“İslami bilincin özgürleşebilmesi için, evrensel aklı-ahlakı-bilgeliği esas alan bir düşünce iklimi oluşturmamız gerekiyor. Hangi toplumda olursa olsun, bilinç çürümesi, direniş ve mücadele iradesini yok ediyor, bilinç çürümesi statükoyu tahkim ediyor, mutlaklaştırıyor.”
Atasoy Müftüoğlu
İslam dünyası toplumlarında; düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı; dış görünüşlerin, yüzeylerin, gündelik olanın, yerel olanın ötesini görebilen aydınlar, düşünürler, alimler yetiştiremediği için; iktidarlar, akılsız ve düşüncesiz bağlılıklar yoluyla ilgili toplumları kontrol altına alarak sömürgeleştirebiliyor. Sömürgeleştirilebilen toplumlarda gücü tekelleştiren iktidarlar, eleştirel muhalif düşünceye/yoruma/yapılara hayat hakkı tanımıyor. Düşüncenin devletleştirildiği toplumlarda, düşünce ve hayat bütünüyle değersizleştiriliyor; din’in, İslam’ın, oportünist amaçlarla kullanımı hiç kimseyi hiç bir biçimde rahatsız etmiyor. Sözünü ettiğimiz toplumlarda iktidarlar, devlet kurumlarını-imkânlarını kendi özel mülkleri gibi, keyfi bir biçimde kullanabiliyor.
Politik bencillikler, narsisizmler; iktidar bencillikleri ve narsisizmleri sebebiyle, ortak haklar, ortak iyilikler, ortak özgürlüklerin paylaşılmadığı toplumlarda, medenilikten, irfandan, medeniyet tasavvur ve tahayyülünden söz etmek hiç bir biçimde inandırıcı, ikna edici olamıyor. ‘’Medeniyet tasavvuru’’ politik bir propoganda klişesi olarak hep gündemde tutuluyor. ‘’Medeniyet tasavvuru’’ klişesini ısrarla gündemde tutan politik çevreler, büyük bir dargörüşlülüğün/kibrin ve kolektif narsisizmin ifadesi olan milliyetçiliklerin yükselişi ile ilgili hiç bir çözümleme yapmıyor, yapamıyor. Ortak haklar, ortak iyilikler, ortak özgürlüklere yabancılaşan toplumlar, bu olumsuz/kaba/çirkin tutumları sebebiyle merhamete yabancılaştıklarını farketmiyor.
İslam dünyası toplumlarında ölümcül yabancılaşmalar, ölümcül bayağılaşmalar ve çürüme pahasına; iktidarlar, hamasete, popülizme, oportünizme sıkı sıkıya sarıldıkları için, bugünün dünyasına, yeni bir ufuk ve bilinç kazandırabilecek kapsayıcı bir tarih bilinci oluşturulamıyor. Ölümcül yabancılaşmalar, karşıtlıklar ve bayağılaşmalar sebebiyle, farklılık sorunları her geçen gün derinleşiyor. Kendi zamanlarının ahlaki ve eleştirel vicdanı olması gereken aydınlar, ahlaki karakterleri erozyona uğradığı için her şartta, her durumda pragmatik tercihler peşinde sürükleniyor. Ruhsal/manevi/kültürel güvensizlik kaotik bir toplum, dünya ve tarih oluşturuyor.
İslam dünyası toplumları, İslami kültür, bilinç ve bilgeliği kaybettikleri için, bugün, İslam ülkelerinde, Türkiye’de de görülebileceği üzere, yurtseverliklerin yerini, milliyetçilikler alıyor, milliyetçilikler yükseliyor. Milliyetçi tutkular ve ihtiraslar, faşizme giden yolları açıyor. Bu nedenle de, bu toplumlarda öteki’nin ve farklı’nın hak ve sorumluluklarını içermeyen keyfi bir hukuk tayin edici rolünü sürdürüyor. Sözünü ettiğimiz toplumlarda, çok aziz ve mükerrem İslam, daha çok devletin milliyetçi/mezhepçi/oportünist amaçlarını meşrulaştırma aracı olarak kullanılıyor. İslam’ın şeyleştirildiği bu toplumlarda, hepimizin, İslam’ı, gündelik iman, gündelik dindarlık, ya da resmi dindarlık sınırları içerisinde, kamusal içeriği, anlamı, iddiaları olmayan bir tür maneviyatçılık olarak temsil etmemiz isteniyor.
İslam toplumlarında, mevcudiyet ve meşruiyetlerini Amerikan veya İsrail vesayetine borçlu oldukları halde, kendilerini ‘’kâinat imamı’’ ya da ‘’ümmet lideri’’ olarak konumlandıran din’i veya politik karizmatik figürlerin bu iddiaları, şizofrenik bir tablo oluşturuyor. Politik geleceklerini güvence altına alabilmek için, her tür kirli/aşağılık/onur kırıcı pragmatizme ve oportünizme başvurarak, bunları bütün boyutlarıyla tecrübe eden iktidar sahipleri, bir yanda varlıklarını bu kirli araçlarla sürdürürlerken, bir diğer yanda da İslamilik iddialarında bulunabiliyor. İslam toplumlarında çıkar ve iktidar mücadeleleri, ahlaki ve entelektüel varoluşu imkânsız kılıyor. Çıkar ve iktidar mücadeleleri, Müslümanları, varoluşsal meselelerle ilgilenmekten alıkoyuyor. Ahlaki ve hukuki sınırların dışına çıkan, bu sınırları dikkate almayan siyasetin, bir barbarlık siyaseti olduğu düşünülmüyor. Evrensel insanlık idealleri ve insanlık meseleleri etrafında içerik/çözüm/yorum üretmesi gereken İslami düşünce hayatı, bugün, maalesef, yerli-milli idealler/meseleler etrafında yoğunlaşıyor. Devlet merkezli din algısı yoluyla edilgenleştirilen kitleler, özgürleştirici bir dil’e ve din algısına yabancılaşıyor. Kitle medyası toplumlarında toplumun bir kesimi ideolojik iklim’e kapanırken, toplumun bir diğer kesimi de popülist-muhafazakâr iklime kapanıyor. İdeolojik iklim seküler mumyalar üretirken, popülist, muhafazakâr iklim de, muhafazakâr mumya’lar üretiyor.
Günümüz dünyasında, İslami bütünlük, İslami mevcudiyet ve otorite maalesef paramparçadır. Bu paramparça tablo, İslami varoluşumuzu/onurumuzu da parçalıyor. Paramparça bir varoluşla, kimlik/kişilik ve karakterle, varoluşsal bir mücadele, bir onur mücadelesi vermek mümkün olmadığı gibi, varoluşsal/tarihsel meselelerle ilgilenmek de, ne yazık ki mümkün olmuyor. Paramparça bir varoluşla, ancak bir hamaset ve popülizm mücadelesi verilebiliyor. Bu toplumlarda, selim aklı, selim vicdanı köleleştiren duygusal/romantik bağlılık ve sadakatler yoluyla, bütün gerçekler kolaylıkla çarptırılabiliyor, kitleler çarptırılan gerçeklere, propoganda yalanlarına ikna edilebiliyor. Bu toplumlarda kamusal müdahale bilincine ve iradesine sahip entelektüel kadrolar bulunmadığı için, eleştirel/muhalif çevrelere yönelik haksızlıklar, ayrımcılıklar ve adaletsizlikler, büyük bir kahramanlık örneği olarak tebcil edilirken, haksızlıklardan, ayrımcılıklardan, adaletsizliklerden utanç duymayan iktidar sahipleri, kötülükleri normalleştiriyor, sıradanlaştırıyor. Utanç duygusunu kaybedenler için, her şey mubah politikası/politikaları meşruiyet kazanıyor. Ortak haklar, ortak iyilikler ve ortak özgürlükler fikrini dışlayan her partizanlık yapısal bir şiddetin ifadesi olarak hayata geçiriliyor.
Zihinsel anlamda, entelektüel anlamda, ideolojik anlamda, duygusal anlamda sömürgeleştirilen halklar, kendilerini sömürgeleştirenlerin inançlarına, değerlerine, hurafelerine inandıkları için, bugün, İslam toplumlarında, içerisinde yaşadığımız toplumda da, din ve seküler arasındaki ayrımı, Hıristiyanlığın icat ettiği, bu ayrımın seküler aklın diktatörlüğü tarafından mutlaklaştırıldığı bilinmiyor. Müslüman halkların zihin ve ruh dünyaları bir yanda modernliğin patolojileri aracılığıyla, bir diğer yanda da geleneğin patolojileri aracılığıyla kötürümleştiriliyor. Modern anlamda da, geleneksel anlamda da, konformist kültürün hasar vermediği bir zihin dünyasına rastlamak bugün imkânsız hale gelmiştir. Yapısal/ tarihsel sorunları teşhis edemeyen bir zihin dünyası, düşünce ve kültür dünyası farklı, yeni ve bağımsız bir dünya tasavvuru oluşturamaz.
İslam toplumlarında toplumsal atalet-edilgenlik üreten, bu nedenle de bağımsız-eleştirel içerik üretemeyen konformist kültürün, özgürleştirici bir özneleşmeye geçit vermediğini görmek-anlamak gerekir. Bağımsız-eleştirel içerik üretme yeteneğini kaybeden ve edilgenliğe mahkûm olan İslam toplumlarında bugün, İslam’ı nasıl tanımlayacağımıza, modern tarihe ve insanlığa musallat olan Anglo-Amerikan sömürgeciliği karar veriyor. Sekülerizmin evrensel-siyasal bir ideal, ontoloji ve epistemoloji olarak yapılandırıldığı günden bu yana, seküler dünya ile İslam dünyası, entelektüel/felsefi bir karşılaşma içerisinde değil, ideolojik ve ırkçı bir karşılaşma içerisinde bulunuyor. Emperyal ya da yerel her ırkçılık, her ideolojik dayatma, kendisini üstün/dokunulmaz bir tarihsel güç olarak konumlandırmak suretiyle, halkları, bu üstün güce tabi kılmaya çalışır. İdeolojik güdümlü sekülerleşmenin temelinde, ontolojik ve epistemolojik bir emperyalizm ve sömürgecilik var. İslam dünyası toplumlarında, düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı, kendilerine dayatılan, kendilerini entelektüel anlamda etkisiz kılan, bağımlı kılan ontolojik ve epistemolojik emperyalizmin farkında değil. Bu emperyalizm, İslam’ın ontolojik ve epistemolojik özgürlüğünü/özgünlüğünü yok ettiği için, bugün, İslam toplumlarında yirmibirinci yüzyıl entelektüel hayatına, dönüştürücü-etkili katkılarda bulunabilecek, düşünsel-kültürel-felsefi-hikemi bağlamda maalesef hiç bir varoluş tezahürü yok. İslam toplumlarının/kültürlerinin/yönetimlerinin, Anglo-Amerikan entelektüel-siyasal dili ve söyleminin, hayatın her alanındaki hegemonyası, toplumlarımızın/kültürlerimizin edilgenliğini, teslimiyetçiliğini derinleştiriyor. Bugün kıyameti çağrıştıran apokaliptik bir dünyada yaşıyoruz. Özellikle genç kuşaklar, dijital sömürgecilik yoluyla yersiz-yurtsuz-aidiyetsiz-kişiliksiz hayatlar yaşıyor. Günümüz Müslümanları ayrımcılıkların nesnesi haline getiriliyor. Bugünün dünyasında tarih ve jeopolitik, silah sistemleri tarafından dönüştürülüyor. Teknolojik köktencilik karşısında hiç bir toplum, hiç bir kültür özgün-eleştirel bir varoluş sergileyemiyor. Modernliklerin ve gelenekçiliklerin patolojilerine maruz kaldığımız için, kendi düşüncelerimiz üzerine düşünemiyoruz, bilgi/bilinç/hikmet açlığı çekmiyoruz. Dışlayıcı-kaba-bayağı popülist politik güncel bağlama hapsedildiğimiz için, varoluşal sorunlarla ilgilenmiyor, varoluşsal sorunların ne gibi sorunlar olduğunu bilmiyoruz. Anlamsızlık bunalımlarını, popülist-politik propoganda gösterileriyle aşabileceğimizi sanıyoruz. İslami dikkati/rikkati/diğerkamlığı/estetiği kaybettiğimiz için, ötekilere zulmetmekten hoşlanıyoruz. Bütün bunların ahlaki anlamda, entelektüel anlamda intihar etmek demek olduğunu farketmiyoruz.
İçerisinde bulunduğumuz şartlarda, geleneğin ve geleneksel din algısının, hepimize öğrettiği inanma/bağlanma ve düşünme biçimleriyle acilen yüzleşmemiz, hesaplaşabilmemiz bu konuda yeni sorular sormamız, sahte iyimserlikler ve romantizm karşısında, çok yönlü sorumluluklar, çok yönlü bir bilinç, çok yönlü bir adanmışlık, çok yönlü bir tanıklıkla eleştirel bir siyasal duruş içerisinde bulunmamız gerekir. Bütün ilahi dinlerin, peygamberlerin mesajlarını içeren bir dil’le, bütün insanlıkla, bütün kültürlerle konuşmak, medeni bir iletişim içerisinde bulunmak isteyen aziz İslam’ın, fanatizme/hurafeye/bağnazlığa, etnik ya da mezhepçi bencilliklere asla ihtiyacı olamaz. İslam’a en uzak aşırılıklar İslam’a en yabancı aşırılıklar İslam’a maledilemez. Bugün, evrensel içeriği/anlamı/amacı/ufku, vizyonu, idealleri boşaltılmış; bireysel, yerli-milli dindarlığa, ulus-devlet dindarlığına indirgenmiş yerli-milli-resmi İslamcılıklar, evrensel İslamcılığın sonuna işaret ediyor. Bu durumda, İslam dünyası çapında büyük zihinlerin/kadroların buluşması, dayanışması, evrensel çözüm/yorum/pratik üretmesi hayati önem arzeden bir mesele halini almıştır.
Günümüzde, bütün toplumlar, bütün bir insanlık, bilgi’nin, bilimin, teknolojinin sömürgeci-ideolojik kullanımına-tahakkümüne maruz kalıyor. Hamaset sömürgeciliği yoluyla tutsak alınan Müslüman halklar; bilgi’nin, bilimin, teknolojinin sömürgeci kullanımıyla ilgili hiç bir sorgulayıcı tavır alamıyor, bu konuda derin bir sessizliği seçiyor. Konformist din algısının dayattığı zincirleri kıramayan din’i hayat, bugün, bütünüyle bilinçdışı alışkanlıklara indirgenmiş bulunuyor. Bilinçdışı alışkanlıklara indirgenen din’i hayat, cüppeli/sarıklı/başörtülü edilgenliklerle, iradesizliklerle, tekdüzeliklerle nasıl, ne şekilde mücadele edilebileceğini bilmiyor. Hamasetin, popülizmin, oportünizmin politik başarılarıyla büyülenen Müslüman/muhafazakâr/sağcı/milliyetçi kitleler; mutlakıyetçi geleneklerin, içeriksiz Müslüman bireyler, entelektüel yoksunluk ve yoksulluklar oluşturduğunu, içeriksiz Müslüman hayatların, biyolojik hayatlara indirgendiğini görmüyor. Sorgulayıcı olmayan romantik söylemler Müslüman kitleleri, merkezi kaygılara ve sorumluluklara yabancılaştırıyor. Romantik söylemlerin hakimiyeti, eleştirel düşünceyi/tefekkürü tehdit ediyor. Toplumlarımızda, İslam’ı araçsallaştırarak gerçekleştirilen otoriter-popülist-oportünist şiddet, mutlak anlamda, büyük bir düşünce-tefekkür zaafına işaret eder. Mutlakıyetçi gelenekler, kaderci kültürün, konformist kültürün ve statükonun sürüp gitmesine yardım ediyor. Bu durum, yeni başlangıçlar yapılmasına izin vermiyor. Kendilerini yerli-milli-resmi sınırlara, mezhepçi sınırlara, hizipçi sınırlara hapsedenler arasından hiç bir şekilde evrensel zihinler ve kadrolar çıkmıyor. Herkesi birörnekleştiren bir bağnazlık-tekdüzelik ikliminde, sıradışı yetenekler yetişmiyor. Hayatlarını çıkar ve iktidar tutkuları zemininde yaşayanlar, ahlaki açıdan uçurumun kenarında yaşadıklarını farketmezler. Mutlakıyetçi gelenekler taklitçiliği de mutlaklaştırdığı için, her tür bağımsız üretkenlik, özgünlük ve değişim fikri de maalesef taşralaştırılıyor. Kitleler gerçek dışılığa hapsediliyor. Hangi alanda olursa olsun, her tür putlaştırma eğilimi İslami alanın çölleşmesine neden oluyor. Bugün, İslam dünyası toplumlarının/kültürlerinin hayatın her alanında, dünya ölçeğinde yankısı olabilecek, düşünme/tefekkür/sorgulama fırtınaları estirebilecek, sahici hayatlara ve duruşlara sahip kadrolara ihtiyacı var. Bu kadroların her şeyden önce kapsayıcı bir dünya görüşü ve tarih felsefesi vizyonu oluşturmaları gerekir.
İslami bilgi, bilinç ve dikkat, popülizm ve oportünizmi mücadele edilmesi gereken bir tehdit-tehlike olarak görürken; çarpıtılmış bir gerçeklik olan gelenek ve muhafazakârlık, bugünün muhafazakârlığı oportünizmi de, popülizmi de, kolektif narsisizmin ifadesi olan milliyetçilikleri de büyük bir heyecanla içselleştirerek savunabiliyor. Bütün patolojik bencillikler, narsisizmler ve ihtiraslar İslami-ahlaki ortaklıkları-müşterekleri-bütünlükleri paramparça ediyor. İktidar ve çıkar ihtirasları doğrultusunda üretilen propoganda, manipülasyon, popülizm, oportünizm dili ve söylemiyle, doğru hayatlar, ilkeli hayatlar, nitelikli hayatlar yaşanamaz. Bilerek yaşamakla, bilinçli olarak yaşamakla; propoganda/hamaset/manipülasyon nesnesi olarak yaşamak birbirinden çok farklı şeylerdir. Aziz ve mükerrem İslam’ı politik bir propoganda aracı olarak şeyleştiren, vulgarize eden, yerli-milli sloganlara hapsederek taşralılaştıran bir zihniyet, yaklaşım ve uygulama, Müslüman halkları varoluşsal idrake, varoluşsal niteliklere yabancılaştırıyor.
İslam dünyası toplumlarında, içerisinde yaşadığımız toplumda da, hamasetle büyülenen kitleler, akımlar, yapılar, İslami geleceği geciktiriyor, engelliyor. Rahatına düşkün konformist toplumlar/hareketler, hiç bir şekilde umutlarının sınırlarını görmüyor, göremiyor. Rahatına düşkünlük, hiç bir şekilde yüzleşilmeyen alışkanlıklar, tekdüzelikler, yüzeysellikler, konformist kültür, bireylerin ve toplumun entelektüel yeteneğini, potansiyelini çürütüyor, kurutuyor, donduruyor. Bu nedenle de, bu toplumlarda, fiilen yaşayarak gördüğümüz üzere, entelektüel üretkenlik, akademik üretkenlik, felsefi/estetik üretkenlik hiç bir şekilde bir gelişme kaydedemiyor. Her durumda statükoya/istikrara önem veren rahatına düşkün toplumlar/kitleler, radikal değişime cesaret edemezler, radikal değişimi çok tehlikeli bulurlar. Bu yüzden, bu toplumlar, din’i/dil’i/bilgi’yi/hukuku/tarihi/eğitimi, iktidar çıkarları doğrultusunda araçsallaştırarak muhafazakâr despotizmlerle gönüllü kölelik ilişkisi içerisinde hayatlarını sürdürmeye devam ederler.
Hangi toplumda olursa olsun, İslami bilincin yıkımı/köhneleşmesi rahatına düşkünlükle çok yakından ilgilidir. Rahatına düşkün konformist toplumlar/kültürler kökten sorgulamalar yapamaz, kökten sorgulamalar, eleştirel hesaplaşmalar yapmaya cesaret edemezler. Kökten sorgulamalar yapmak, eleştirel hesaplaşmalar yapmak, çok ciddi riskler almayı, çok ciddi bedeller ödemeyi gerektirebilir. Değerden bağımsız ideolojik-seküler evrensellik örneğinde olduğu gibi, temel değerlerden/ilkelerden anlam ve sorumluluklardan bağımsız yerel/folklorik dindarlıklar da, derin zihinsel-ruhsal yoksulluklara yol açar. Her bencillik, seçilmişlik ve üstünlük patolojisi, bu patolojileri iftiharla temsil edenleri ahlak ve adaletten uzaklaştırır. Kutuplaştırıcı, dışlayıcı bir dil, bağnazlığın ve fanatizmin dili, büyük bir anlayışsızlık ve umursamazlık ikliminde yaşama imkânı bulur. Medeni ilişkiler, karşıtların birlikte konuşma, müzakere ve müşavere ortamı oluşturmaları halinde kurulabilir. Günümüzde çok yaygın ve etkili hale gelen bilgisayarlaşma da medeni ilişkileri, toplumsal ilişkileri, yüz yüze insani ilişkileri unutturuyor.
Temel-ilkesel-niteliksel ortaklıklar-müşterekler ve bütünleşme çabaları üzerinde yoğunlaşmak yerine, etnik/hizipçi/mezhepçi bencillikleri, seçilmişlik ve üstünlük iddialarını sürdüren İslami parçalar için, hiç bir zaman varoluşsal bir kurtuluş düşünülemez. Patolojik bencillikleri, seçilmişlik ve üstünlük iddialarını büyük bir bağnazlık içerisinde sürdüren, homojenliği dayatan, çoğulculuğu dışlayan bir toplumda, nitel bir değişimin yaşanamayacağını bilmek anlamak gerekir.
İslam toplumlarında, hakikat ve bütünlük bilincinin yerini, maslahat kültürünün/yaklaşımının/zihniyetinin aldığı günden bu yana Müslüman halklar ilkesel olana, ideal olana, mutlak anlamda yabancılaşarak, konformist din algısına mahkûm oldular, statükoyu yücelterek/kutsayarak, her durumda olması gerekeni, hiç bir zaman gündeme getirme ihtiyacı duymadılar. Bu konuda, eleştirel bir yüzleşme yapabilecek evrensel zihinlere/kadrolara sahip olmadığımız için, tarihi tekrar etmeye devam ediyoruz. Tarihi tekrar ettiğimiz için de, tarihsel sorunlarla hesaplaşmıyor, bu sorunları biriktiriyoruz. Mutlakıyetçi gelenekler sebebiyle, tarihe eleştirel analitik bir giriş yapamıyoruz. Tarih bilincinden yoksun oldukları için, İslam toplumları, soya dayalı kanlı saltanat sistemlerinden, ‘’şanlı tarih’’ yorumları üretmeye devam edebiliyor. Eleştirel tarih bilincine sahip olmadığımız için, politik propoganda klişeleri içerisine hapsedilmiş romantik bir gelecek tahayyülü ile avunuyoruz.
İslami bilincin özgürleşebilmesi için, evrensel aklı-ahlakı-bilgeliği esas alan bir düşünce iklimi oluşturmamız gerekiyor. Hangi toplumda olursa olsun, bilinç çürümesi, direniş ve mücadele iradesini yok ediyor, bilinç çürümesi statükoyu tahkim ediyor, mutlaklaştırıyor. Politik ya da din’i liderlere yönelik olarak uygulanan akılsız ve düşüncesiz bağlılıkları, sadakat ve itaat’i, din’i bir vecibe’yi yerine getirir gibi uygulayan bireylerin ya da toplulukların, kendi tercihleri, kendi sesleri, kendi görüşleri, kendi yorumları ve kişilikleri olmadığı için, bu kesimlerin özgürlüğe istihkakları ve ihtiyaçları yoktur. Bu kesimlerin hayatları boyunca varoluşsal rahatsızlıklar yaşadıkları, varoluşsal kaygılar/gerilimler taşıdıkları, anlam soruları sordukları görülmemiş ve duyulmamıştır.
Radikal bir entelektüel yoksulluk/yoksunluk ve kuraklık içerisinde bulunduğu halde, bu utanç verici durumla ilgili varoluşsal kaygılar taşımayan, varoluşsal sorgulamalar yapmayan bir toplum yeni bir çağ başlatamaz. İslam toplumlarında, Müslüman kitlelerin bilincini katlederek onları zihinsel ve ahlaki tutsaklığa mahkûm eden, onları olmadıkları gibi düşünmeye ve görmeye zorlayan, bayağı/kirli/ müstehcen/utanç verici politik popülizmler ve politik oportünizmlerin, bütün bunları, çok aziz ve çok mükerrem İslam’ı araçsallaştırmak suretiyle sürdürüyor olmaları, İslam’ın ölümcül bir kötülükle, ölümcül bir rezaletle karşı karşıya bulunduğunu gösterir. Burada sözünü ettiğimiz bayağı popülizm ve bayağı oportünizm; bağımsız düşünme ve bağımsız tercihte bulunma iradesine sahip varoluşlara, entelektüel-estetik üretkenliğe hayat hakkı tanımayan, taşralı bir politik iklimde, muhafazakâr devlet ideolojisinin, ideokrasinin belirleyici olduğu, topluma homojenliği dayatan fanatik bir iklimde saltanatını sürdürüyor.
Devlet ideolojileri, ideokrasiler, bayağı/kirli popülizmler, oportünizmler aracılığıyla, sistematik bir biçimde iç ve dış düşmanlar icat ederek, yeni/yapay korkular ve tehditler icat ederek, kitlesel aptallaştırma süreçlerini tahkim ediyor, etkili kılıyor, Müslüman aydınları, kültür ve edebiyat adamlarını, akademisyenleri iktidar araçları haline getiriyor. Toplumlarımız, yakın geçmişte, Türkiye’de yaşandığı üzere, seküler politik patolojiler ve şiddet üretirken; içerisinde bulunduğumuz dönemde de, muhafazakâr politik patolojiler ve şiddet üretiyor, geçmişte kendilerine zulmedilenler, zulmedenlere dönüşüyor. Hangi toplumda olursa olsun, yalnızca kendilerine inanan, kendilerini hakikatin sesi olarak takdim eden, büyük bir kibirle malûl, psikopatoloji nesnesi olan din’i ya da politik figürler, insanları ‘’biz’’ ve ‘’onlar’’ olarak ikiye böler, ‘’biz’’i hep haklı görürken, ‘’onlar’’ı hainler olarak etiketlemeye çalışır. Devlet’i ve devlet ideolojisini kutsallaştıran bir zihniyet, devlet tarafından işlenen bütün zulümleri-adaletsizlikleri de kutsallaştırabilir, onaylayabilir. İslam dünyası toplumları konformist kültürün ve konformist din algısının duygusal/romantik çekiciliği sebebiyle, bu kültürün dokunulmaz kıldığı sınırları aşamıyor, entelektüel bağımsızlık için bir irade ortaya koyamıyor, cesaret sergileyemiyor. Geçmişin ayrıntıları bugünün ufkunu kapatıyor. Müslüman zihinlerin ideolojik dogmatizm aracılığıyla kontrol altına alınması bu zihinleri nasıl etkisiz hale getiriyorsa, Müslüman zihinlerin hamaset yoluyla kontrol altına alınması da aynı şekilde bu zihinleri etkisiz hale getiriyor.
Rahatına düşkün toplumlar her zaman sahte iyimserlikler üreterek, yanılsamalar biriktirerek, bu yanılsamaları normalleştirerek yaşarlar. Bu tür toplumlarda gerçeğe uyanmak, gerçekleri savunmak çok büyük bir cesaret ister. Hamaset söylemi ancak, toprağı/kanı/kimliği mutlaklaştıran taşralılıklara/kabileciliklere hitap edebilir. Hamaset söylemi umutsuz bir söylemdir. İslami varoluş/tarih/toplum/insanlık bilincine bütünüyle yabancılaşan toplumlarda, İslam ya da dindarlık, bugün renksiz/pragmatik muhafazakârlıklar biçiminde temsil ve tecrübe ediliyor. Bu muhafazakârlıklar, tekdüzelikleri içselleştirdikleri için, hiç bir alanda günümüze, yirmibirinci yüzyıla hitap edebilecek niteliksel içerik üretemiyor, bu nedenle de gri/bulanık/belirsiz toplumsal bir iklim oluşturuyor. Bu gri/bulanık iklim/zihniyet, bugünün dünyasını-tarihini-dünya sistemini tanımlayabilecek bir yeteneğe/birikime sahip değil.
Konformist kültürün kurbanları olan Müslüman halklar, eleştirel bilince/duruşa/tarza/tavra sahip olmadıkları, adalet ve fazilet temelinde bir siyasetin nasıl bir şey olduğunu görmedikleri-bilmedikleri için, muhalif-eleştirel kesimleri, ötekileştiren, nesneleştiren, bu kesimleri terör unsurlarıyla eşitleyen, onları insan yerine koymayan; yeni bir insan, yeni bir toplum, yeni bir kültür ve yeni bir siyaset umutlarını yok eden politik paranoya’yı, büyük bir heyecan ve mutlulukla sahipleniyor. Politik paranoya ‘’terörle mücadele’’ retoriği aracılığıyla siyaset yaptığı için, muhaliflerle ilgili hukuk askıya alınabiliyor. Hukukun yerini güç alıyor. Güç meşruiyete ihtiyaç duymuyor. ‘’Terörle mücadele’’ retoriği politik bir araç haline getirildiğinde, hiç kimse, hiç bir şekilde, ahlak/insanlık/hukuk/adalet/vicdan nerede diye soramıyor, sormayı aklından bile geçiremiyor.
İslam dünyası toplumlarında, İslam’ı araçsallaştırarak sergilenen duygusallıkların, ölçüsüzlüklerin, aşırılıkların, uçurumları derinleştiren karşıtlıkların, korku/nefret/önyargı ikliminin ölümcül sonuçları olabileceğini açıklayabilecek, hakikatin dili/vicdanı olabilecek kadrolar yok. Kendi başlarına hiç bir şey düşünemeyen, hiç bir şey üretemeyen, sadece itaat ve taklit eden iradesiz toplulukların politik paranoya’nın vazgeçilemez bir parçası haline geldiklerini görmek/anlamak gerekir. Yerli-milli iktidarların, yerel düzlemlerde iktidarlarını sürdürürlerken, İslam’ı keyfi bir biçimde, sorumsuzca araçsallaştırırlarken, uluslararası siyaset üzerinde İslam’ın hiç bir siyasal gücü ve etkisi bulunmadığını kaydetmek hayati önemi olan bir konudur.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *