Meselenin aslında bir bakıma “İsmailimizi kurban etmeye nasıl hazır oluruz?” sorusuna doğru cevabı vermekle alakalı olduğunu görürüz. Cevabı, “İslam’ı iyi bilmekle”, “Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla”, “Allah’ı gereğince takdir etmekle” vs şeklinde verebileceğimiz gibi, Kurban Bayramı günlerinde, “kurban kavramını doğru anlayarak” şeklinde de verebiliriz…
Kürşad Atalar / Her Taraf
Kurban, Türkiye’de genel kitle için dini bayramlardan birinin adı, “dindar” kesim için vacip ibadetlerden biri, İslamcı kesim için ise daha “özel” anlamları olan bir kavram. Nasıl ki her toplumun kendi inanç, adet ve göreneklerine göre kutladığı “bayramlar” varsa ve bu özel günlerde kolektif olarak özel ritüeller, törenler vs düzenlenir, özel kıyafetler giyilir, özel yemekler vs yapılırsa, Türkiye’de de “Kurban Bayramı” genel kitle için benzer anlamlar taşıyor. Yani esasında “dini” bir mahiyeti olan bayram bu ülkede (ve dahi genel olarak Müslüman Dünyası’nda) gelenekselleşmiş, sıradanlaşmış bir törensellik.
Bunu gösteren en iyi örneklerden biri, hükümetin bayram tatilini 9 günlük izne dönüştürdüğü yıllarda, geleneksel olarak dindar olan kesimlerin bile, artık bu günleri tatil yörelerinde, denize girerek, gezerek vs. geçirmeyi tercih ediyor olması. Çünkü yurt içi veya yurt dışı bir vakfa/derneğe vs vekalet verilerek (tabiri caizse “sanal” yoldan) kurban kesilebildiğinden, kurban “vecibe”si kişinin üzerinden düşebiliyor! Üstelik bu seçenek tercih edildiğinde, bilfiil kesilmesi durumunda ödenen meblağla kıyas kabul etmeyecek derecede kârlı bir iş yapılmış olduğu için, bu uygulama her geçen yıl daha fazla itibar görüyor. Her şeye rağmen, “vaciptir” diyerek kurbanını kendisi kesmek isteyen “dindar” kesim ise, ibadetin “şekli” şartlarına uymaya çalışırken, alışılageldiği üzere “manası” üzerinde kafa yormayı çok da gerekli görmüyor, ibadetin şekli şartlarını karşılamış olmaktan aldığı manevi lezzetle yetinme yolunu tercih ediyor.
“Kurban” kavramının tazammun ettiği manalar üzerinde yoğunlaşmayı öneren İslamcılara gelince, bu hususta belirgin bir olumlu eğilim olmakla birlikte, içselleştirilerek hayata geçirilmiş bir pratiğin bu kesim için de büyük ölçüde söz konusu olmadığı/olamadığı görülüyor. Özetle, İslamcılar da, Kurban Bayramı’nı çoğunlukla şekil şartlarına uyarak idrak etmeyi sürdürüyor, bayram günlerini “herkesin İsmail’ini kurban etmeyi göze aldığı” eyyâmullah’a dönüştürme yolunda bu kesimin de gösterdiği gayretler ciddi bir netice veremiyor. Bu üçüncü kesim önemli; zira genel kitle ile “dindar” kesimin hemen her alanda olduğu gibi kurban bayramı konusunda da “bilinçli” bir tavır sergilemesi zaten beklenilmez. Ama İslamcı kesim de büyük ölçüde benzer bir görünüm sergiliyorsa, oturup düşünmek ve şu soruyu sormak gerekiyor: kitleye bilinci önerenler de “çoğunlukla şekilsel şartlara uyarak bayramı geçiriyorsa” buradan hangi sonucu çıkarmak gerekir? Bu önemli bir sorudur ve cevabı üzerinde de ciddiyetle durulmalıdır.
Cevaba dair elbette pek çok şey söylenebilir. Kurban Bayramı vesilesiyle benim özet olarak söyleyebileceklerim ise şunlar: Eğer İslamcılar da, kendilerinden beklenen o performansı gösteremiyorsa, bu durumda, onların da henüz “İsmaillerini kurban edecek düzeye gelemediği”ni kabul etmek gerekir. Bu, benim öteden beri “okullaşma” kavramı çerçevesinde söylemeye çalıştığım şeyin başka bir dille ifadelendirilmesidir. Yani İslamcılık, henüz “yetkin”, “pişmiş”, “olmuş” bir hareket değildir. Gelişmektedir ama (özellikle de toplumsal değişimi gerçekleştirme noktasında”) henüz kemale erememiştir. Biz bunu Türkçe’de belki de en iyi meyvenin olması, olgunlaşması örneğiyle anlatırız. Olgunlaşmamış meyve, ağızda buruk bir tat bırakır! Bırakılsa, biraz daha su, biraz daha güneş alsa, olgunlaşacak, ondan alınması beklenen tadı verecektir. İslamcılık akımının bugün dünyadaki genel konumu budur. Türkiye’de de durum esasta farklı değildir. Özetle, bu hareket, toplumsal değişimi gerçekleştirme noktasında henüz “yetkin” değildir. Bunun yansımalarını, tezahürlerini her alanda olduğu gibi, Kurban Bayramı günlerinde de görebiliyoruz. Kurban Bayramı’nı “aslına uygun” bir şekilde idrak edebilmek adına ortaya konan pratikler bir türlü kalıcı olamıyor. Alternatif düğün, miting, dernek, cemaat, parti vs başlıkları altında denenenler, İslamcı camianın dilinde nasıl hala kekremsi tat bırakıyorsa, vekaleten kurban kesme, eve ayrılacak pay konusunda daha hassas davranma, derilerden elde edilen geliri önce vakıf/derneklerin ihtiyaçları için harcama vb konularındaki pratikler de “hamlığın” tezahürleri olarak camiada olumsuz etkilerini göstermeye devam ediyor. Peki, bu durumun çaresi yok mu? Var tabii ki. Buna dair de en iyi örneklerden biri hasta-doktor ilişkisidir. Hasta, hastalığını kabul edip doktora gitmezse, iyileşemez! O yüzden İslamcılığın önce “zaafları” olduğunu kabul etmesi gerekiyor. “Doktor vaaadı da gitmedik mi?” (Demirel’e nazire!) diye itiraz edecek olanlara ise şunu söyleyebilirim: doktoru yetiştirecek olan da yine camiadır. Ama camia kusurunu görmezse, hem hastalıktan ölür, hem de doktoru ilanihaye bulamaz! O yüzden önce zaaflarımızı göreceğiz, onların üzerine gideceğiz. Onları zamanla giderdikçe, durumumuz daha iyi olacak ve nihayet “doktor”u da yetiştirmiş olacağız.
Fakat bugünkü tabloda en önemli sorunlardan biri, hastalardan bazılarının “doktor rolü”ne soyunmasıdır. Tabirimi mazur görünüz: bırakınız cemaatçilik oynayan küçük yapıları, enternasyonal cemaatleri, partileri vs. bile bendeniz esasta “hasta” olarak görüyorum. Ama onlar kendilerini “doktor” yerine koyarak, kitleye davette bulunuyor ve “Gelin ey kalabalıklar! Kurtuluş bizde” diyorlar. Eğer bu yapılar samimi olarak kendilerinin “davete hakları bulunduğu” (veya daha doğru bir ifadeyle, “daveti hakkınca temsil ettikleri”) yönünde bir fikre sahiplerse, bu durumda, onlarla farklı düşünüyoruz demektir. Burada yapılacak iş, oturup konuşmak, fikri tartışmayı nihayete erdirmeye çalışmaktır. Olursa olur, olmazsa herkes doğru bildiğini yapar. Bu gibi durumlarda ister istemez “deneme yanılma yöntemi” devreye girer. Ama eğer bu yapılar da “yetkinlik” kriteri noktasında kendilerini zaaflı görüyor, önemli olanın “kantite değil kalite” olduğunu kabul ediyorlarsa, bu durumda da yaptıklarıyla söyledikleri (en azından belirli oranda) çelişiyor demektir. Kendini yetkin görmeyen yapıdan kendini düzeltmesi (veya feshetmesi) beklenir. Bunu da yapmıyor, yapamıyorsa, o zaman ondaki “zaaf” kabul edilemez boyutlarda demektir. Hatta o yapının kendisi bizzat “sorun”a, kitlenin gelişmesinin önündeki bir engele bile dönüşebilir. Bendeniz Müslüman Dünyası’ndaki yapıların genel olarak böyle olduğunu düşünüyorum. Okullaşma kriterine vurduğumda, hepsinde şu veya bu düzeyde “zaaf” görüyorum. Bunlar giderilmedikçe de, Müslüman Dünyası’nı (veya “dünya”yı) değiştirecek bir sahici performansın ortaya konulamayacağını ileri sürüyorum.
Başa dönecek olursak, meselenin aslında bir bakıma “İsmailimizi kurban etmeye nasıl hazır oluruz?” sorusuna doğru cevabı vermekle alakalı olduğunu görürüz. Cevabı “İslam’ı iyi bilmekle”, “Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla”, “Allah’ı gereğince takdir etmekle” vs şeklinde verebileceğimiz gibi, Kurban Bayramı günlerinde, “kurban kavramını doğru anlayarak” şeklinde de verebiliriz. Aslında “yakınlaşmak” anlamına gelen ka-ra-be kökünden türetilmiş olan kelimenin formu, bu hususta bize bir şeyler söylüyor. Aynı şeyi, daha sıklıkla kullanılan Kur’ân ve Rahmân kelimeleri üzerinden de ifade edebiliriz. Her üç terim de Arapça’da eylemin şiddet derecesini gösteren bir forma sahiptir. Örneğin, Kur’an kelimesi, “okumak” anlamına gelen ka-ra-e kökünden türetilmiştir ve bu formda kullanıldığında okuma eyleminin çokluğuna dair bir özel mana içerir. Bu çokluk, bazen öyle bir noktaya ulaşır ki, onu aşmak artık mümkün de olmayabilir. Nitekim “tarih boyunca en çok hangi kitap okunmuştur?” veya “halihazırda dünyada en çok okunan kitap hangisidir?” türünde sorulacak bir sorunun illaki bir cevabı olacaktır. Bir Arap bu soruya cevap vereceği zaman ka-ra-e kökünden if’âl kalıbı kullanılarak türetilmiş Kur’ân (okunan) kelimesini kullanmayı tercih eder. Aynı şeyi Rahmân (rahmet eden) kelimesi için de söylemek mümkündür. Türkçe’ye “merhamet etmek” veya “acımak” olarak çevrilebilecek olan ra-ha-me kökünden aynı kalıpla türetilmiş olan bu kelime de, rahmetin bolluğuna dair bir özel anlamı içerir. Malum Kur’an’ın ifadesine göre Allahu Teala hem Rahîm’dir hem de Rahmân’dır. Peki, Rahim olunca ne olur, Rahman olunca ne olur? Oysa her ikisi de aynı kökten türemiştir! Esasen her ikisinde de eylemin şiddetine yönelik bir tazammun vardır, ama Rahman formunda “rahmetin genelliğine” vurguda bulunulur. Burada izah daha ziyade şöyle yapılır: “rahmeti öylesine geniştir ki, kafir-müslüman herkesi kapsar.” İşte benzer bir yaklaşım Kurbân (yakınlaştıran) kelimesi için de sergilenebilir. Yani bu kelime, eğer yakınlaşma “belli bir düzeyi aşıyorsa” kullanılır. Bu, şu anlama gelir: manasını idrak ederek “kurban kesen” bir mümin, Allah’a yaklaşmıştır; hem de öylesine yaklaşmıştır ki, bu “çokluğu” ifadeye belki kelimeler dahi yetmez.
Peki, neden? Cevap “İsmail’i kurban etmeye hazır olmak” klişesinde yatıyor. Dikkat ediniz, burada “senin için her şeyimden vazgeçerim” iddiasının somut karşılığı vardır. Burada “geç de görelim” meydan okumasına Hz. İbrahim öyle bir cevap veriyor ki, yapmış olduğu eylem, bütün çağlar boyunca “adanmışlığın zirvesi” olarak örnek gösteriliyor. Yine dikkat ediniz ki, bu İbrahim Nemrud’un ateş yığınında yakmakla tehdit ettiği İbrahim değildir! O tehdide bu İbrahim pabuç bırakmayabilir. Çünkü henüz gençtir, belki deli doludur, vs. Bunların hepsi olabilir. Ama yaşınız yüze dayanınca, üstelik o zamana kadar hiç evladınız olmamışsa, “Allah için her şeyinden vazgeçmiş İbrahim, hadi oğlunu da kurban etsene!” çağrısına nasıl cevap versin? Ne yapsın, ne etsin? Yapmasa, günahı için af dilese? Oğlu yerine kendisi bıçağın altına yatsa. Hem de seve seve. Yok, yok, olmuyor. Emir büyük yerden! İlla ki eline bıçağı alacak, götürüp oğulcağızının boğazına dayayacak… Bu nasıl bir imandır, bu nasıl bir adanmışlıktır?! Dünyada kaç kişi, kaç insan, hatta kaç Müslüman bunu yapabilir? Bugün dahi kaç Müslüman belâun azim (zorlu sınav) olarak nitelendirilen bu imtihandan başarıyla çıkabilir? İbrahim bunu yapabilmiştir ve böylece bütün çağlara müthiş bir mesaj vermiştir. Kur’an da bu mesajı kayda geçirmiş, ölümsüzleştirmiştir.
Uzatmadan söyleyeyim: Bu sembolik örnekle söylemeye çalıştığım şey, çağdaş dönemde yaşayan Müslümanlar olarak, İbrahim’in belâun azim’le niçin “ilerleyen yaşında” imtihan olduğunu anlamamız gerektiğidir. Cevabım şu: bu sınava ancak bu yaşta girilir de ondan! Yani daha evvel olsaydı, İbrahim belki sınavı geçemeyecekti. Bu sınava girmek için, “pişmek”, yani “olmak” gerekir. Hani şu meşhur sözde ifade ediliyor ya, onun gibi: “Olmak ya da olmamak; işte bütün mesele bu!” Çağdaş Dönem Müslüman Düşüncesi, pek çok zorlu sınavdan geçti; ama “okullaşma” sınavını geçemedi. Şimdi bu sınavı geçmenin zamanı! Ama dikkatli olalım. Belki Nemrud Sınavı’ndan geçtik; görüyoruz ki, pek çokları “bir elime ayı verseniz de ben bu davadan vazgeçmem” diyebiliyor, ama ya “güneşi de verirlerse?!” Güneş İmtihanı’nda dökülenlerin, “Nehir Sınavı”dan çakanların çok olduğu bir vasatta, “İsmail’den de vazgeçebilecek” olanlar var mıdır? Varsa da, bunlar bir “toplumsal değişim”e imza atacak kıvama gelmişler midir? Zor soru bu. Cevabı üzerinde düşünün derim.
Özetleyelim: çağdaş dönemde acil mesele “zorlu sınav”a girmeyi hak edecek İbrahim olabilmektir! Kurban’ı da anlamanın yolu bu, Bayramı da idrak etmenin yolu bu! Örnek insan, model insan, kamil insan olabilmenin, belki “insan” olabilmenin yolu da bu!
Kurban Bayramı vesilesiyle, İbrahim’e ve tabii ki o yolu sürdüren, “yolun yolumuzdur” diyen bütün nebilere, rasullere, salih kullara selam olsun. Yol demeye layık olan yolu bize gösteren Rabbimize de hamd olsun, şükür olsun. Ve selâmun ale’l murselîn. Velhamdu lillâhi rabbil âlemîn.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *