Olmaya Cihanda Devlet…

Olmaya Cihanda Devlet…

Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi’ mısralarında dillendirdiği hakikat yani ‘devlet’ olgusu, gerçek ve mecazi vurgusuyla devlet algısını, beklenti ve lüzumunu veciz olarak ifade ediyor bize göre, mecazi vurgusu öne çıksa ve anlamın kişinin sağlık, selamet ve afiyetini salık verdiği bilinse de…

Mustafa Bozacı

Çok kadim olduğu kadar oldukça da güncel bir tartışma konusudur, ‘devlet’ olgusu… Konunun kendisi kadar, içeriğinin genişliği ve taraf olup olmama meselesinden formuna, gereğinden rengine, ön adından misyonuna kadar bir sürü alt başlık etrafında düğümlenen bir sorunlar yumağı, adeta çözümsüzlükten nemalanan, ‘varlığı dert, yokluğu yara’ bir konu bu.

Biz de elbette bu yazı dolayısıyla ‘son noktayı koyduk’, ‘budur’ diyebileceğimiz bir durumda değiliz. Bu son yazı da olmayacak ve ‘devlet’ olgusu zihinleri meşgul ettiği kadar, kitleleri de hem çekip çevirmeye hem de âşık usandıran ‘naz’ gibi kendini ağırdan satmaya, peşinden koşturmaya devam edecek gibi görünmektedir.

Biz farklı algı ve kullanımlarına rağmen Haşr suresi 7. ayetinde geçen ‘dûleten’ ifadesi ve Hac süresi 78. ayette kullanıldığı şekliyle ‘mekkenna’ kelimesinin muktezasınca kavrama bakmaya, anlamaya çalışacak, bir analizde ve akabinde tercihimizi beyanda bulunacağız. Öncesinde ve süreçte de kelime/kavramın farklı kullanımlarına, gerçek ve mecaz içeriklerine de yer vermeye çalışacağız.

Kavramın modern bir kullanıma sahip oluşu öne çıksa da örnek olarak Platon’un ‘Devlet’ adlı kitabı,  Farabi’nin ‘İdeal Devlet/Medinetül Fazıla’sı konunun kadim boyutlarını öne çıkarmakta ve Thomas Hobbes’un ‘Leviathan’ kitabı sadedinde söylenebileceği gibi iktidar kavramı ile ve de ‘güç’ metaforu ile senkronizasyonu yadsınamaz. İbni Haldun’un ‘Devlet’ kitabında dediği gibi ; ‘Devlet toplumun sureti, toplum ise devletin maddesi gibidir.’ Yani ikisi arasında madde-form ilişkisi vardır. Ya da Rousseau’nun dediği gibi bu ilişkiyi bir ‘sözleşme’ olarak okumak da olasıdır. Bu detaylara dalmadan şunu söylemek istiyoruz peşinen; ‘devlet gereksizdir!’ önermesi bu manada boşa düşmüş, gereksiz bir yargıdır. En azından devletlulara fırsat veren, dikkatleri dağıtan, duruş ve düşünüşleri değersizleştirmeye yönelik zaid bir kullanımdır. 

Bakınız burada ‘nasıllığını’ konuşmuyoruz meselenin; kötü örneklerinin, genelde kötüye kullanılmasının, tahakküm, güç aşımı, irade köreltmesi, tek yekün içine hapsedecek boyutları değil tartışma noktamız.  Mesele insan fıtrat ve gereksinimlerinin, bir arada yaşama formu ve zorunluluğunun, özelde son vahiyle teslim olduğumuz (öncekilerde de olduğu gibi -ki bunu tüm peygamberler tarihinde görebiliriz-) dinimizin kapsam ve buyruklarından ve bunlardan mütevelit Hz. Muhammed (as)’in hayatından, mücadelesinden, sünnetinden ve özetle ‘Medine Vesikası’ uygulamasından okumak, anlamak, çıkarsamak hiç de zor olmasa gerek. Dahası bu, güneş ışığı gibi bir gerçeklik olarak ortada duruyor.

Bakınız Kanuni Sultan Süleyman’ın hasta yatağında söylediği ‘Halk içinde muteber nesne yok devlet gibi / Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi’ mısralarında dillendirdiği hakikat yani ‘devlet’ olgusu, gerçek ve mecazi vurgusuyla devlet algısını, beklenti ve lüzumunu veciz olarak ifade ediyor bize göre, mecazi vurgusu öne çıksa ve anlamın kişinin sağlık, selamet ve afiyetini salık verdiği bilinse de…

‘Güç kötüdür, mutlak güç mutlak kötüdür!’ yargısı da sadece formu esas alan, sui misali emsal kılan, meseleyi ‘değer ve içerikten’ soyutlayan dogmatik bir yanılsama, şartlı refleks ve şaşı bir bakıştır. Müslümanca bakışın, bırakınız Hz. Peygamber dönemini, Raşit Halifeler dönemine sitayişle bakışı, o döneme atıflarla referans gösterilmesini bir ‘anakronizm’ olarak okumak ve oralarda da bulunabilecek şaz örnekleri genelleştirmek nasıl bir şaşkınlık, şaşı bakıştır. Nice bir irtifa kaybıdır!

Keza ‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe!’ sözü, her ne kadar bir ırkî söyleme hapsedilmiş olsa da ardında yatan bir duruş, düşünce ve beklenti, bir milleti millet yapan umdeleri öne çıkarması, vurgulaması, onların temini ve bekası için terkip edilmiş olması neden dikkate alınmadan geçiştirilsin, mizansen konusu yapılsın ki?!

‘Devlet kuşu’ ve saadet, mutluluk, beklentiye kavuşma, umduğunu bulma anlamlarında kullanılan ‘Ne büyük devlet’ terkipleri de meselenin farklı yönlerine dikkatlerimizi çekmekte; artık olguya, ‘devlet’ vurgu ve gerekliliğine kör, sağır, dilsiz kesilmenin bir anlamı olabilir mi?!

En ilkel kabilelerde dahi gördüğümüz üzere bir düzenin, sistemin olduğu, bir şefe itaatin sergilendiği bir ilişkiler bütünü var. Sınırların (her anlamıyla), sorumlulukların olduğu, hiyerarşinin yazılı olmasa da içselleştirildiği, aksi halde yaptırımların uygulandığı bir düzen… Keza ailenin de cemaatlerin de yapılanmaları bir devlet prototipi olarak ele alınabilir pekala! Hz. Peygamberin, sefere çıkıldığında, az veya çok olunsun bir ‘imam/lider/sefer emiri’ tayinini salık vermesi dahi başlı başına bir düzen, sistem önerisi değil midir, başıboşluğun getireceği açmazlara, kaosa, kargaşaya karşı tedbiren! 

Bizlere birer ümmet olarak sunulan hayvanlar alemindeki ilişkiler, düzen, tevarüs eden alışkanlıklar dahi (içgüdüsel de olsa!) dahi düşünüldüğünde aşikar olan, aklı selimin, bir başı boşluğun, düzensizliğin, gelişigüzelliğin, rastgeleliğin olmadığını çok açık ve net olarak görebileceğidir. Onlardaki normu ve formu gördükten sonra, kaldı ki boşa yaratılmayan, kullukla mükellef kılınan, elçi ve vahiyle kılavuzlanan insan, bir başıboşluğa, düzensizliğe, kaosa bırakılmış olsun! Bireyselliğine rıza gösterilsin (Buradaki ‘bireysellik’ vurgumuz arife tarif gerektirmez!).

Esasen tüm peygamberler tarihi ‘devlet/iktidar mücadelesi içinde geçmiştir’ desek yeridir! Oluru olmazı ayrı! Aksi halde ‘’zaten bireysel olarak ‘kulluk ve resullük’ cepte; otur oturduğun yerde, mala davara karışma, kimsenin tavuğuna ‘kışt’ deme, gönüllülük esas, zorlama da yok, bir tercih meselesi bu…’’ idiyse; onlar neyin peşinde, hangi davanın derdindeydiler?! Dövüldüler, sövüldüler, kovuldular, öldürüldüler! ‘Şu devlet oldu, bu olamadı; imansız mı göçtüler, başarısız mı oldular?’ meselesi değil vurguladığımız; süreç neydi, neyin mücadelesini verdiler, niçin verdiler? Keza Hz. Muhammed (sav), son örnek olarak, niçin ve neyin mücadelesini verdi, nasıl verdi? Bu haliyle de bize örnek kılındı…

‘Ne oluyorsa azar azar oluyor’(1) şairin dediği gibi; bir zamanlar İslamcılık(!) söyleminde bulunan, bunun için yazan çizen, İslami hareketin parçası görünen(!) taifenin geçirdiği evrim de bu noktada önümüzde  (kötü de olsa!) bir örnek olarak duruyor. Geçirilen aşamalardan birinde ‘devletin modeli, rengi, biçimi yoktur’ söyleminden,  sonraki durakta ‘devlet yoktur’ aşamasına, oradan da ‘devletin dini adalettir’ (söyleyene, bağlama, kime, niçin söylendiğine bakmadan!) söylemine ve en nihayetinde kritik eşik aşıldıktan, lastikler patlayıp fren tutmaz hale gelince de laik demokratik sistemin sacayağı olma bahasına ‘Akp’nin tezleri ile İslamcılığın(!) tezleri aynı değil miydi; İHL/katsayı, başörtüsü ve Kur’an kursları meselesi hallolmadı mı, daha ne istiyorsunuz?!’ tarzındaki bir söyleme yuvarlanmak, celladına aşık olmak olarak mı adlandırılmalı ya da başkalaşım mı, istikamet kaybı mı, doğru yolda olmak zannıyla yanlış yolu aşındırmak,(2) arşınlamak mı, müflis tüccar(3) metaforu olarak mı?!

Evet, ‘hallolmak’ bir tarafa, ‘hal olan/edilen; yerinden edilen, tahtından indirilen’ bir şeyler olduğu doğru, onlar da aynen bahsedilen örneklerde açıkça görülebildiği üzere, değersizleştirme, içinin boşaltılması, sıradanlaşması, birilerinin meşruiyetine payanda kılınması, araçsallaşma, amaç ve istikametten koparılma yanında iç edilme şeklinde olmuştur ancak!

Bakınız bu da bir ‘devlet’ okuması, algısı, düşünce ve duruşu… Ha, sizin söyledikleriniz rengiyle dokusuyla, niyeti, amaç ve yöntemiyle farklılık arz edebilir belki ve fakat sonuç aynı kapıya çıkıyor… Aslında, neticede olup olmaması fark etmiyorsa, olduğunda bizim açımızdan bir şey değişmeyecekse varlığı dert değil, yokluğu da yara değil; öyle mi?! ‘Ha Hasan kel, ha kel Hasan’ durumu mu?!

Bizler farkındayız ve biliyoruz ki; ‘Moskova’da cenneti kazanmak, Mekke’de de cehennemi kazanmak mümkündür’ ve fakat durum hiç de öyle değil, öyle söylendiği kadar kolay değil! Söylemle eylem, olması gerekenle olan, teori ile pratik şişede durduğu gibi durmuyor yani! Yazılıp çizilenler tersinden bir uygulama, mecraından sapma, ‘ötekinden rövanş alma ihtimalleri içerse de, insan olgusu bu; ideal olanı, Rabbimizin rıza göstereceği, resulün izinden örnekliğinin alınabilecek olduğu bir adilane yönetimi salık vermek abesle iştigal değil bir sorumluluk gereği olarak alınmalıdır.  Ashabı uhdud örneği, ashabı kehf örneği, günümüzde Myanmar, Uygur, Filistin’deki müslümanların durumunu bir düşünmek, tefekkür etmek gerek, bir de onlara sormak! ‘Suriye’deki yaşananlara dair konuşmak kolay, haydin oraya gidilsin!’ dendiğinde ‘Biz buradan şahitlik ediyoruz!’ demek çok kolay tabi!

Elbette bir Müslüman için iman etmiş olmak, kulluğu Allah’a hasretmiş olmak, ibadetlerinin önem ve hikmetini müdrik olmak başlı başına bir devlettir. Bu, her türlü vasatta, her an ve mekanda, imkanlar ve vüsati ölçüsünde izhar edilesi bir durumdur. Şartı şurtu, aması fakatı olmaz! Olacak olanlar da bir ‘ızdırar hali ve’ kalpler mutmain halde iken canların tehdidi altında olabilir ancak! İstisna hali bu!

Dedik ya, Hz. Peygamber hicretiyle, biatlarıyla, seriyyeleriyle savaşlarıyla, gönderdiği elçilerle, Mekke’nin fethiyle neyin derdindeydi acaba? Keza, sair tüm elçiler? ‘Kıl beşi, bitir işi!’ kolaycılığı akıllarına mı gelmedi, işlerine mi?!

Mekke’de cuma olgusu, Emevi ve Abbasiler’de cumaya iştirak etmeyen imamlarımız (Devletin dininin adalet olması, işte bu noktada önemli ve ancak dillendirilebilir bir olgudur!) acaba ne anlama geliyordu?!

Dinin teminat altına aldığı emniyetler (5E; din, can, mal, aklı ve nesil), emri bil ma’ruf ve nehyi anil münker mükellefiyeti, ifsadın engellenmesi, hadler ve hadsizlikler, cuma ve hac, namaz ve zekatın birleştirilmesi veya arasının ayrılması, dinin Allah’a has kılınması, tebliğ ve davet, hak ve hakikate uygun hukukun icra ve tahakkuku… Aklınıza daha gelenler olabileceği gibi, takdim ve tehiri size ait olarak, tüm bunların ifası, ikamesi bireysel olarak ya da içerik ve işlevselliği tartışılabilecek kapalı kapılar ardındaki cemaatimsi yapılarla kotarılabilecek durumlar mıdır?!

Keza ‘sui emsal misal olmaz kabilinden’ bugün Müslüman coğrafyalarında isimlerinin başına ‘İslam’ yazan devletlerin hal-i pür melalleri de bizi yanıltmamalı, kavramın olurluğundan geri adım attırmamalıdır. Aynı şekilde devleti yönetenlerin(!), kurumlara vaziyet edenlerin İslam’a olan refereleri, anayasa ve kanunlarındaki ‘şeriat, İslam’ kayıt ve emareleri de bizleri ‘’Her ne hikmetse bir türlü şekil ve kaydın ötesine geçemeyen İslami hassasiyetler neden dört başı mamur tahakkuk etmiyor? Toplumsal dönüşüm niçin sağlanamıyor? Adalet ve emniyet niçin hükümferma olamıyor? İnsanlığa güven ve huzur temin edilemiyor?’’ şeklinde bir karamsarlığa da itmemelidir. Zira bunlar ‘insan olgusu’ etrafında düşünülecek azim işlerdir. İsimlerin ve cisimlerin önüne sıfat olarak ‘müslüman/İslam’ kelimesi eklemek sadece görüntüyü ve günü kurtarmak kabilinden olduktan ve dahi ‘müslüman/İslam’ kavramlarının etle tırnak gibi ayrılmaz bir bütün olarak birlikteliği sağlanamadıktan sonra, bunlara hakkıyla riayet edilmediğinde olacak olan budur! Sonra bunların hakkıyla, layıkıyla hakkı verilse dahi günler aramızda dolaştırılıyor, şeytan işini ihmalsiz ve ihlalsiz yerine getiriyor; zirvelerin de inişleri oluyor; fetret, gerileme, hatta yıkılış vaki olabiliyor! Hz. Peygamberin akabinde olup bitene bakmak kafidir. Bütün bunlar ‘devlet’ olgusunun her ne olursa olsun; olurluğunu, olmazsa olmazlığını açık eden durumlardır bizatihi…

Sonra olacak olan neticede İslam’ın değil, Müslümanların bir imtihanı olacaktır! İktidar da, iktidarsızlık da Müslümanım diyenlerin serancamıdır. İslam bizatihi yüce olandır, bir payeye, takviyeye ihtiyacı yoktur. O temsiliyetten Müslümanım diyenler ancak paye edinir, şan şeref kazanırlar. Yanlış durum ve uygulamalardan İslam’ın sorumlu tutulması ve sorunlu addedilmesi ancak ve ancak nisyan ile malül, zalûm ve cehûl olan, fıtratında fücûra tabi olan, nereden gelip nereye gittiğini unutan, istikametini yitiren, kulluğunu bırakıp insanları kul kılmaya çalışan, ekini ve nesli helakin peşinde koşan yine insan türünün o da ‘kel en’ami belhüm edall’ hükmünce işidir. Bu da onu şeytanın avanesi kılar, şeytanlaştırır!

Dediğimiz gibi, hata elbette olacaktır, ancak bu, neticede bir insan olarak müslümana ait olacaktır. Normal şartlar altında ise İslam, insanlığa huzur ve saadeti temin edecek yegane imkandır. Zira kaynağı itibariyle böyledir; aşkın/muteal olan ve alemlerden müstağni olup samed olan, gerçek ve tek ilah ve rab olan Allah tarafından kullarına iletilmiştir.

Kulların, O’nu dikkate almadan kendi ilahlık ve rabliklerinin peşinde ‘demokrasi, hümanizm, insan hakları, çoğulculuk vb.’ söylemlerle yeryüzünü ne hale getirdikleri de ortadadır. Yalan ve talan ile, sömürü ve zulüm ile yeryüzünü ifsad eden müslümanlar mıdır, haydi diyelim kendi kellerine merhemleri yok! Musa (as)’ın firavuna dediği ‘Bu başıma kaktığın İsrailoğullarını sömürmendendir -onları köleleştirmenden, onlardan çalıp çırptıklarındandır-!’ ifadesini burada hatırlatmakta yarar var. Bir de hani, ülkeler arasında farklı kriterlerle sıralamalar, skalalar yapıyorlar ya, işte tam da Musa (as) ile firavun arasındaki diyaloğun bire bir örneği… Hem suçlu hem güçlü modu! Tam bir cürm-ü meşhud durumu!

Neyse, sunmaya çalıştığımız bu farklı delillendirmelerden sonra gelelim, bizim asıl tercihimize ve bunlarla ilgili yukarıda beyan ettiğimiz dayanaklarımıza:

Birincisi; ‘Haşr sûresinde geçen ‘dûleten’ ifadesinin, sıradan ve gelişigüzel bir kullanım olmayıp bir kastı mahsusa ile bir hikmete binaen sunulmuş olduğudur. Bu elbette indî bir çıkarım olarak gelebilir ve fakat, ‘mal mülkün devlet olması’, oradaki içerikle, ‘bir güç’ haline gelmesi, tekelleşme, sahibine sağlayacağı konum ve getiriler vs.’ düşünüldüğünde bunların üst ve büyük formda bir ‘devlet’ olgusuna işareti yadsınabilir mi?! Bu, devlet, malı mülkü kontrol etsin, o elinde tutsun, her yere müdahale etsin, elindekini tahakküm olarak kullansın anlamına alınmamalıdır. Hak, hukuk, adalet, liyakat, itidal ve iktisat bu aşamada devreye giren eş zamanlı kavramlardır zaten. Mefhumu muhalifinden değil de kelimenin zımnında bizim anladığımız budur, Allah’u a’lem.

İkincisi; Bakara suresindeki örneğiyle ‘mekkene’ ifadesidir. ‘Kevni’ olan, mekan, yerleşme, ikamet içerikleriyle birlikte kavram, bağlam düşünüldüğünde ve bir inayet etrafında gerçekleştiğinden ‘Mekkenna-hüm’, ‘onları bir yere yerleştirdiğimizde, o fırsatı verdiğimizde, o imkana kavuşturduğumuzda (burada süreç-sonuç temelli bakışa da işaretler mevcuttur), anlamlarıyla alındığında ‘güç ve iktidar’ çıkarımı hiç de yabana atılır gibi değildir ve bu çoğu mealde de görülebilir. Zira zaten insan bir yere öyle veya böyle yerleşiktir, bir ikamete sahiptir, ‘onun yerleştirilmesinden’ bahsetmek başka bir vurguya işarettir.  Akabindeki ‘namazın kılınıp zekatın ikamesi’ de bireysel edimlerden öte, toplumda ikamesi, birer nüsuk olmanın ötesinde külli ibadet boyutlarının öne çıkarılması anlamında olsa gerektir. Bu, Hz. Ebu Bekir’in namazla zekatın arasını ayıranlara ’savaş açması, bunu ifsat olarak görmesi meyanında düşünülebilir…

Bir üçüncü olarak (yukarıda iki olarak sunmuştuk!); Âli İmran 104. ayette buyrulduğu üzere ‘içimizden bir ümmet tahakkuku’ emredilmektedir; ‘hayra davet edecek, marufu emredip münkeri engelleyecek’. Bunun da iması, vurgusu, istemi, emri ‘hem sizden olacak hem de bireysel değil bir ümmet olacak (siz cemaat diyebilirsiniz, bir topluluk). Pekiyi düşünelim bunun tahakkuku sağda solda, birbirinden habersiz ve bağımsız, spontan, gündeme mebni, gelip geçici, olabildiği kadar, ‘olsa iyi olur’ kabilinden mümkün müdür?! Bunu bizim bulunduğumuz alanlarda ve zamanlarda, büyük okyanusa ulaşma sadedinde gerçekleştirmeye cehd edeceğimiz, çaylar dereler olarak okumak mümkün müdür?! Yine, ‘Bir kötülüğü gördüğünüzde onu elinizle düzeltin, buna gücünüz yetmezse dilinizle engelleyin, kaldırın, bunu yapamıyorsanız kalben buğzediniz ki imanın en zayıf noktası budur.’(4) hadisinin şerhinde ‘el ile’ düzeltmenin, bir güce ve iktidara dayandırıldığı, ‘dil ile’ düzeltmenin alimlerin uhdesinde olduğu, kalben buğzun ise bireylere, kişilere hasredildiği malumatı da göz önünde bulundurulmalıdır, bunun diğer okumaları iptal etmemesi gereği de unutulmadan.

Elbette ‘devlete’ ulaştıracak yol ve yöntemlerin, elde edildiğinde sergilenecek yol ve yöntemlerin nasıllığı ve niceliği birer ayrı bahistir. (Bunlar da bizce Kur’an’da mündemiç, ondan mülhem Hz. Muhammed (sav)’in hayatında mevcuttur;  gelgelelim, bizler, ‘Ol mahiler ki derya içredirler, deryayı bilmezler!’ kabilinden bir aymazlık, gaflet ve uyuşukluk içindeyiz, istisnalar adı üstünde istisna, kaideyi boz(a)mayınca!) Ve bunlar eş zamanlı olarak tartışılmalı, analiz edilmeli, dahası bir mutabakat metnine de dönüşmelidir. Yoksa yaşanageldiği, tecrübe edildiği, görüldüğü üzere her yol Ankara’ya çıkmıyor, angaryaya varması da cabası!

1 Arif Nihat Asya

2 Doğru yolda olmak zannı: Zuhruf 37

3 Müflis tüccar; Bakara 16

4 Müslim, İman 78

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *