allah’a arz eden Aliya’nın intizarı! Arş-ı âlâ’ya yükselen çığlıkların, hesap günü yakamızı bırakacağını mı sanıyoruz? Yerel ve küresel câhilî anlayışlardan teberrî etmeden; küfre ve kâfirlere müteveccih politik kültürün kuşatmasından kurtulmadan, ‘ümmet’ olabileceğimizi mi sanıyoruz?

Bugün Gazze’de yaşananlar ilk olmadığı gibi görünen o ki, son da olmayacak. “Şimdi ne yapmalıyım?” sorusuyla her karşılaşma, kelimelerin kifayetsizliğinde boğazda düğümleniyor. Vereceğimiz cevaplar, nehri hasarsız geçmek için sırtımızdaki yükün farkında olma mesuliyetini gerektiriyor. Evde yangın varsa ve içinde evladımız yanıyorsa, dillendireceğimiz kaygılar, pekâlâ bilgiçlikten öte anlam ifade etmelidir. Yaşanan savaş, Hamas ile İsrail hatta Filistin ile İsrail arasında bir savaş değildir. Bu savaş, neslin ve ekinin ifsâdı ekseninde süren, hak ile batıl yani İslâm ile küfür arasında devam eden bir savaştır. Bu tespiti buharlaştıran eleştirilerin, lâfügüzâftan öte değer taşımadığı da bilinmelidir. Sonuç doğru okunmalı, süreç doğru analiz edilmelidir. Öncelikle yangını söndürmek, ardından yangının niçin çıktığını değerlendirmek ve sonrasında, yangının tekrarlanmaması için tedbir almak gereklidir.

Bizler, İslâm ümmetinin içinde bulunduğu duruma, zamana ve mekâna şâhidiz. Ve her Müslüman, takati ölçüsünde mükelleftir. Bu süreçte, dile getirilen her tedbir önerisine bir nazire edebiyatından vazgeçilmelidir. Duygulara ipotek koymamalı, lâkin salt duygularla da davranılmamalıdır. Allah’ın kuluna değer vermesinin sebebi kulun duasıdır; dua asla ertelenmemelidir (Furkân, 25/77). Allah’tan niyaz edilenlerin gerçekleşmesi, Sünnetullah’ın gereği olan gayret ve tedbire bağlıdır. Anca o durumda Rabbimiz ebabilleri fillere musallat kılacaktır. Ve kezâ bilinmelidir: “Nemrutların karşısında İbrahim olmak için; sağlam bedene değil, sağlam yüreğe ihtiyacımız vardır.” (Şeyh Ahmet Yasin).

Birey olarak yapabileceklerimiz yanında ‘birey’ olarak yapamayacağımız ve hatta yapmamamız gerekenler de vardır. Birincisini erteleme hakkımızın olmadığı malumdur. İkincisine gelince, öncelikle bireyselleşmenin yerine ümmet bilincini kuşanmak zorunluluğumuzu salık verir bu tespit. Daha önceki paylaşımlarda dile getirdiğim bir hususu burada da tekrarlamak istiyorum: “Gelinen noktada ümmet coğrafyasında fikrî ve fiilî yaşananlar, meselelerin bireysel değerlendirme konforundan öte ele alınması zaruretini doğurmuştur. Mâruz kalınan musibetler, ümmetin tamamını ilgilendiren umumî belâya dönüşmüştür. Bu noktada küfrün topyekûn harekete geçtiğini göz ardı etme hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Bu kanaatim, “Umûmî belâya husûsî kederin fayda vermeyeceği”ne olan inancım sebebiyledir. Nitekim bugün şâhidi olduğumuz musibetler, sadece Gazze’nin, Bağdat’ın, Halep’in, Felluce’nin, Srebrenitsa’nın, Halepçe’nin, Doğu Türkistan’ın, Arakan’ın meselesi değildir artık. İşlenen toplu katliamlarla ümmetin onur ve değerleri ayaklar altına alınmaktadır. Ve bununla İslâm ümmeti, bir daha ayağa kalkamayacak şekilde bastırılmak istenmektedir.”(16)

Burada şu hususun özellikle altını çizmek istiyorum: Biz, âile/ ümmet olamadık maalesef. Ancak bir farzın kendisine bağlı bulunduğu vasıtaları temininin de farz olduğu bilenlerin malumudur. Yani farz olan şeyin araçlarını temin etmek de farzdır. Ümmet olamadıysak şayet, kendi kulluğumuz gereği tez elden vasıtalarını temin yoluna koyulmalıyız. Aksi takdirde, “Ba’de harabü’l-Basra.”

Hilâfetin kaldırılması (ilgâ) ile Müslümanlar başsız, devletsiz kaldı. Bu sonuç, tek kelimeyle siyasî bir ihanettir. Hz. Ömer (ra), “İslâm cemaatsiz/ devletsiz olsaydı, Mekke’de olurdu; misafir statüsünde olacak olsaydı, Habeşistan’da olurdu.” söylüyor. İslâm’ın toplumsal, hukukî, iktisadî anlamda düğmelerinin çözülmesi, ümmeti böldüğü gibi tekrar ümmet olabilmesinin de önündeki engeldir. Şer’î hukukun, resmen laik hukuka tebdil edilmesi, meselelere seküler, ulusçu eksende bakılması, sonrasında gelişen her bir yaklaşımı da sorunlu kılmıştır. Elmalılı M. Hamdi Yazır (1878-1942), “Müslümanların, imandan sonra ilk dinî vazifeleri olan ‘Ümmet ve imametin teşkili’ yerine getirilmeden, “İşte kurtuluşa erenler onlardır!”(17) hükm-i celiline mazhar olabilmeleri ve “Ancak Müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 3/102) emrine uymaları zordur.” söylemektedir.(18) Ne acıdır! Müslümanlar, meselelerine ümmet gözüyle bakmazken; şer cephesi onlara “Ümmet” diye bakmaktadır. 11 Eylül sonrası ABD Başkanı George W. Bush’un Müslümanları kastederek, kendilerine Haçlı Seferi’yle karşı koyacaklarını söylemesi, bu saikle söylenmiş bir sözdü.

Hâsılı

Fiilî durumun gerektirdiği ceht ve gayret ertelenmeden, bugünlere nasıl gelindiği sorusu sahici zeminde cevaplanmalı; tasavvurdan başlayan tedbirler, ivedilikle alınmalıdır. Müslümanlar, bozulmanın başladığı yere, doğru yola iletecek aslî kaynaklara yönelmelidir. Bu hakîkat, Aliya’nın, “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.” veciz ifadesiyle dile getirilmiştir. Azı dişlerimizle sarılmamız gereken yer, samimiyet, ilim, cihat ve hikmet yurdudur. “Allah yolunda ben de varım!” söyleyen “Allah’ın yardımcıları” ile yol alınmalıdır. Allah (cc), kendi yoluna koyulanları asla yardımsız bırakmaz. Ve bilinmeli ki, yardımın gecikmiş olması gelmeyeceği anlamına da gelmez. Kezâ masumiyet İlâhî rahmeti celbeder.

Gazzeli İmam Şâfiî (767-820), Askalanlı İbn-i Hâcer (1372-1449) ve yine Askalanlı Ahmed Yasin ve onlar gibi daha niceleri, ilim ve cihat yolunda Gazzelilerin önünü aydınlatıyor. Gazzeliler de ümmetin..! Askalan neresi midir? Askalan (Aşkelon), bugün Siyonistlerin işgali altında bulunan Filistin’in bir şehridir. İlim tahsilinde ‘taşın oğlu’ lakabıyla yetinenleri Allah (cc), “İbn-i Hâcer” kılıyor! ‘Graniti delen suyun şiddeti değil, damlaların sürekliliğidir.’ denilir. Bu temsil, hayırlı işlerde sebat etmenin, zoru başarmanın mümkün olduğunu bize öğretiyor. Unutmayalım! İlim tahsili, kulluğa dair bütün iyi işlerin zorunlu başlangıcıdır ve hiçbir şartta ertelenmemelidir.

Akıllı insan iyi ile kötüyü ayırt eden değil; iki iyi arasında hangisinin daha iyi, iki kötü arasında hangisinin daha kötü olduğunu ayırt edebilen insandır. Allah, işlerin sarpa sardığı ândaki akl-ı selimi sever. Ve bil ki, kuyu derin değil, ip kısadır. Kuyunun derinliği suya muhtaç olanların tercihi olmasa da, ipi uzatma sorumluluğu, sorunlarını çözme derdinde olanların üzerinedir. O halde, asfalt döşeme derdinde olanlar, önce yolu molozlardan arındırmalıdır.

“Unutulan soykırım tekrarlanır.” diyor, Aliya. Ekimini yapmadığın amelin hasadını bekleyemezsin! Dert edinmediğin dâvanın da cennetini! Beyhûde beklenti, öncelikle bir ahlâk sorunudur. Selâhaddîn-i Eyyûbî (1138-1193), dün, “Kudüs Haçlıların elindeyken, gülmek bana haram olsun” söylediğinde, derdine düştüğü dâvanın cennetine talipti. Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa (Bakara, 2/144), Hz. Peygamber’in İsrâ ve Mîraç mucizelerinin (İsrâ, 17/1) gerçekleştiği mekân olarak Müslümanların haremidir. Dolaysıyla duyarlılık bu eksende sürdürülmeli ve yaşananlar asla unutulmamalıdır.

Yahudiler dünyayı çok severler ve ölmek istemezler (Bakara, 2/94-96). İslâm ise ahireti gözeterek yaşamayı telkinle; ölümü, hiçlik-yok oluş değil, asıl ebedî hayata ulaşma diye tarif eder. Müminler, yaşayan ölülere (meyyit-i müteharrik) mukabil ölürken dirilenlerden olmanın müjdesine koşarlar. Gazze, sahici gündemle, fikrî ve amelî olarak bizi eğitiyor. Bundan böyle yapay, üretilmiş ideolojik gündemlere tekrardan dönülmemelidir. Kezâ İslâm, bulunulan ortamda, rahat yaşamayı değil, Müslüman olarak yaşanacak ortamların inşâ edilmesini emreder. Hayat, ancak bu gerçek için yaşanmalıdır.

Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır; çünkü susmak kötülüğü geri getirir. “Fikri takip” gerekir ki, zulüm unutulmasın. Maalesef yönetenler, duyarsız, zalim ve zorba; halkımız ise uykudadır. Başımıza bir musibet geldiğinde uyanır gibi olan halklar, aradan az bir zaman geçtiğinde tekrar uyumaya devam ediyorlar. Herkes her şeyi yapamayabilir ancak herkesin mutlaka daha iyi yapabileceği bir şeyler vardır. “İslâm ümmeti düşmanların sömürgesinden böyle kurtulamaz… Elimizden ne geliyorsa yapalım. Eli kalem tutanlar bu dâvayı yazsın. Hitabeti güçlü olanlar bu dâvayı konuşsun. Herkes bir şey yapsın; ama sakın sessiz kalmayalım! Çünkü sessizlik öldürür.”(19) Bütün dünyanın esaret suskunluğu yaşadığı günlerde, Gazze’den dünyaya sessiz bir çığlık yayılıyor. “Ne garip, dünya yarasını ismini Gazze’nin incecik bezlerinden alan gazlı bezle sararken, koca dünya yıllardır Gazze’nin yarasını saramıyor!”(20) Heyhât! Ancak, her son yeni bir başlangıcı müjdeler! Umudu tüketmeye hakkımız yoktur. Hamasetten uzak bir farkındalıkla inanıyorum: Aksa Tufanı, Yeni Dünya Düzeni hesaplarını sarstı, küresel emperyalizmin kalbine hançer gibi saplandı! Bir şeyin henüz gerçekleşmemiş olması, gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. Ümitvar ol! Hikâye henüz bitmedi devam ediyor…

“Allah’ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.” (Bakara, 2/249).

* Ramazan Yazçiçek, “İsrail İstilasına İnsanî ve İslâmî Bakış -Tarihsel Perspektif-“, Medeniyet, İstanbul Ocak 2024, Sayı: 65, s. 50-58.

Dipnotlar

(1) Mustafa Özkan, “Medine Vesikası” mad., TDV İslâm Ansiklopedisi, (I-XLIV), Ankara 2019, Cilt: Ek-2, s. 212-215.

(2) Ali Şeriati, Kadın -Fatıma Fatımadır-, Fecr Yayınları, Tercüme: Esra Özlük, Ankara 2015, 6. Baskı, s. 105.

(3) Amin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri, Çeviren: Ali Berktay, YKY Yayınları, İstanbul 2017, 16. Baskı, s. 49-52.

(4) Ramazan Yazçiçek, “İşgal ve Katliamlar Dolayımında Hâl-i Pürmelâlimiz”, Umran, Sayı: 351, s. 24-28.

(5) Şinasi Gündüz, Dinsel Şiddet, Etüt Yayınları, Samsun 2002, s. 38-40; Jurgen Moltmann, “Çoğulcu İlâhîyat Dünya Dinlerinin Diyaloğu İçin Faydalı mıdır?”, Tabula Rasa, çev. Mevlüt Albayrak, Konya 2005, Yıl: 5, Sayı: 13, s. 15.

(6) Gündüz, Dinsel Şiddet, s. 40; Şinasi Gündüz, Küresel Sorunlar ve Din, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2005, s. 43; Roger Garaudy, Entegrizm, çev. Kâmil Bilgin Çileçöp, Pınar Yayınları, İstanbul 1993, s. 73.

(7) Yakın geçmişte, Filistin, Lübnan ve Irak Amerika ve İsrail tarafından bomba yağmuruna tutulmuştu. “Lübnan’ı gece-gündüz demeden bombalayan İsrail, ülkede taş üstünde taş bırakmadı. Sadece saatler içerisinde yüzlerce hava akını düzenlenen Lübnan’a binlerce bomba yağdırıldı. 2 bin bombanın isabet ettiği sınırdaki Aytarun ve Aynata gibi köyler adeta haritadan silindi. Yerle bir olmuş binalardan da yoğun ceset kokusu geliyor.” (Günün Gazeteleri, 12 Temmuz-14 Ağustos 2006).

(8) Süleyman Hayri Bolay, “Çatışmadan Diyaloğa”, Medeniyetler Çatışmasından Diyaloğa, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları, İstanbul 2000, s. 65; Medeniyetler Çatışması, Derleyen: Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, Ankara 2001, s. 16.

(9) Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması, çev.: Mehmet Turan, Cem Soydemir, Okuyanus Yayınları, İstanbul 2002, s. 10.

(10) İleri okumalar için bkz. Ramazan Yazçiçek, Anonim Din Arayışı ve Dinsel Çoğulculuk, Ekin Yayınları, İstanbul 2014, 2. Baskı, s. 304-315.

(11) Amerika’nın sadece Irak’ı işgalinde (2003-2011) bir buçuk milyondan fazla insan ölmüştü. Başka coğrafyaların işgali, yer altı yer üstü değerlerin talanıyla devam ediyor. “Müslümankırım” uygulanıyor farklı coğrafyalarda.

(12) İhsan Fazlıoğlu, Kendini Bulmak, Papersense Yayınları, İstanbul 2015, 3. Baskı, s. 241-242.

(13) Milton Leitenberg, “Cinayet Yüzyılı: 20. Yüzyıldaki Savaşlarda Kaç Kişi Öldü?”, Cornell Üniversitesi -araştırma-, 2006; https://islamianaliz.com/haber/7433206/cinayet-yuzyili-20-yuzyildaki-savaslarda-kac-kisi-oldu-ozel-haber (Erişim: 16.12.2023).

(14) Ramazan Yazçiçek, “Siyonist İstila ve Ümmetin Zor Sınavı”, Haksöz, İstanbul 2023, Sayı: 393, s. 14-21.

(15) Mustafa Aydın, “Ümmetin Bir Parçası Olan Filistin ve Siyonist-Yahudilik Sorunu”, Umran, Sayı: 351, s. 4-9.

(16) Bkz. Yazçiçek, “İşgal ve Katliamlar Dolayımında Hâl-i Pürmelâlimiz”, Sayı: 351, s. 24-28.

(17) Bkz. Bakara, 2/5; Lokman, 31/5; A’râf, 7/8; Tevbe, 9/20.

(18) Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, (I-X), Sadl.: Heyet, Azim Dağıtım, İstanbul Tarihsiz, Cilt: 2. s. 404-407; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul 1990, s. 588-589.

(19) A. Galib Bergusi, Yoldaki Mühendis, Çevirmen: Abdulvahap Kösesoy, Ekin Yayınları, İstanbul 2023, 22. Baskı, s. 198 (Abdullah Bergusi’nin babası Galib Bergusi ile yapılan röportajdan, 25. 09. 2.013 Ürdün).

(20) https://www.instagram.com/p/CylbxZKLhfm/ (Erişim: 17.02.2024).

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *