Yaklaşan Seçimler ve Müslümanların Ahvali

Yaklaşan Seçimler ve Müslümanların Ahvali

Müslümanlar artık sistemin tüm ayartmalarına rağmen müstakil bir duruş sergilemeli ve bütün olarak Allah’ın dini ve emirleri dışında hiçbir uzlaşmaya yanaşmamalıdır. Aksi takdirde işlenen suçların meşruiyet sağlayıcısı ve ortağı olacaktır.

Bu ay sonunda Türkiye’de yine yerel seçimler yapılacak. Sadece mevcut rejimin mevcut belediyelerinin yeni başkanlarının belirleneceği bu seçim, laik-demokratik rejim açısından hiçbir değişiklik içermiyor elbette. Diğer seçimlerde olduğu gibi bu seçimde de Müslümanların takınması beklenen tavır ile gerçekleşecek tavır arasında bir değişiklik de beklenmemektedir. Zira Türkiyeli bir kısım İslamî çevreler sistem ile aralarına koymaları gereken mesafeyi (en uzak mesafeyi) koymayacaklar, koyamayacaklardır.

Bunun sebebi Müslümanım diyenlerin İslam’ın gerekleri konusundaki bilinçsizliğidir büyük ölçüde. Bilinç sahibi olanların ise mücadele etmek yerine eklemlenmeyi tercih ettikleri bir vasatı yaşamaktayız maalesef. Geçen yıl iki tur olarak yapılan Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri Cumhur İttifakı’nın galibiyeti ile sonuçlanmıştı malum. O seçimde muhalefet Millet İttifakı çatısı altında (Altılı Masa etrafında) birleşmiş ve yine de seçimi kazanamamıştı. O günden bugüne iktidar cephesinde değil ancak muhalefet cephesinde önemli gelişmeler yaşandı. İttifak dağıldı, CHP genel başkan değişikliği yaşadı. CHP içerisindeki kanatlar birbirleriyle kıyasıya bir mücadele içine girdiler. Gelinen noktada Özgür Özel’in parti başkanı olmasına rağmen asıl gücün arka tarafta Ekrem İmamoğlu elinde olduğu görülmektedir. Öte yandan kongrede genel başkanlığı rakibine kaptıran Kılıçdaroğlu’nun ekibi de hızla tasfiye edilmektedir.

Seçim öncesi yaşanan bu manzaralar göstermektedir ki daha kendi içinde birlik olamayan muhalefet, seçmenin güvenini kazanamayacak ve geçen yerel seçimlerde elde ettiği mevzilerin bir kısmını da kaybedecektir, en azından şu anda durum böyle görünmektedir. Bu kıyasıya güç ve rant kavgasında halk yine kutuplaştırılmaya çalışılmakta ve bir şekilde sandığa giderek laik demokratik rejime payanda olmaya yönlendirilmektedir. Asıl mesele tam da bu noktadır. Falanca parti, filanca lider, muhafazakar ya da sosyal demokrasi ve benzeri tüm enstrümanlar halkı sandığa çekmek ve verilecek her bir oy ile biraz daha meşruiyet devşirmek içindir. Bu bir oyundur ve bu oyun ancak gerçekten sadece Allah’tan sakınan, O’nun rızası dışında hiçbir şeyi hedef edinmeyen samimi Müslümanlar tarafından bozulabilecektir.

Bu halk neredeyse hep kendi içinden çıkan yanıltıcıların yanıltmasına maruz kalmış ve yanlışa verdiği prim yüzünden sırtı yerden kalkmamıştır. Ama sadece yanıltan mı sorumludur, suçludur bu durumdan? Hayır elbette. Kandırılmaya, yanıltılmaya meyyal ve açık olan taraf da sorumludur, hatta bu düzenin devamından en çok onlar sorumludur. Diyelim ki iyi niyet gösterdiniz ve aldatıldınız, insanız ve hepimiz için mümkün olan bir ihtimaldir bu. Ancak aynı numaraya defaatle kanıyorsanız işte orada sorumluluğun büyüğü size geçmiş olur. Kötü kötülüğünün karşılığını mutlaka ödeyecektir ancak ona bu imkanı sunan da onunla aynı sonu paylaşmak durumundadır. Tıpkı içinde yaşadığımız toplumun hali gibi.

Müslümanlar hakimiyetin tek kaynağı olarak Allah’ı bilmeli, bu hakimiyetin yaşanan hayata yansıması olarak da her türlü işini İslam’a göre anlamalı ve yapmalıdır. Bizler varlığın, anlamın, hayatın tek bir kaynağı olduğuna inandığımızı söylüyor isek buna uygun davranmamız gerektiği açıktır. Yanıltıcılar yanıltmak için hep olacaktır ancak sonuç almaları yanıltılmaya hazır kitlelerin mevcudiyetiyle mümkün olacaktır. Öyleyse bizler bu durumun farkına varmaktan, sonrasında diğerlerinin de bu konuda uyarılmasından sorumluyuz. Bu sorumluluğumuzun gereği olarak her vasatta insanları İslam’a çağırmaya devam ediyoruz. O İslam ki yeryüzünde insanlık için gerçek kurtuluşun tek reçetesidir. İslam insana en güzel anlamı yükler, merhameti ve adaleti, dayanışmayı emreder. Batının hastalıklı insan anlayışı ise daha baştan insanı kötü kabul eder ve ‘insan insanın kurdudur’ diyerek her daim birbirlerine karşı tetikte olmayı ve fırsatını bulduğunda düşeni ‘yemeyi’ salık verir.

Seçim çok önemli bir kavramdır evet, zira ancak iradesi olan seçim yapabilir. Ama temelden yanlış inşa edilmiş, en ufak bir sallantıda yerle bir olacak bir binanın hangi katında oturmayı seçmek değildir aklın gereği. Allah’ın biz insanlara vermiş olduğu ve imtihanın hem vesilesi hem de aracı olan aklı kullanarak, yanlış inşa edilmiş binayı terk etmeli ve mutlaka doğrusunu yeniden inşa etmeli, en azından etme gayreti içerisinde olmalıyız. İnsan acizdir ve ancak Allah’ın yardımı ve takdiri ile güçlenebilir. Müslümanlar dünyada siyasetten ekonomiye, toplumlar arası ilişkilerden teknolojiye her konuda bilinçli ve üretici konumda olmalıdır. Bu vasıflarımızı kaybettiğimiz günlerden beri hep ezilen, horlanan, aşağılanan konumda yer almaktadır Müslümanlar. Artık bu gerçeği kavramalı ve her ne yapmamız gerekiyorsa hem kendimiz hem de insanlık için tüm gayretimizle mücahede etmeliyiz.

Müslüman zihnin inşası ile başlamalıyız işe, bilgi birikimimizi artırmalı ve her alanda insanlığın dertlerine deva olacak çözümler üretmek için çabalamalıyız. İnsanlık bizde hayat bulmalı, iyiyi ve güzeli bizde yani Müslümanlarda görmelidir. Dürüstlüğümüzden, adaletimizden, merhametimizden ve gayretimizden etkilenmelidir. Aynen Resulullah’ın emin sıfatı sayesinde ona güvenildiği gibi bizlere de güvenilmelidir. Hiçbir şekilde rehavete kapılmamalı ve tüm azmimizle aynı şekilde mücadele etmeye devam etmeliyiz. Eğer içinde yaşadığımız toplum bizlere güvenirse, muhakkak ki arkamızdan gelecektir.

Müslümanlar artık sistemin tüm ayartmalarına rağmen müstakil bir duruş sergilemeli ve bütün olarak Allah’ın dini ve emirleri dışında hiçbir uzlaşmaya yanaşmamalıdır. Aksi takdirde işlenen suçların meşruiyet sağlayıcısı ve ortağı olacaktır. Bizler zulmün her türüne ve seviyesine karşı ayakta ve dik olmak durumundayız. Bu konuda her türlü zorluğu göze almalı yine de doğrudan sapmamalıyız. Bu dirayeti gösterebilirsek Rabbimizin vaadi mutlaka tecelli edecektir.

Her seçim döneminde olduğu gibi bu dönemde de yine aklımızdan geçenler bunlardır, kalemimizden dökülen bunlardır. Umulur ki Müslümanlar kendine gelir ve kendilerine karşı oynanan tüm oyunları bozar, rıza-i ilahi doğrultusunda bir mücadeleyi benimserler. İşte o zaman korksun zalimler, sevinsin mazlumlar.

YÜKSEK YARGIDA NELER OLUYOR?

Geçtiğimiz aylarda Anayasa Mahkemesinin Can Atalay hakkında vermiş olduğu hak ihlali kararı sonrası Yargıtay karşı duruş sergilemiş ve AYM’nin yetkisini aştığını gündeme getirmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise bu tartışmaya ‘biz taraf değil, hakemiz’ diyerek katılmış ve ardından yüksek yargıda yaşanan yetki karmaşasının ancak yeni anayasa ile çözülebileceğini ifade etmişti. Geçtiğimiz günlerde ise yüksek yargının bir başka organı olan Danıştay, Fetullahçı oldukları iddiasıyla ihraç edilen 387 hakim ve savcının göreve iade kararı verdi ve tartışma alevlendi. Erdoğan bu kez de, bu duruma sessiz kalamayacaklarını açıkladı. Şimdi oluşan yahut oluşturulan bu gündem etrafında gazetecilerden uzman hukukçulara tartışmalar tüm hızıyla devam ediyor.

Biz oluşan bu durumun, topluma yeni anayasaya olan ihtiyacın hissettirilmesi, benimsetilmesi için yapıldığını düşünüyoruz. Peki yeni anayasa veya var olan anayasada tadilat neden bu kadar önemli? Erdoğan zaten sistemi istediği gibi dizayn etmiş değil midir ki hala yeni anayasa talebini gündeme getirmektedir?

Bu sorunun cevabını bulabilmek için 2010 yılında yapılan anayasa referandumuna bakmak yeterli olacaktır. 1961 anayasası ile tesis edilen ve ardından 1982 anayasası ile tahkim edilen vesayet rejimi, Türkiye’yi 51. eyaleti olarak gören ve artık Türkiye’de kurulu düzenin değişim zamanı geldiğini düşünen ABD için ortadan kaldırılması gereken bir yapıya bürünmüştü. Türkiye’yi istedikleri şekilde hakimiyetleri altında tutabilmek için sahip oldukları aparatları daha etkin kullanabilmek adına bu yapıyı kırmak ve daha açık hale getirmek istiyorlardı.

Anayasal olarak tanımlanmış ve her yolun eninde sonunda kendilerine çıktığı bu vesayet kurum ve mekanizmaları yine ancak bir anayasa ile yahut mevcudun kısmen tadilatı ile zayıflatılıp istenen durum elde edilebilirdi. İşte 2010 referandumu, hani bazı Müslümanların bile ‘yetmez ama evet’ naralarıyla destek verdikleri, Fetullah Gülen’in ‘mezardakileri kaldırıp evet oyu kullandırmak lazım’ dediği referandum bu amacı taşımaktaydı. Nihayet referandum ile %58 gibi bir kabul oyu ortaya çıktı ve AYM, HSYK gibi temel anayasal kurumların, vesayetçi rejimin kalelerinin yeniden yapılandırılması mümkün oldu. Tüm üyelik yapıları ve sayıları değişti, kısmen yeni atamalar ile istenen elde edildi. Örneğin kısa adı HSYK olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üye sayısı 7 asıl 5 yedekten 22 asıl ve 3 yedeğe çıkarıldı ve adı da Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) olarak değiştirildi.

O günün koşullarında AKP-Gülen koalisyonu olarak adlandırılan yapı söz konusu yüksek yargı organlarını beraberce yeniden yapılandırdı. Ancak kısa süre içerisinde Gülen grubunun Erdoğan’ı hedef almasıyla birlikte işler değişti ve Erdoğan açısından, yapılan bu referandum kendisine karşı kurulan yeni bir organizasyona dönüştü. AYM’nin cezaevinde tutulmakta olan Can Atalay’ın derhal çıkarılıp milletvekili olarak TBMM’ye gelmesi yönünde aldığı karar ile, yapılan referandumun bir nevi boşa gittiği iyice anlaşılmış oldu.

Öyleyse yeni anayasa, en azından yüksek yargıyı yeniden düzenleyecek bir anayasa değişikliği paketi elzem hale geldi. Meselenin bu şekilde geliştiğini gördüğünüzde ise bugün istenen anayasa değişikliğinin ve bu değişiklik talebini toplumun gündemine getiren yüksek yargı çatışmasının sebebi çok daha net anlaşılmaktadır. AYM, Yargıtay ve şimdilik Danıştay’ın dahil edildiği bu uyumsuzluk ve çatışma ortamı toplumda bunlara bir çeki düzen verilmesi gerektiği fikrini besleyecek ve elde edilen toplumsal destek ile planlanan dizayn gerçekleştirilmeye çalışılacaktır.

Koskoca bir ülkenin ve toplumun adalet ile yaşayabilmesi için tesis edildiği iddia edilen bu düzen ne kadar da çürük ve işe yaramazdır. Biz Müslümanların İslamsız bir toplum, düzen, devlet ve yargının Hakk’a ve hakikate hizmet etmediğini ve asla etmeyeceğini bilmemiz ve bu konudaki sorunların da tüm diğerleri gibi ancak Allah’a ve vahyine teslimiyetle oluşturulacak İslami bir toplumsal düzen ile aşılabileceğini herkese en yüksek sesimizle anlatmamız gereklidir.

Dergimizin kurucusu merhum Ercümend Özkan’ın da dediği gibi bu hukuk sistemi ‘uyduruk’tur. Eşyanın ve insanın tabiatına aykırı, bırakınız insanların arasındaki nizaları çözmeyi onları derinleştiren, toplumun adalet duygu ve beklentisini tırpanlayan bir sistemdir. Bugün Türkiye’deki adalet(!) mekanizmasının tüm seviyelerinde on milyonlarca dosya mevcuttur ve insanlar adaletten ümidini kesmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak da herkes kendi adaletini uygulamaya soyunmaktadır. Neticede güvenlik kaygılarının her geçen gün arttığı ve haksızın, suçlunun muhatabını ‘mahkemelerde süründürmekle’ tehdit edebildiği bir ortam oluşmuştur.

Bu bozuk sistemin doğru dürüst sonuç üretmesi beklenmemelidir kesinlikle. Zira temelden yanlış kurgulanmış, akıl ve bilim putlarının yüceliğine sığınılarak ortaya konmuştur. İnsanların huzur içinde, haklarının korunacağı güvencesini hissedecekleri bir sistem ancak İslam’ın hakim olduğu bir ortamda mümkün olacaktır.

İktibas, Mart ayı yorumu

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *