Hiroşima’nın “başarıyla” bombalandığını meslektaşlarına duyurduğunda bir izleyici, bir Alman yahudisi olan Oppenheimer’ın “muzaffer bir boksör gibi ellerini başının üzerinde kavuşturup havaya kaldırdığını” fark etmişti. Büyük patlamadan sonra bir röportajında Oppenheimer, “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.” ifadesini kullanmıştı.
16 Temmuz 1945’in ilk saatlerinde Robert Oppenheimer bir sığınakta dünyayı değiştirecek anı bekliyordu. Yaklaşık 10 km ötede, New Mexico’daki Jornada del Muerto çölünde dünyanın ilk atom bombası denemesi gerçekleştirilecekti.
Oppenheimer sinirsel olarak çok yorgundu. Atom bombasını tasarlayan ve inşa eden “Manhattan Projesi”nin direktörü olarak geçirdiği üç yılın ardından 52 kiloya kadar düşmüştü. O gece çok az uyumuş, endişesi ve sigara tiryakisi öksürüğü onu uyutmamıştı.
1945’teki o gün Oppenheimer’ın hayatındaki birkaç önemli andan biriydi. 21 Temmuz’da gösterime girecek olan yeni Oppenheimer filmi, tarihçi Kai Bird ve Martin J. Sherwin’in 2005’te yazdıkları ve Pulitzer Ödülü alan American Prometheus adlı biyografiyi temel alıyor.
Muazzam rahatlama!
Güneş’i gölgede bırakan patlama, 21 kiloton TNT’ye eşdeğer ve şimdiye kadar görülmüş en büyük patlamaydı. 160 km öteden hissedilen bir şok dalgası yaratmış, mantar şeklindeki bulut gökyüzünde yükselirken, Oppenheimer’ın yüz ifadesi “muazzam bir rahatlamaya” dönüşmüştü.
1960’larda yapılan röportajlarda Oppenheimer, patlamadan sonraki anlarda Hindu kutsal kitabı Bhagavad Gita’dan bir dizenin aklına geldiğini söylemişti: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.”
Sonraki günlerde arkadaşları, “olacakları bildiği için” onun giderek durgunlaştığını ve depresif göründüğünü anlatıyordu. Bir sabah Japonların başına geleceklere istinaden “Şu zavallı insanlar” ifadesini kullanmıştı
Ama bir süre sonra askeri meslektaşlarıyla yaptığı bir toplantıda, bunları unutmuş, bombanın atılacağı uygun koşulların sağlanmasının önemine odaklanmıştı: “Tabii ki yağmurda ya da siste atmamalılar… Çok yüksekte patlatmasın, yoksa hedef pek hasar almaz.”
Hiroşima’nın ‘başarıyla’ bombalanması
Denemeden kısa bir süre sonra Hiroşima’nın “başarıyla” bombalandığını meslektaşlarına duyurduğunda, bir izleyici Oppenheimer’ın “muzaffer bir boksör gibi ellerini başının üzerinde kavuşturup havaya kaldırdığını” fark etmiş, alkışlar yükselmişti.
Oppenheimer’ın emeklerinin ürünlerine tanıklık ederken verdiği tepkilerin çeşitliliği ve yaşadığı gelgitler şaşırtıcı görünebilir. Sinirsel kırılganlık, hırs, ihtişam ve hastalık derecesinde kasveti tek bir kişide, hem de bu tepkileri alevlendiren bir projede bu kadar etkili olan bir kişide bir araya getirmek zor.
Biyografisinin yazarları da Oppenheimer’ı bir “muamma” olarak nitelendiriyor: “Büyük bir liderin karizmatik niteliklerini sergileyen bir teorik fizikçi.” Bir bilim adamı, ama aynı zamanda, bir başka arkadaşının tanımladığı gibi “hayal gücünün birinci sınıf bir manipülatörü”.
Anlatılana göre, Oppenheimer’ın karakterindeki çelişkiler küçüklüğünden beri var görünüyor. 1904’te New York’ta doğan Oppenheimer, tekstil ticareti zengini birinci kuşak Alman Yahudi göçmeni bir ailenin çocuğuydu.
Çocukluk arkadaşları, bu lüks yetişme tarzına rağmen Oppenheimer’ı cömert olarak hatırlıyordu. Bir okul arkadaşı, Jane Didisheim, onu “olağanüstü kolay kızaran”, “çok zayıf, çok pembe yanaklı, çok utangaç…” ama aynı zamanda “çok zeki” biri olarak hatırlıyordu. Onun herkesten farklı olduğu belliydi.
Dokuz yaşında Yunanca ve Latince felsefe okuyordu ve mineralojiye kafayı takmıştı: Central Park’ta dolaşırken buldukları hakkında New York Mineraloji Kulübü’ne mektuplar yazıyordu. Mektuplarından onu yetişkin sanmış ve sunum yapması için kulübe davet etmişlerdi.
Nahoş bir ego sahibi
Bird ve Sherwin, entelektüel yapısının genç Oppenheimer’ın yalnızlığına katkıda bulunduğunu yazıyor. Bir arkadaşı, “Genellikle yaptığı ya da düşündüğü şeyle meşgul olurdu” diye hatırlıyor. “Diğerleri gibi olmadığı için sık sık dalga geçilir ve alay edilirdi.” Ama ailesi onun dehasına inanıyordu.
Oppenheimer daha sonra “Ailemin bana olan güveninin karşılığını nahoş bir ego ile ödedim” diye yorumlamıştı.
Kimya okumak için evden ayrılıp Harvard Üniversitesi’ne gittiğinde Oppenheimer’ın psikolojik kırılganlığı ortaya çıkmıştı. 1923 tarihli bir mektubunda yoğun çalışmasına değindikten sonra “Birkaç kayıp ruhla bilgece konuşuyorum, hafta sonu düşük dereceli enerjiyi kahkaha ve yorgunluğa dönüştürmek için gidiyorum, Yunanca okuyorum, gaf yapıyorum, masamda mektup arıyorum ve ölmüş olmayı diliyorum” diye yazmıştı.
Alice Kimbal Smith ve Charles Weiner’ın 1980’de derlediği mektuplar, sorunların Oppenheimer’ın daha sonra İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’ndeki lisansüstü eğitimi boyunca devam ettiğini gösteriyordu. Hocası, Oppenheimer’ın zayıf yönlerinden biri olan uygulamalı laboratuvar çalışmalarında ısrar ediyor, o ise 1925’te “Oldukça kötü zaman geçiriyorum,” diye yazıyordu. “Laboratuvar çalışmaları çok sıkıcı ve o kadar kötüyüm ki bir şey öğrendiğimi hissetmiyorum.”
O yıl Oppenheimer, laboratuvar kimyasallarıyla zehirlenmiş bir elmayı kasten öğretmeninin masasına bıraktığında bir felaketten geri döndü. Hocası elmayı yemedi ama Oppenheimer’ın Cambridge’deki yeri riske girdi; ancak psikiyatriste görünmesi şartı ile devamı mümkündü. Psikiyatrist psikoz teşhisi koydu ama sonra tedavinin işe yaramayacağını söyleyerek Oppenheimer’ı başından savdı.
O dönemi hatırlayan Oppenheimer daha sonra Noel tatilinde intiharı ciddi ciddi düşündüğünü söyleyecekti. Ertesi yıl Paris’e yaptığı bir ziyaret sırasında yakın arkadaşı Francis Fergusson ona kız arkadaşına evlenme teklif ettiğini söyledi. Oppenheimer onu boğmaya çalışarak karşılık verdi. Fergusson, “Arkamdan bir bagaj kayışıyla üzerime atladı ve boynuma doladı…” diye hatırlıyordu. “Kenara çekilmeyi başardım ve ağlayarak yere düştü.”
Görünüşe göre psikiyatrinin başarısız olduğu yerde Oppenheimer’ın imdadına edebiyat yetişmişti. Bird ve Sherwin’e göre, Korsika’da bir yürüyüş tatilindeyken Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı kitabını okumuş, kitapta kendi ruh halinin yansımasını bularak rahatlamıştı.
Acıya karşı tutum sorunu, Oppenheimer’ın hayatı boyunca ruhani ve felsefi metinlere olan ilgisini yönlendiren ve sonunda ününü belirleyecek olan çalışmalarında önemli bir rol oynayan sürekli bir ilgi alanı olacaktı.
Almanya’dan ABD’ye uzanan akademik çalışma
1926’nın başlarında Almanya’daki Göttingen Üniversitesi’nde Teorik Fizik Enstitüsü’nün müdürüyle tanıştı ve orada çalışma teklifi aldı. Bu onun “fiziğe adım attığı” bir dönüm noktası olacaktı. Burada doktorasını tamamladı; teorik fiziğin gelişimine yön veren bir topluluğun parçası oldu ve hayat boyu arkadaş olacak bilim insanlarıyla tanıştı. Birçoğu daha sonra Oppenheimer’a Los Alamos’ta katılacaktı.
ABD’ye dönen Oppenheimer, fizik kariyerine California Üniversitesi’nde devam etmeden önce Harvard’da birkaç ay geçirdi. Bu dönemdeki mektuplarının tonu daha istikrarlı bir zihin yapısını yansıtıyordu. Küçük kardeşine romantizmden ve fizikle ilgilenmeye devam ettiğinden bahsediyordu.
1930’ların başında, akademik kariyerini güçlendirirken, Oppenheimer bir yandan da Hindu kutsal metinlerini keşfetmiş, çevrilmemiş Bhagavad Gita’yı okumak için Sanskritçe öğrenmişti – daha sonra ünlü “Şimdi ölüm oldum” alıntısını ondan yapacaktı.
Görünüşe göre ilgisi sadece entelektüel değildi, aynı zamanda 20’li yaşlarında Proust ile başlayan kendi kendine uyguladığı edebi-terapinin bir devamı gibiydi. Bhagavad Gita aristokrat bir ailenin iki kolu arasındaki savaşı anlatan bir hikayeydi ve Oppenheimer’a Manhattan Y Projesi’nde karşı karşıya kaldığı ahlaki soruna doğrudan uygulanabilecek felsefi bir dayanak sağladı. Gita görev, kader ve sonuçtan bağımsız olma fikirlerini vurguluyor ve sonuçlardan korkmanın eylemsizlik için bir gerekçe olarak kullanılamayacağını savunuyordu. Oppenheimer 1932’de kardeşine yazdığı bir mektupta Gita’ya atıfta bulunuyordu.
1930’ların ortalarında Oppenheimer, aşık olduğu psikiyatrist ve doktor Jean Tatlock ile de tanıştı. Bird ve Sherwin’in anlattığına göre, Tatlock’un karmaşık karakteri Oppenheimer’ınkine benziyordu. Çok okumuş ve sosyal vicdanla hareket eden biriydi. Oppenheimer’ı radikal siyasetle onun tanıştırdığı söylenir. Tatlock’a birden fazla kez evlenme teklif etmiş ama Tatlock onu geri çevirmişti. Oppenheimer 1940 yılında biyolog Katherine Harrison ile evlendi.
Politikacılardan daha endişeli fizikçiler!
1939 yılında fizikçiler nükleer tehdit konusunda politikacılardan çok daha endişeliydi ve konuyu ABD hükümetindeki üst düzey liderlerin dikkatine ilk olarak Albert Einstein bir mektupla getirdi. Tepki yavaş oldu, ancak bilim camiasında alarm dolaşmaya devam etti ve sonunda başkan harekete geçmeye ikna edildi. Ülkenin önde gelen fizikçilerinden biri olan Oppenheimer, nükleer silah potansiyelini daha ciddi bir şekilde araştırmaya başlamak üzere görevlendirilen birkaç bilim adamından biriydi. Eylül 1942’ye gelindiğinde, kısmen Oppenheimer’ın ekibi sayesinde, bir bombanın mümkün olduğu açıktı ve geliştirilmesi için somut planlar şekillenmeye başladı.
Bird ve Sherwin’e göre Oppenheimer, adının bu projenin lideri olarak geçtiğini duyunca hazırlıklara başladı. O sırada bir arkadaşına “Bütün komünist bağlantılarımı kesiyorum. Bunu yapmazsam, hükümet beni kullanmakta zorlanacak. Ulusa olan yararlılığımı hiçbir şeyin engellemesine izin vermek istemiyorum” demişti.
Einstein daha sonra şöyle diyecekti: “Oppenheimer’ın sorunu, kendisini sevmeyen bir şeyi, ABD hükümetini sevmesidir.” Vatanseverliği ve memnun etme arzusu işe alınmasında açıkça rol oynamıştı. Manhattan projesinin askeri lideri General Leslie Groves, bomba projesi için bilimsel yönetici olarak Oppenheimer’ı önermiş, bilimsel yeteneklerinin yanı sıra “aşırı hırsına” da dikkat çekmişti.
“Ellerimde kan olduğunu hissediyorum”
Oppenheimer Los Alamos’ta aykırı ve disiplinler arası inançlarını her yerde olduğu gibi uyguladı. Avusturya doğumlu fizikçi Otto Frisch, 1979 tarihli otobiyografisi What Little I Remember’da Oppenheimer’ın sadece gerekli bilim insanlarını değil, aynı zamanda “bir ressamı, bir filozofu ve diğer birkaç beklenmedik karakteri de projede işe aldığını; onlar olmadan medeni bir topluluğun eksik kalacağını hissettiğini” hatırlatıyordu.
Savaştan sonra Oppenheimer’ın tutumu değişmiş görünüyordu. Nükleer silahları “saldırganlık, sürpriz ve terör” araçları, silah endüstrisini de “şeytanın işi” olarak tanımladı. Ekim 1945’teki bir toplantıda Başkan Truman’a “Ellerimde kan olduğunu hissediyorum” demesi meşhurdur. Truman ise şöyle demişti: “Ona kanın benim ellerimde olduğunu söyledim – bırakın bu konuda ben endişeleneyim.”
Bombanın geliştirilmesi sırasında Oppenheimer kendisinin ve meslektaşlarının etik tereddütlerini gidermek için onlara, bilim insanları olarak silahın nasıl kullanılacağına dair kararlardan sorumlu olmadıklarını, sadece işlerini yapmakla yükümlü olduklarını söylemişti. Eğer varsa, kan politikacıların eline bulaşacaktı. Ancak bomba kullanıldıktan sonra Oppenheimer’ın bu konudaki güveni sarsılmış görünüyor. Bird ve Sherwin’in aktardığına göre, savaş sonrası dönemde Atom Enerjisi Komisyonu’ndaki görevi sırasında, hidrojen bombası da dahil olmak üzere daha fazla silah geliştirilmesine karşı çıktı.
Bu çabalar Oppenheimer’ın 1954 yılında ABD hükümeti tarafından soruşturmaya tabi tutulması ve güvenlik izninin elinden alınmasıyla sonuçlandı. Akademik camia onu savunmaya geçti. Filozof Bertrand Russell 1955’te The New Republic için yazdığı yazıda “Soruşturma, güvenlik açısından oldukça vahim hatalar yaptığının inkar edilemez olduğunu ortaya koymuştur. Ancak sadakatsizlik ya da hainlik olarak değerlendirilebilecek herhangi bir kanıt yoktu… Bilim adamları trajik bir ikilem içinde kaldılar” diye yazmıştı.
1963’te ABD hükümeti siyasi rehabilitasyon jesti olarak kendisine Enrico Fermi Ödülü’nü verdi, ancak ölümünden 55 yıl sonra, 2022’de ABD hükümeti yetkisini elinden alma kararını bozdu ve Oppenheimer’ın sadakatini teyit etti.
Einstein ile çalıştı
Oppenheimer hayatının geri kalanı boyunca bombanın teknik başarısından gurur duyduğunu ama etkilerinden dolayı suçluluk duyduğunu dile getirmeye devam etti. Yorumlarına bir istifa notu da eklendi. Hayatının son 20 yılını New Jersey’deki Princeton’da Institute for Advanced Study’nin direktörü olarak ve Einstein ve diğer fizikçilerle birlikte çalışarak geçirdi.
Disiplinler arası çalışmayı teşvik etmeye özen gösterdi ve konuşmalarında bilimin kendi sonuçlarını daha iyi anlamak için beşeri bilimlere ihtiyaç duyduğu inancını vurguladı.
Filozof Bertrand Russell, Oppenheimer’ın “karmaşık ve hassas bir zihinsel aygıta sahip biri için şaşırtıcı olmayan bir yetersizlik olan, olayları basit bir şekilde görememe” özelliğinden bahsediyordu.
Aşık olduğu düşünülen Jean Tatlock, testten bir yıl önce intihar etmişti. Bomba projesi her yerde Oppenheimer’ın hayal gücünün, romantizm ve trajedi anlayışının izlerini taşıyordu. Atom bombası, araştırmanın sonucu olduğu kadar, Oppenheimer’ın kendisini bunu gerçekleştirebilecek türden bir insan olarak hayal etme yeteneğinin ve isteğinin de ürünüydü.
Ergenlik çağından beri sigara tiryakisi olan Oppenheimer, hayatı boyunca tüberküloz nöbetleri geçirdi. 1967’de 62 yaşındayken gırtlak kanserinden öldü. Ölümünden iki yıl önce, nadir bir sadelik anında, bilim pratiğini şiir pratiğinden ayıran bir ayrım yaptı. Şiirin aksine, “bilim aynı hatayı bir daha yapmamayı öğrenme işidir” diyordu.
(Kaynak: Ben Platts-Mills | BBC Future)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *