‘Müslüman Müslümanca yaşar, her işi İslam’a göre olur!’

‘Müslüman Müslümanca yaşar, her işi İslam’a göre olur!’

Mahrumlarla Ekonomik ve Kültürel Dayanışma Vakfı (MEKDAV)’da düzenlenen programda Ercümend Özkan’ın hayatı, görüşleri ve mücadelesi üzerine bir sunum gerçekleştirildi.

20 Ocak’ta MEKDAV lokalinde düzenlenen programa konuşmacı olarak katılan Dr. Ayşe Ayten Bakacak, “İslam Aktivizminde Bir Portre: Ercümend Özkan” başlığı ile bir sunum gerçekleştirdi. Bakacak sunumunda Özkan’ın hayatını, İslam’ın bütünlükçü yaklaşımını hem fikirleri ile hem yaşantısı ile ortaya koymaya çalıştığını geniş bir özet şeklinde anlattı.

Yapılan sunumun tam metni şöyle:

Değerli hazirun,

Vefatının yıldönümü nedeniyle, İslami hareketin Türkiye’de öncü bir siması olan Ercümend Özkan beyefendiyi hayırla yad etmek için toplandık. Bu görev, maalesef bana tevdi edildi. Aslında ben kendisini dünya gözüyle hiç görmedim, yaşım itibariyle küçük olduğum için görsem bile konuşmalarından istifade edemezdim; o yüzden olası hatalarıma karşı, baştan affınızı istirham ederek başlayacağım.

Ercümend Özkan, 1938’de 23 Ocak’ta Kırşehir Mucur’da dünyaya gelmiş; yedi kardeşin en büyüğü. Ailesi çok zengin bir aile değil, birtakım maddi sıkıntılar içerisinde büyüyor; kendisi inşa ediyor pek çok şeyi. Küçüklükten beri atılgan ve dinamik bir insan; işe yarar şeyler yapmaya meraklı. Yanlış hatırlamıyorsam lise çağlarında iken, Adnan menderes geliyor Kırşehir’e. Ve kendisi bir şekilde Adnan Menderes’le görüşüp, Mucur için bir halk kütüphanesi sözü alıyor. Menderes de oraya bir halk kütüphanesi kuruyor. Yani girişken bir yapısı var.

1959’da Ankara Hukuk Fakültesine giriyor. Hukuk Fakültesinde okuduğu yıllarda, Ankara’daki milliyetçi-muhafazakâr çevreler ile irtibata geçiyor. Fakat din hakkında sorduğu sorulara, onlardan tatmin edici yanıtlar alamıyor. Bu çevredeki dindar bilinen insanların milliyetçiliğe fazlaca meyletmeleri ve komünizm düşmanlığında fazlaca ileri gitmeleri Özkan’ın çok hoşuna gitmiyor. Bir süre sonra dini asıl kaynağından öğrenmek maksadıyla kendi kendine meal okumaya başlıyor. Aynı dönemde, yani 1960’ların başlarında, Hizbuttahrir’le tanışıyor. Hizbuttahrir, sorduğu soruların pek çoğuna cevap verebilen İslamcı bir örgüt. Bu örgütün siyasi açıdan ciddi bir hareket olduğunu fark ediyor; yani ciddi bir siyasi bilince sahip olduğunu görüyor. Bu nedenle Hizbuttahrir Özkan’ın sempatisini kazanıyor. Özkan Hizbuttahrir’in mensubu oluyor ve örgüt içerisinde çok aktif bir rol alıyor. Kısa bir sürede, örgütün Türkiye liderliğine yükseliyor. Yani ilk defa milliyetçi muhafazakâr, ya da milliyetçi mukaddesatçı çevrenin -tabiri caizse- tekeli altındaki bir dindar çevrenin dışına çıkıyor; ve literatürdeki manasıyla tam bir İslamcı hareketle tanışmış ve burada yükselmiş oluyor. Aynı yıllarda, yani yine 1960’ların başında kupür derleme işine başlıyor. Tam bir ofisi yok, aslında; Mustafa Müftüoğlu’nun yanında kalıyor, aynı zamanda orda yatıyor-kalkıyor. Birtakım maddi zorluklarla mücadele ediyor. Kupür derlemeyi bir meslek haline dönüştürüyor ve Basın Haber Ajansı’nı kuruyor. 1963 yılında da Mukaddes Hanım ile evleniyor.

1966 yılının sonlarına doğru Hizbuttahrir’in merkezinden bir haber geliyor. Diyorlar ki: “Ürdün merkezli bir hilafet kurulacak. Irak ve Suriye de bunun içerisinde olacak. Bir Hilafet devleti kurulacak.” Örgüt merkezinin Özkan ve ekibinden beklediği şey Türk kamuoyunun, bu devletin kurulmasına hazırlanması. Neden hazırlanması gerekiyor? Çünkü Türkiye, büyük bir ülke. Hilafet, neticede burada ilga edilmiş. Bu nedenle Türkiye’nin yeni kurulacak bir hilafetin karşısında durmaması önemli. Merkez diyor ki: “Kamuoyunu kurulacak olan devletin komünist bir devlet değil bir İslam devleti olduğu konusunda bilgilendirin. Türk haklı hilafeti geri getirmeyi amaçladığımızı bilsin. Bunun için kamuoyu hazırlayın.”

Özkan ve ekibi merkezden gelen haberle heyecanlanıyor. Gerçekten, çok yakın zamanda bunun gerçekleşeceğine inanıyorlar. Ekip de işini ciddiye alıyor. Düşünüyorlar: “Ne yapabiliriz?” sorusuna “Bildiriler basabiliriz” diye cevap veriyorlar. Bildiriler basıyorlar, kitapçıklar hazırlıyorlar. Bunları, hem halka, yani sıradan halkın posta kutularına ve işyerlerine dağıtıyorlar, hem de siyasilere gönderiyorlar. Mesela Bakanlara, Başbakana, Cumhurbaşkanına, Genelkurmay Başkanına birer mektup gidiyor. Tabi bu, kamuoyunda çok büyük bir etki yaratıyor. Çünkü gazetelerde “İrtica hortladı, Hilafeti geri istiyorlar, Şeriat mı gelecek…” falan gibi büyük puntolu korku haberleri yapılmaya başlanıyor. Gazetelerde ne kadar çok haber yapılırsa, örgüt o kadar gündem oluyor. Zaten örgütün amacı da bu: Gündem olup halka hilafetin yeniden kurulacağını duyurmak istiyorlar. Tabi, hemen arkasından Özkan’ı yakalamak için peşine bir polis ekibi yönlendiriliyor. O, bir süre kaçak yaşıyor. 1967’nin Ağustos ayında yakalanıyor, tutuklanıyor. Aslında Özkan’ın Hizbuttahrir’de bulunduğu 7 yıl içerisinde, örgütle aralarında ufak tefek pürüzler oluşmuş. Bazı noktalarda örgüte itiraz etmeye başlamış; ama davayı yarıda bırakmamak adına (çünkü neticede bir harekatın içindeler) çok fazla sesini çıkartmamış. Fakat artık hapse girdikten sonra Hizbuttahrir’in lideri Nebhani’ye bir mektup yazıyor ve diyor ki: “Bazı ayrıldığımız noktalar var”; o noktalara eleştirilerini sunuyor ve cevap gelmediği ya da tatmin edici bir cevap gelmediği için örgütten ayrılmaya karar veriyor. Peki, nedir bu ayrılık noktaları?

Ayrıldığı noktalara baktığımız zaman ana olarak birkaç tane öne çıkan madde görüyoruz: Birincisi, Ercümend Özkan’a göre Ürdün küçük bir ülke. Suriye ve Irak’la birleşecek olsa bile Türkiye kadar büyük ve güçlü olması söz konusu değil. Çünkü bu bölgelerin tamamı bir zamanlar, Osmanlı’nın vilayeti idi; dolayısıyla Türkiye’ye bir çevre konumu verilmesi, Ürdün ve havalisine ise merkez konumu biçilmesi, Ercümend Özkan’a göre çok doğru bir tercih değil. Üstelik Arap Hilafeti vurgusunun çok güçlü olması da doğru bir tercih değil. Burada Türkiye’ye verilen küçük görevden hoşlanmıyor. Bu, birinci görüş farkı.

İkincisi, Hizbuttahrirciler hadis diye duydukları her rivayetin hadis olduğuna iman edip, sorgulamadan kabul ediyorlar ve ona göre yaşamaya çalışıyorlar. Ercümend Özkan, bunu eleştiriyor; çünkü ona göre hadis diye duyulan rivayetlerin önce bir kritik edilmesi, “Kur’an’a uygun mu” diye bakılması lazım; ondan sonra tatbik edilmesi lazım.

Üçüncüsü, Hizbuttahrirciler her şeyin altında bir İngiliz oyunu arıyor çok komplocu düşünüyorlar. Her şeyin İngiltere’den gelen emirlerle düzenlendiği gibi bir anlatıları var. Bu da Özkan’ı rahatsız ediyor; çünkü Özkan’a göre bir ülkenin ya da bir bölgenin okullarında oranın gelecek nesilleri İngiliz mantığıyla ve müfredatıyla eğitildiği zaman zaten onlar kendi içlerinde İngiliz mantığını devam ettirecekler. Böylece bu nesiller siyasi hayata girdiklerinde İngilizlerin oraya direk müdahalesine gerek kalmayacak. Çünkü bu nesiller yetiştikleri İngiliz mantığı çerçevesinde iş görecekler. Dolayısıyla, bunun altında komplo teorileri aradığımız zaman, bu sefer sanki “yıkılmaz, yenilmez İngilizler” gibi bir algı doğuyor; sanki bütün dünyayı onlar şekillendiriyor da bu komplonun içinden asla çıkamayız gibi. Böyle bir pesimist (kötümser) bir hava doğuyor; Özkan bundan da hoşlanmıyor.

Bir başka mesele, Hanefi-Şafi ayırımı… Örgütün çoğu Şafii. Hanefiler, es kaza konuşurken İmam-ı Azam dedikleri zaman problem oluyor. Oysaki, Ercümend Özkan’a göre biz Türkiye’de, İmam-ı Azam’ı sanki bir isimmiş gibi kullanıyoruz; bir sıfat olarak kullanmıyoruz. İmam-ı Azam (en büyük imam) diyoruz; ama bunu Şafii’leri küçültmek için söylemiyoruz. Başka, ufak tefek noktalar da var; ama başlıca itiraz noktaları bunlar. Sonuçta hapse girdiğinin ilk ayında Özkan “Dokuz talakla boşadım!” diyerek Hizbuttahrir’den ayrılıyor.

Bu arada, dava sürecinde Özkan hakkında “Yeşil komünist” sıfatı kullanılıyor. Saatçi Musa diye anılan, Musa Çağıl’ın söylediğine göre, “Yeşil Komünist” lafı Türkiye’de ilk defa Ercümend Özkan için kullanılıyor. Niye “Yeşil Komünist” diyorlar? Çünkü düzeni yıkmaya çalışan bir şey olarak görülüyor komünizm, o zamanlar; öyle lanse ediliyor. Özkan’ın da söylemleri rejimi yıkmak, rejime karşı olmak ile ilgili. Buradan bir paralellik kuruluyor.

Özkan Tahrir davasından üç sene kadar çeşitli cezaevlerinde yattıktan sonra, Nisan 1970’te cezaevinden çıkıyor. Hapisten, davasına devam etmeye kararlı bir şekilde çıkıyor. Hizbuttahrir’den ayrılmış; ama kafasında ne yapması gerektiği ile ilgili fikirler var, bunları nasıl yapması gerektiği ile ilgili yöntem düşüncesi var. Burada mesela Hizbuttahrir’in aşamalı metodundan yararlandığını kendisi söylüyor. Bu metot önce bir çekirdek kadro oluşturma fikrine dayanıyor. Müslümanlar olarak önce çekirdek kadro oluşturmamamız lazım; o çekirdek kadronun iyi eğitilmesi lazım. Sonra o kadro daha geniş bir alana yayılmalı; yani kamuoyuna açılmalı, kitleselleşmeli. Ondan sonra o toplumsal dönüşüm zaten bir şekilde devletin kurulmasının yolunu açacaktır. Yani devrimci-tepeden inmeci bir metot benimsemek istemiyor; toplumu dönüştürme gayesi var Özkan’ın. Hapisten çıkınca da bu yüzden insanlarla iletişimi önemsiyor. Saatçi Musa’nın dükkanına devam ediyor. O yıllarda Saatçi Musa’nın dükkânı, sanki Ankara’daki bir avuç dindar Müslümanın toplandığı bir merkez gibi. Özellikle okumuş ya da siyasi olarak belli bir makama gelmiş dindar insanlar orada buluşuyorlar. Öğrenciler de gidiyorlar, ücretsiz kitap veriliyor, değiştiriliyor. Sonra Özkan küçük sohbet halkalarına dahil oluyor. Bu ilk halkalar 6-7 kişiyle başlıyor ama zamanla büyüyor. Ankara çapında başka halkalar oluşuyor. Sonra şehir dışına yayılıyorlar; Türkiye çapında, başka şehirlerde de sohbet halkaları kuruluyor. 1970-80 arası, kapalı devre sohbet halkalarıyla geçiyor. Bu sohbet halkalarında pek çok konu irdeleniyor; kitaplar okunuyor, Mevdudi, Seyyid Kutub, Şeriati gibi öne çıkan isimlerin kitapları irdeleniyor. Ayrıca 1977’den itibaren, İktibas Dergisi’nin ön hazırlığı şeklinde ufak broşürler basılıyor. Bunun nedeni de şu: artık gruplar genişlediği, il dışına da yayıldığı için bir fikri birlik, kavramsal birlik olsun istiyorlar. Bu nedenle Ercümend Özkan ve etrafındaki çekirdek ekip bazı konuları netliğe kavuşturdukları zaman onu ufak bir kitapçığa dönüştürüyorlar, diğer gruplara dağıtıyorlar ki, aralarında fikir birliği olsun; farklı farklı şeyler söylemesinler. Mesela bu ilk basılan ufak risaleler arasında Kıbrıs sorununun anlatıldığı Kıbrıs Risalesi, Ortadoğu sorununun anlatıldığı bir Ortadoğu Risalesi var. İslam’da şirket nedir, kooperatif nedir, faiz ve bankalara konumu nedir gibi konuların anlatıldığı risaleler var. Yani mevzu sadece din değil; çünkü zaten grubun ilkesi sadece dini öğrenmek değil, aynı zamanda dini, hayatın içinde yaşanır kılabilmek. O yüzden de dini bilmenin yetmeyeceğini, aynı zamanda dinin tatbik sahası olan dünyanın da bilinmesi gerektiğini düşünüyorlar. “Biz bu dini bu dünyada yaşayacaksak, bu dünyanın bazı realiteleri de varsa, biz bu realiteleri de bilmeliyiz ki, onlara cevap üretebilelim” diyorlar. Yani, sadece dini bildiğimiz zaman; bu, bir kısır döngüye dönüşüyor. Oysa biz, içinde yaşadığımız toplumu da siyasi düzeni de ekonomik düzeni de tanımalıyız; sadece yerel ölçüde değil global ölçüde de tanımalıyız. Yani çok katmanlı bir tanımadan bahsediyoruz; hem felsefi, hem pratik açıdan. Ve bu ön hazırlıklardan sonra 1981 yılının ocak ayında da İktibas dergisini çıkarmaya başlıyorlar.

İktibas Dergisi, enteresan bir dergi. Adından da anlaşılacağı üzere, iktibaslardan; yani alıntılardan meydana geliyor. Dergide, başlangıçta telif yazı olarak sadece baştaki editör yazısı var; başka telif yazı yok. Derginin içeriği dünya çapındaki çeşitli gazete ve süreli yayınlardan kesilip alınmış haberlerden müteşekkil. 400’ün üzerinde gazete ve dergi taranıyor. Burada 15 günde bir çıkarılan bir dergiden söz ediyoruz. Dolayısıyla bayağı ciddi bir efor var, dergiyi çıkarabilmek için. Sonraki sayılarda telif yazıların sayısı artıyor. Mesela “yorum” bölümü geliyor, “kavramlar” bölümü geliyor, “okuyucudan-okuyucuya mektuplar” adında bir bölüm geliyor. Özellikle “Kavramlar” bölümü çok ufuk açıcı, fikir inşa edici bir bölüm oluyor. Yalnız, derginin ilk çıkmaya başladığı yıl (1981); aslında sıkıntılı bir yıl, Türkiye açısından da dünya açısından da. Çünkü hem Soğuk Savaş’ın sonuna yaklaşılmış, Afgan cihadı başlamış, İran Devrimi daha ikinci yılını doldurmamış, Türkiye’de 80 darbesinin hemen ertesi; yani siyasi hava çok gergin. Gerçekten dergi ekibi adımlarını çok dikkatli atmak zorundalar. Her an tekrar kovuşturmaya uğrayabilirler, her an tekrar yakalanabilirler; çok geniş bir alanları yok. Başlangıçta İran Devrimi hem Ercümend Özkan’ın hem de ekibin dikkatini çekmiş görünüyor; çünkü onların, başından beri bir İslam Devleti kaygısı var. Hizbuttahrir zamanında da vardı, sonrasında da var; vefat edene kadar, İslam Devleti kaygısı vardı Ercümend Özkan’ın. Ve bir İslam Devleti iddiasıyla ortaya çıkan bu İran Devrimini incelemek istiyor; hem motivasyonunu, hem halktaki etkisini, hem de siyasi olarak etkisini… Bu nedenle birkaç kere İran’a gidiyor. Halkla da temasta buluyor, devrimin önde gelen isimleriyle de konuşuyor. Başlangıçta, Humeyni’nin bakış açısını beğeniyor; fakat daha sonra yavaş yavaş İran Devrimi Şiilik söylemini ön plana çıkardıkça, daha fazla Şii bir hüviyete büründükçe, daha kendi içerisine çekildikçe dergide artık devrimi eleştiren yazılara da rastlamak mümkün hale geliyor. Yani bu da bize Ercümend Özkan’ın, saplantılı bir şekilde tek bir fikrin arkasından gitmediği, olumlu olduğu zaman olumlu yanını görebildiği; olumsuz olduğu zaman da ondan vazgeçebildiği ve eleştirebildiği bilgisini veriyor aslında.

1987 yılının Ağustos ayında, bir kısmi felç geçiriyor maalesef; iki sene kadar dergiyi çıkaramıyorlar, 89’un Kasım’ına kadar. Yine 1990’da ilk kalp krizini geçiriyor. Arkasından üç tane daha kalp krizi geçiriyor. Sonuncusu 24 Ocak 1995 günü Adana’da kendisini buluyor. Orada vefat ediyor, cenazesi Ankara’ya getiriliyor ve Ankara’da defnediliyor. Bu, Ercümend Özkan’ın kısa hayat hikayesi.

Bir de ben, Özkan’ın fikirlerine biraz değinmek istiyorum; müsaade ederseniz. Ercümend Özkan, hayatı boyunca gerçekten renkli ve dinamik bir kişiliğe sahip. Muhafazakâr, statik ve tutucu değil; tam tersine yeniliklere, değişime açık. Kendisi açık açık rejimi değiştirmek istediğini, bir İslam Devleti kurmak istediğini, bu rejimin gayri İslami olduğunu her yerde dile getiriyor. Bu, onun “Radikal İslamcı” diye anılmasına sebep oluyor. Kendisi de söyler, “Ben radikalim, köktenciyim” diye; bunları söylediği yazılar ve videolar var. Ama böyle radikal ve köktenci görünen bir insanın; mesela en ilginç taraflarından bir tanesi kravat takıp, tıraş olması. Bu aslında pek çoklarının beklediği bir imaj değil. Ondan sonra Alevi türkülerinden hoşlanması. Bu gün için herkes her şeyi dinliyor, çok normal; ama o gün böyle ideolojik kamplar çok ayrı iken bunu yapabilmek kolay bir şey değil. Bir de Batı’yı çok eleştirdiği halde, teknolojiye çok meraklı olması da enteresan bir özellik. Amerikan mallarının sağlam olduğunu düşünüp, onları almaya yönelmesi insanlara ilginç geliyor; çünkü Amerika, Özkan’ın en çok eleştirdiği ülkelerden bir tanesi. Böyle renkli ve değişik bir kişiliğe sahip; yani tek tipleştiremiyorsunuz, bir yere hapsedemiyorsunuz.

Bence, (bu ayrımı kendim inisiyatif kullanarak yaptım), Ercümend Özkan’ın fikriyatı deyince bence aklınıza iki ana başlık gelmeli. Her şey bu iki ana başlık altında incelenebilir gibi geliyor bana. Birinci başlık, Özkan’ın İslam’ı parçalanmaz bir bütün olarak tanımlaması. Ona göre İslam, tamdır, eksiksizdir ve bütündür; bunu bölemezsiniz. Başka bir şey de ekleyemezsiniz. Yani mesela İslam’ın kendine has bir yönetim, örgütlenme şeması vardır. Nedir? İşte başta bir yönetici olur, halk ona biat eder, şura vardır, kararlar istişare ile alınır falan. Fakat 19. yüzyıldan itibaren biz birçok Müslüman düşünür görüyoruz ki İslam’daki bu mekanizmayı demokrasi ile karıştırıyorlar mesela. “Onlarda da seçim var, bizde de seçim var; onlarda da meclis var, bizde de var” gibi karşılaştırmalarla demokrasi, parlamento gibi ilke ve kurumların İslam’la çok örtüştüğünü iddia eden pek çok düşünür olageliyor. Fakat Ercümend Özkan’a göre bunu iddia edenler, konunun özünü anlamayanlar; çünkü ona göre bir şeylerin birbirine benzemesi, onların altında yatan esas ilkelerin ve felsefenin benzemesi demek değil. Yani İslam’da biat, şura olabilir; ama bunlar kaynağını İslam’ın felsefesinden, mantığından, Kur’an’dan, sünnetten alır ve ilkeseldir. Oysa mesela demokrasi, aydınlanma felsefesine dayanır, kartezyen bir bakış açısıyla din ve dünyayı birbirinde ayırır, dini mümkünse özel alana hapseder, dünyayı bambaşka ve biraz ilkesiz bir biçimde inşa eder. Çünkü Ercümend Özkan’a göre demokrasi, ilkesizliktir; yani demokraside hiçbir şey değişmez ilke olamaz, çoğunluğun dediği geçerlidir. Çoğunluk burada bir şeye onay verirse, demokrasiye göre bu meşrulaştırılabilir. Yanii “tartışılması teklif dahi edilemez” ilkeleri yoktur demokrasinin. Dolayısıyla bunları sadece “onda seçim var, bunda da seçim var; onda meclis var, bunda da var” gibi görünen birtakım şeylerle kıyaslamak doğru değil, Ercümend Özkan’a göre. Bu, İslam’ın bütünlüğüne de aykırı. Yani İslam dini tam bir bütün; bunu felsefesiyle de alacaksın, yönetim şemasıyla da alacaksın, ibadetiyle de alacaksın, toplumsallığıyla da alacaksın. Aynı şeyi bütün diğer ideolojiler için de söylüyor; yani her ideolojinin, kendi içerisinde bir bütünselliğinin var olduğunu söylüyor, Özkan. Ona göre mesela “Müslüman Demokrat” ya da bir “İslam demokrasisi” demekle, “Müslüman Yahudi” demek aynı şey. Yani Müslüman mı olacaksın, Yahudilik mi? Bu da bir din, o da bir din, ikisi de kendi içerisinde bir bütün. O zaman “İslam mı olacak, demokrasi mi”; her ikisi de kendi içinde bir bütün. Özkan’a göre bunlar oksimoron kavramlar, bunlar açıklanamaz. Böyle bir şey söylersiniz; ama içini dolduramazsınız. Açıklanamadığı için yaşama şansı da yok. Dolayısıyla İslam’ın parçalanamaz bir bütün olması, Ercümend Özkan’ın gerçekten bütün yazılarında hemen hemen karşımıza çıkan bir iddia ve bu ilkeye dayanarak pek çok şeyi açıkladığını görüyoruz. Hem bu “İslam ile demokrasi, İslam ile Komünizm” ilişkisi meselesi; hem insan hakları mevzusu, hem milliyetçilik, rasyonalizm, hümanizm gibi, insanlara daha yumuşak görünen, daha kabul edilir gibi gelen gerçekler… Bunların hepsini bu bütünsellik iddiasına dayanarak tek tek ta felsefelerine inip çürüterek açıklıyor. Zaten kavramlar, Özkan’a göre çok önemli; eğer bir insan bir kavramı doğru tanırsa onu yerli yerine oturtur. Yerli yerine oturttuğu zaman düşüncede bir netlik olur. Düşüncede netlik olduğu zaman, eylemde netlik olur. Bunlar, birbirlerini doğuran şeylerdir.

Ercümend Özkan’ın yine bu bütünsellik içerisinde ele aldığı bir başka husus şu: “İslam, sadece fert bazında yaşanacak bir din değildir”. Yani Özkan’a göre “İslam, toplumsal bir dindir.” Dolayısıyla İslam, ferdi alana; ibadetlere önem verdiği kadar, topluma da önem verir, siyasete de önem verir. Dolayısıyla “bu siyaset şeytan işidir, bundan uzak duralım; siyaset bizi bozar” gibi söylemleri bu noktadan hareketle eleştirir. Hatta şöyle bir sözü var: “Namaz neye göre kılınıyorsa, siyasette ona göre yapılmalıdır”; yani hepsi bir bütün içinde olmalıdır. Namazı, Kur’an ve sünnete göre kılıyorsak; siyaseti de Kur’an ve sünnetteki ilkelere göre yapmamız lazım. Özkan’a göre herkesin bir siyasi düşüncesi olmalı, herkes bir siyasi ideale sahip olmalı; fakat fiili siyasette başka belirleyiciler var. Fiili siyasete şöyle bir şerh koyuyor: Türkiye’deki rejim, gayri İslami bir rejim. Özkan, siyasete çok önem vermesine rağmen eğer rejim gayri İslami ise, bu gayri İslami rejimin, gayri İslami kuralları içerisinde siyaset yapmanın doğru olmadığını düşünüyor. Yani “mesafeli duracaksın, dışarıdan kendi idealini ve görüşünü savunacaksın; ama içine girmeyeceksin; yoksa entegre olursun ve onu meşrulaştırırsın.” Böyle bir iddiası var. O yüzden mesela Milli Görüş partilerini bu noktada çok eleştiriyor, sistemin içine girdikleri için. İçine girmeyle kalmıyorlar, şöyle bir algı yaratıyorlar dindar insanlar üzerinde: “Bu Müslümanlar eğer sistemin içine giriyorlarsa biz de Müslüman olduğumuza göre ona oy verirsek, aslında İslam’a oy vermiş oluruz”. Özkan’a göre halkın böyle zannetmesi çok tehlikeli. Burada bir aldatıcı bir unsur var gibi geliyor Özkan’a. Ona göre aslında namaz kılana oy vermek, İslam’a oy vermek değil. Müslüman’ı başa getirmek, devleti Müslümanlaştırmak değil. Aslında oy veren kişi sadece, mevcut rejimi meşrulaştırmış oluyor. Ercümend Özkan bu şekilde düşünüyor.

Son olarak; yine İslam’ın parçalanmaz bütünlüğü içerisinde ele alacağımız bir başka başlık da “İslami metod” meselesi. Bir insanın amacına ulaşmak için her yolu kullanması, Özkan’a göre mübah değil. Yani, sen Müslümansan kullanacağın vasıtalar da İslam’a uygun olmalı. Mesela vakti zamanında, FETÖ’nün yaptığı gibi; askeriyeye girebilmek için namazı terk edemez, içkiye başlayamazsın. Ya da iktidara gelebilmek için din karşıtı (gayri dini) bir rejimin içerisinde onun kurallarıyla hareket edemezsin. Müslüman’ın yapması gereken, bir dönüşüm talep etmek; ama bunu dışarıdan talep etmek. Rejime entegre olmadan, o rejimi meşrulaştırmadan; onun gayrimeşru olduğunu sürekli vurgulayarak… Yani Ercümend Özkan’ın metot konusundaki görüşü de bu. Sadece biraz önce bahsettiğimiz aşamalı metodu kastetmiyor: Yani önce bir çekirdek kadro oluşturacak, sonra kitleselleşeceksin, ondan sonra yavaş yavaş o toplumsal/kitleselleşmiş hareket bir devletin değişimi talebini yaratacak. Metottan kastı sadece bu değil; her şeyde bir metot arıyor. Ona göre madem ki suyu kaynatmaktan, yemek pişirmeye kadar her şeyin bir metodu var; dolayısıyla siyasetin de bir metodu olmalı ve bu metot mutlaka ve mutlaka İslami olmalı. İslam’a uymayan bir araç kullanmamalı bir Müslüman hiçbir şekilde.

İkinci başlık ise Özkan’ın tavizsiz ve muvahhid duruşu. Ercümend Özkan şirk meselesine çok önem veriyor. İmanın herhangi bir şekilde şirke bulanmamış olmasını istiyor. Yani arı duru bir iman olmalı, hiçbir şirke bulaşmadan kalmalı; çünkü “Lailaheillallah Muhammedün Resulullah” kelimesinde, Muhammed Resulullah’a gelmeden önce “Lailahe illallah” dememiz lazım. O, “Lailahe illallah”; bütün şirk unsurlarının, bütün ilahların reddini gerektirir. Özkan’ın tasavvufu çok eleştirmesinin nedeni bu. Yani Özkan geleneğe düşman olduğu için tasavvufu eleştirmiyor. Böyle bir düşmanlığı yok. Eleştirileri şundan ileri geliyor: “Tasavvuf, şirk bulaştırıyor imana” diye düşünüyor; çünkü şeyhlerin şefaat yetkisi var, edilen dualarda şeyhleri aracı kılmak var. Ya da vefat eden şeyhlerden yardım istemek var. Bu tür uygulamaların, özellikle bilinçsiz halk Müslümanlığını çok yanlış yönlendirdiğini ve sıradan Müslümanları şirke bulaştırdığını düşünüyor. O nedenle tasavvufu çok eleştiriyor. Hatta bu konuda bayağı sert cümlelerle de karşılaşıyoruz. Bunlardan birisi, “Tasavvuf ayrı bir dindir, İslam’dan değildir.” Tasavvufun, kaçak bir yapı olduğunu söylüyor; kaçak yapıyı yıkmadan yerine sağlam bir İslam binası kurulamayacağını söylüyor. Köklerinin Kur’an ve Sünnete dayanmadığını söylüyor. Eski Hint ve İran geleneklerinden nasıl geldiğini anlatıyor ve bunların, nasıl İslam sosuna bulanıp içimize girdiğinden bahsediyor. Dolayısıyla burada Ercümend Özkan’ın, tümden bir gelenek karşıtı olduğunu söylemek çok yanlış; fakat tasavvufa olan eleştirisinin nedeni, gelenek karşıtlığından değil de kendisinin Tevhid’i çok önemsemesinden ileri geliyor. Aynı zamanda Yunan felsefesi gibi (Özkan’ın “ideolojik kirlilik” dediği) İslam’a sonradan girmiş, Aristo’lardan, Platon’lardan devşirilmiş fikirlere karşı tutumunda da aynı şey var. Bunların da yine tevhidi duruşu bozduğunu düşünüyor.

Bir ufak videoyla konuşmamı bitirmek istiyorum. Burada tartışmanın mahiyetinden çok, Ercümend Özkan sanki kendi fikirlerini kendi sözleriyle özetlemiş olması önemli. Hem de Özkan’ın kendi sesini duymuş olursunuz. Birkaç dakikalık bir video.

(Kanal 6-TV’de yayımlanan, Ahmet Altan ve Neşe Düzel’in yönettiği Dinamit Programından):

“Bir konuşmacı: Bugünkü anayasada mevcut olan şey ile bizim zaten insanlarla ilişkilerimizde onların dinlerine bakarak bir ilişkide bulunmamız söz konusu olmamıştır tarihte. Ama maalesef şu var, sayın Altan. Yazılı metinlerde bana göre hiçbir problem yok Laiklik konusunda; fakat insanların zihinlerinde bir problem var.

Ercümend Özkan: Müslüman, Müslümanca yaşar. Müslüman’ın aile hayatı da İslam’ca olur, yemesi-içmesi de, oturup kalkması da, konu komşusuyla muaşereti de; devlete karşı tavrı da, devleti de İslam’a göre olur. (Alkışlar) Ayıramazsınız, ayırmanız demek; hakimiyetin bir kısmını Allah’ın elinden almanız demektir ki, Allah’ü Teala böyle bir şeyi asla affetmez. Siz Allah olsanız (haşa) kabul eder misiniz, hakimiyetinizin bölünmesini?

Ahmet Altan: Beni karıştırmayın.

Ercümend Özkan: Ben olsam etmem, Allah’ü Teala hiç etmez; olur mu öyle şey… “Filan konuda dediğiniz doğru Ey Allah’ım, falan konuda tınmıyorum” olur. Böyle kulluk olur mu?

Konuşmacı: Olaylara bakışımız farklı…

Ercümend Özkan: Tabi farklı olacak. Bu işin kahrını yıllardır çeken, 163’ten toplam 10 sene 3 ay hapis almış, 7 cezaevinde yatmış bir insanın anlatımı elbette farklı olacak, arkadaş. (Alkışlar)

Konuşmacı: Ben şunu söyledim; yanlış anlaşıldı, sayın Özkan tarafından da yanlış anlaşıldı. Türkiye’de laiklik konusunda iki şey var: Bir: Anayasadaki şekliyle laiklik. Anayasadaki şekliyle laikliğin Müslümanlar açısından bir problem doğurmadığı kanaatindeyim. Maddeler olarak anayasadaki şekliyle problem yok; ama insanların zihninde ve tatbikat olarak laiklik derseniz o zaman başka, o zaman sizin dediğiniz doğru.

Ercümend Ağabey: Gerekçelerini de yıllar önce okumuştum; hukuk felsefesini de okumuştum. Bu Anayasa, hangi felsefeye göre yapıldı; onu da biliyorum. Yapmayın…”

Evet, bu kadar; sözlerime “El-Fatiha” diyerek son vereceğim. Ruhuna bir Fatiha okuyalım inşallah…

(Deşifre: Celal Sancar/01.02.2024)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *