Evet, ülke olarak bir deprem yaşadık. Bu depremler ne ilk depremlerdir ne de yaşayacağımız son deremler olacaktır. Öncelikle bu depremlere karşın sağlam ve uygun yapılaşma gibi bir ödevimiz vardır. Kul olarak üzerimize düşeni yaptıktan sonraki kısım ise Allah’ın bizim için takdir ettiği şeydir.
Kuşkusuz Şubat ayının en önemli ülke gündemi “Asrın Felaketi” olarak tanımlanan ve ülkemizde on bir şehri kapsayan, başta Suriye olmak üzere komşu ülkelerde de şiddetli biçimde hissedilen depremlerdir. Bu depremlerde resmi rakamlara göre Türkiye’de kırkbeş binden fazla, Suriye’de altı bin civarında insan hayatını kaybetmiştir. Ölenlere rahmet, yaralananlara şifa ve afeti derinden yaşayan herkese de geçmiş olsun demek gerekiyor. Elbette depremler de Allah’ın sünetullahıdır. Yeryüzünün bir nevi kendini yenilemesi, enerjisini boşaltmasıdır. Depremler insanlığın yaşıyla neredeyse eşittir. Esas mesele, depremin varlığını kabul ederek ona uygun binaların, yapıların inşa edilmesi gerektiğidir.
Her felaket, insanın birey olarak kendisini aynı zamanda toplum olarak yaptıklarını sorgulaması açısından bir fırsattır. Allah dünya hayatını tanımlarken: “Bilin ki dünya hayatı, bir oyun, bir eğlence, bir gösteriş, aranızda bir övünme, mal ve evlatta bir çokluk yarışından ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibi ki bitirdikleri çiftçileri imrendirir, sonra kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki sararmıştır, ardından da çerçöp haline gelmiştir. Âhirette ise ya çetin bir azap yahut Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünya hayatı sadece aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey değildir.” buyurarak insanı asıl çalışılması gereken yurt için uyarır. İnsanoğlu unutkandır. Deprem gibi olaylar her ne kadar insana amacını hatırlatmak için bir uyarı olmasından ziyade doğanın içinde varolan bir sünnetullah olsa da geliş ve oluş biçimiyle bir uyaran da olabilmektedir. Bu deprem hadisesinde gözümüze çarpan kimi şeyleri değerlendirme gayretinde olacağız.
Devlet deprem hadisesinde sahaya müdahalede geç mi kaldı sorusu birçok çevre tarafından dillendirilmektedir. Elbette hadise geniş bir alanı kapsamaktadır. Yaklaşık 108 bin kilometrekarelik alanda meydana gelen bir hadiseye eş zamanlı olarak müdahale zordur. Lakin Adıyaman ve Hatay gibi şehir merkezlerinde sahadan gelen bilgiler AFAD ekiplerinin ikinci günün öğleden sonra yavaş yavaş sahaya geldiğini bildirmektedir. Özellikle yıkımın en fazla olduğu illerin buralar olması nedeniyle ikinci günün öğle saatleri oldukça geç bir zaman olarak göze çarpmaktadır. Böylesi zamanlarda insan hayatı zamanla ölçülebilmektedir. Her geç kalınan dakika enkaz altından daha fazla ceset çıkmasına sebep olacaktır. AFAD’ın başkanı Yunus Sezer de liyakat açısından sorgulanmaktadır. Aslında bu liyakat meselesi ülkemizin kadim meselesidir. Deprem gibi canlı bir hadisenin akabinde haberlere konu olan Karabük Üniversitesi Mimarlık Fakültesine İlahiyatçı bir hocanın dekan olarak atanması da bu konudaki seviyemizi ortaya koymaktadır. Hani “deveye sormuşlar boynun neden eğri diye, nerem doğru ki demiş” ya bu misalde olduğu gibi genel anlamda ‘nepotizm’in (kayırmacılık) hüküm sürdüğü topraklarda liyakat kaale alınan bir mevzu olmamıştır. Toplum olarak da bu konu magazinel bir haber konusu olmanın ötesinde ciddi olarak sorgulanmamaktadır. Hele ki deprem gibi böylesi bir teknik durumda insan hayatının söz konusu olduğu acı bir hadise karşısında dahi buna önem verilmemişse gerisini hep beraber düşünmek gerekir. Zira böylesi bir kurumun başına saha deneyimi olan ve koordinasyon becerisi yüksek bir kişinin getirilmesinin sahadaki karışıklığı da en aza indireceğini aklı olan herkes bilebilirdi. İşte AFAD yönetimi bu liyakat eksikliği yüzünden sahada hem organizasyon hem de kurtarma çalışmaları konusunda eleştiriye tabi tutulmuştur. Türkiye’nin dört bir yanından hızla bölgeye ulaştırılan yardımların bir kısmı bu organizasyon yetersizliği yüzünden depremzedelere ulaşamadan çöp haline gelebilmiştir. Yine organizasyon eksikliği bu süreçte bazı çapulcuların yağma yapmasına da fırsat tanımıştır. Adeta kıyametin provasının yapıldığı bir zeminde kimi insanların ahlaki davranıştan uzaklaşarak böylesi bir yağmaya dahil olması da insan açısından oldukça düşündürücü olsa gerektir.
Depremin bize öğrettiği bir başka şey ise ülke insanının Babala Tv kurucusu Oğuzhan Uğur ile Haluk Levent’in başını çektiği AHBAP kuruluşuna yapılan nakdi yardımların AFAD’a yapılan yardımdan daha fazla olmasıdır. Bu şu anlama gelmektedir ki ülke insanı devlet kurumundan daha çok özel STK’ya itimat etmektedir. Yolsuzluk konusunda kafasında soru işareti olan vatandaşlar devlet organizasyonunun, emanetlerine sahip çıkamayacaklarını ya da yerinde kullanamayacakları vehmine kapılmış olmalılar ki nakdi yardımlarını STK’lar aracılığı ile bölgeye ulaştırma çabasına girmişlerdir. Bu mesele de devleti yönetenlerin, üzerinde ciddi ciddi düşünmeleri gereken bir mesele olduğu kanaatindeyiz. Devlet Bahçeli’nin AHBAP’çılara yüklenmesinin altında yatan da bu refleks olsa gerektir. “Koskoca devlet varken siz kim oluyorsunuz” öfkesi devleti halkın güvenebileceği yegane unsur olarak işaret etmesi anlamına gelmektedir. Ne var ki halkın bir kısmı Bahçeli ile aynı düşünmüyor gibi görünüyor. Devlet, böylesi durumlarda daha kucak açıcı, eleştiriye kulak verebilen ve daha merhametle hareket eden bir kurum olabilmelidir. Cumhuriyetten bu yana hatta Osmanlı’dan bu yana olduğu gibi halk bir sürü mantığı içinde yönetilmemelidir. Devletin kendi bekası için daha gelişmiş bir toplum inşa edebilmesi için, yönetenlere ağır gelse bile, eleştiren, alternatif gösterebilen bir halka sahip olması gerekir. Tabii böyle bir arzu ve niyet taşınıyorsa.
Bu depremleri bundan öncekilerden ayıran başka bir yön vardır. Önceki depremlerde olduğu gibi halk nazarında takdiri ilahi olarak değerlendirilmemiştir. Öncekiler genel olarak “mukadderat” olarak değerlendirilirken bu depremde, depreme dayanıklı yapıların daha fazla sorgulandığı bir hadiseye dönüşmüştür. Doğal olarak rant için göz yumulan imar afları, yapı denetim eksiklikleri, deprem yönetmeliğine aykırı yapılaşmalar gündeme oturmuştur. Önceki deprem değerlendirmelerini ‘muhafazakar değerlendirme’ olarak tanımlayacak olursak şimdiki değerlendirmeyi ona göre daha doğru bir değerlendirme olarak alabiliriz. Zira bu mesele takdiri ilahi neticesinde değerlendirilecek bir mevzu değil, bu takdire karşı tedbirin alınmış olup olmadığı meselesi olmalıdır. Zemin etüdü altı katlı bir bina için yapılmış projenin üstüne on katlı bir bina çıkarsanız ve bunu da imar affından yararlandırırsanız bunun adı tek kelime ile cinayet olur. Burada sorumlu yalnızca müteahhit olmaz. Projeyi çizen mühendis, onu inşa eden müteahhit, onu denetleyen yapı denetim firması ve ona müsaade eden devlet kurumu hepsinin bu cinayette parmağı var demektir. Ortaya ülkeyi sarsacak boyutta bir yıkım çıktığında konu mukadderat deyip geçiştirilecek bir mevzu olamaz. Her meseleyi olması gereken bir zeminde tartışmak gerekmektedir ki meselenin çözümü de ilahi takdire uygun olabilsin.
İnsanoğlu doyumsuz bir şekilde kazancın peşindedir. Seküler bir yönetim anlayışında onu denetleyen sıkı kurallar ve caydırıcı cezalar olmadığı sürece bu tür depreme dayanıksız yapılaşmalarla yüzleşeceğimiz kesindir. Zira yönetim sekülerdir, inşa ettiği insan da sekülerdir. “Homo Economicus” olan insandan başkaca bir şey beklemek sistemin kendi yarattığı insan doğasına aykırıdır. İnsanın Allah ile ilişkisini ifsada uğrattıkça Allah’tan korkmayan ve yaptığı her şeyin yanına kâr kalacağını düşünen bir zihniyete yol vermiş olursunuz. Bu zihniyeti dizginleyecek sert ve caydırıcı cezalarınız da yoksa böylesi bir tablo kaçınılmaz olacaktır. Böylesi bir tablonun karşısında her daim iki yol izlenmiştir ve bu depremde de aynı yollar gördüğümüz kadarıyla izlenmeye devam etmektedir. Bunlardan ilki bir günah keçisi bulup depremin tüm hıncını ondan almaktır. 17 Ağustos’ta günah keçisi müteahhit Veli Göçer idi. Bu depremin günah keçisi de birçok Veli Göçerler oldu. Fakat onları denetleyenler, projesini onaylayanlar, imar affı çıkararak bu yıkıma sebep olanlar şu ana kadar sümenaltı edilmiş durumdadır. İzlenen ikinci yol ise dinin toplumu uyuşturan bir mekanizmaya dönüştürülmesidir. Bu tablonun akabinde dindar bir kimliğe bürünerek “mukadderat” deyip suçu Allah’a atmak da yeni bir mevzu değildir. Muaviye’den bugüne varolan bir savunma biçimidir. Ya da başka bir ifadeyle geçmişten bugüne dinin afyona dönüştürülmüş halidir. Din konusu, kimi yöneticiler tarafından aymazlığın, açgözlülüğün, ahlaksızlığın perdelendiği bir örtü olarak tarihten bugüne kullanılagelmiş bir metottur. Bitmez, tükenmez bir sermaye olarak kıyamete kadar da sürecek bir sermayeye benzer. Eğer ki toplum kendi dinini vahiyden öğrenip yapılanları sorgulamazsa bu böylece de devam edecek bir sorun olarak durmaktadır.
Cumhuriyetten bugüne sistem, Müslümanları kendine yönelik bir tehlike olarak bellemiştir. Kemalizmin karşısında en ciddi tehdit Müslümanlar olarak durmaktadır. Tüm politikalar ülke halkının sekülerleşmesi için üretilmiş, başörtüsü yasakları da, başörtüsü serbestisi de daha seküler bir insanın inşası için kullanılmıştır. Harf inkılabı, tevhidi tedrisat kanunu, İmam Hatip okulları ve İlahiyat fakültelerinin açılması, aile kanunu, ağırlık birimleri ölçüsü, mesai düzenlemesi vs. bütün kanunlar seküler bir insanın inşasını hedeflemiştir. Tevhidi dünya görüşü yerine seküler, hümanist, özgürlükçü bir insanın inşası gaye edinilmiştir. Tüm bu resmi baskı ve ideolojik çabalara rağmen, halkın iliklerine işlemiş olan İslam, tavuğun suyunun suyu gibi kalmış dahi olsa, bu tür afetlerde Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle sahalara ilk koşanların yine Müslümanlar olduğunu görmekteyiz. Sayıları yüzlerle ifade edilebilecek farklı düşünce, yol ve yönteme sahip olsalar da Müslüman grupların sahada bir açığı kapatmak, bir yaralının yarasını sarmak, bir açı doyurmak, bir çıplağı giydirmek gibi endişeyle sahada canla başla çalışırken görmekteyiz. Depremzedelerin acısını hafifletebilmek için tüm Müslüman yapıların bölgeye akın ettiğine şahit olduk. Sadece yurtiçi değil yurt dışında yaşayan Müslümanların da aynı duyarlılıkla hareket ettiğini gördük. Seküler sistemin yok etmeye çalıştığı şeyin aslında bu toplumun ta derinlerine işlediğini ve bir afetle nasıl ortaya çıkabildiğini gördük. Tevhid ve şirkin savaşı kıyamete kadar devam edecek olsa da tevhidin şirkten ne kadar üstün meziyetlere sahip olduğunu bu vesilelerle bir daha görüyor olmalılar, olmalıyız. Tabir yerinde ise Müslümanlar her türlü gadre uğramalarına rağmen sistemin sahadaki eksiğini gidermişlerdir.
Deprem için televizyonlarda düzenlenen bağış kampanyasına baktığımızda ise bu ülkenin kaymağını yiyenlerin elini taşın altına sokmadığı görülmüştür. Bağış kampanyasında toplanan 115 milyar liranın yarıdan fazlasını yaklaşık 80 milyar lirasını Merkez Bankası ile diğer devlet kurum ve bankaları taahhüt etmişlerdir. Yani sistemin bankalar yoluyla halktan elde ettiği geliri deprem bölgesi için taahhüt edilmiştir. Geriye kalan 35 milyar birçok farklı kesiminden toplansa da ülkenin esas ekonomik kaymağını yiyenlerin elini taşın altına sokmadıkları dikkati çekmiştir. “Zenginimiz bedel verir askerimiz fakirdendir” kabilinden ülkenin yarası olduğunda, derdi olduğunda bu yarayı saran, derdin dermanı için koşturan yine o horlanan, inancından koparılmaya çalışan halk yığınları olmuştur. Devletin aklına halk böylesi zamanlarda düşmekte, din böylesi zamanlarda geçer akçe olmaktadır.
Depremde bağış toplamak için televizyonlarda halkın önüne çıkarılanlara baktığımızda İslam’ın değerleriyle hiç bağdaşmayacak şekilde, günaha batmış ve azgınlıkta çığır açmış kimselerin olduğu da göze çarptı. Kabe’nin sel nedeniyle yıkılıp yeniden inşasına karar verildiğinde Mahzunoğullarının büyüklerinden biri “Ey Kureyş topluluğu! Şu binanızın masrafına, temiz ve helal kazancınızdan başka bir şey karıştırmayın. Fahişelerin mehri, faiz kazancı, insanlardan zulmen alınan mallar, bu inşaat işine bulaştırılmasın.” diye ünler. Deprem bölgesine toplanacak para için de böyle bir nidaya ihtiyacımız vardı. Çünkü bu kadar alenen işlenen günahların sahipleri ve onların faizden, haksızca edinilmiş kazançlardan toplanan paralarla yapılacak binalar, yollar, alt yapılar daha şimdiden çürük sayılır.
Seküler bir sistem için paranın dini yoktur, herhangi bir ahlaki temeli de olmak zorunda değildir. İşte bu zihniyetin ürettiği kafa “çalıyor ama çalışıyor” söylemini de bayraklaştıracak kadar pervasızlaşabilmektedir.
Müslüman kesimler bütün imkanlarıyla sahada yaraları sarmaya gayret ederken, enkazdan sağ olarak çıkarılan her candan sonra getirilen tekbirlerin kimi edep yoksunlarını rahatsız etmesi de ayrı bir bahis konusudur. Allah-ü Ekber nidasını kiminin örgütsel söylemlerle ilişkilendirmesi, kiminin enkazdakilerin seslerini boğmaya çalışmakla suçlaması ve bu bir cinayettir’e kadar götürmesi, Allah’ın şanına bir halel getirmez ama bunu ifade edenlerin şerefinden çok şey götüreceği kesindir. Bu nidadan ne kadar rahatsız olurlarsa olsunlar Allah her daim en büyük olandır ve varlığı ile her şeyi kuşatandır. Sahada gayret eden ve geri planda onlara destek sağlayan her müslümanın farkında olması gereken şey odur ki Allah kendisine iman eden ve Allah’ı yücelten insanlardan ve düzenlerden razıdır.
Depremin yıkıntıları içinde politika konuşmak garabeti de Bülent Arınç’a düşmüş olmalıdır. Bunca acı arasında ana derdimiz seçimmiş gibi kalkıp seçim ertelenmelidir çıkışı yapması gaftan ziyade birilerinin sözcüsü gibi davrandığına işaret etmektedir. Hatta ertelenmezse kaos çıkar kabilinden ısrarına da devam etmiştir. Seçimin yapılması ya da yapılmaması bir müslüman açısından sistemin sorunudur. Seçimin sonucu ne olursa olsun müslümanların bu seçimlerden kazanacağı bir şey yoktur zira sistem yine seküler bir şekilde yoluna devam edecektir. Dönemsel olarak, konjonktür gereği kullanılacak soslar, kimi zaman liberal, kimi zaman solcu, kimi zaman da İslami aromalarla tatlandırılmış olabilecektir. Bu bizim konumuz değil elbette. Ama böylesi bir afet zamanında seçimi, iktidarı düşünmek bir kalpten yoksun olmayı gerektirir. Mahallede bir insan öldüğünde dahi herkes her şeyi bir kenara bırakıp ailenin acısını birlikte yaşama erdemi gösterirken böylesi bir zamanda seçimin ertelenmesi veya zamanında yapılmasını konuşmak şimdinin konusu asla olmamalıdır.
Böylesi bir acının yaşandığı süreçte hiçbir siyasi parti kendi yıldızını parlatma ya da kendi oy oranını artırma lüksünde olmamalıdır. Bu acı bütün ülkenin kalbinde duyduğu, içini acıtan bir acıdır. Bu acının azalması için halkın elini taşın altına soktuğu gibi tüm siyasilerin de elini taşın altına sokması gerekmektedir. Bu acı tepedekilerin kibrini, egosunu, siyasi hırslarını, oyunlarını kaldırabilecek durumda değildir. İyilik adına yapılan yardımların, caka satmak, kendini reklam etmek adına değil bir acıya ortak olmak, acıyı dindirmek adına olmalıdır. Kısacası böylesi bir zamanda sürekli eleştirmek, kötülemek, tahkir etmek yerine sahaya inip öncelikle yaraların sarılması gerekmektedir. Konuşulacak nice şeylerin bu yaraların sarılması akabinde konuşulması gerekmektedir.
Evet, ülke olarak bir deprem yaşadık. Bu depremler ne ilk depremlerdir ne de yaşayacağımız son deremler olacaktır. Malum Anadolu iç içe geçmiş fay hatlarından oluşmaktadır. Öncelikle bu depremlere karşın sağlam, sünnetullaha uygun yapılaşma gibi bir ödevimiz vardır. İnsan olarak üzerimize düşeni yaptıktan sonraki kısım ise Allah’ın bizim için takdir ettiği şeydir. Ölüm her ne kadar soğuk bir şey gibi dursa da doğmuş her insanın mutlak karşılaşacağı bir şeydir. Yüce Allah dünya hayatını, bir aldanış metaı olarak değerlendirir. Nihayetinde imtihan için gelinen bu dünyada asıl mesele Allah’ın yarattığı fıtrat üzere yaşayabilmektir. Bu fıtratın içinde sorgulamak, zulme karşı mücadele etmek, merhamet etmek, bağışlamak ve ibadetler vasıtasıyla Allah ile olan bağı sürekli güçlü tutmak vardır. Deprem nedeniyle Müslümanlar sahada (düşünceleri her ne olursa olsun) Müslüman kimlikleriyle güzel bir sınav vermişlerdir. Müslümanlar bu sınavlarında ümmet olmanın, Müslüman olmanın gereğini ortaya koymuşlardır. Böylesi durumların dışında da vahye karşı sorumluluklarını bu denli hatırlayabilen kimseler olabilsek ümmet içinde çözemeyeceğimiz hiçbir sıkıntımız kalmaz diye düşünüyoruz.
“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” terkibi mucibince Müslümanlar sahada her dertlinin derdine, her yaralının yarasına merhem olabilmişlerdir güçleri yettiğince ve olmaya da devam etmektedirler. Lakin bunca yarayı sarmış olmalarına, bunca acıyı yaşanabilir kıvama getirmelerine rağmen masa başında kaybetmektedirler. Bu yapılanlar kolay şeyler değildir, herkesin altından kalkabileceği organizasyonlar da değildir. Bunu Müslümanlar başarmıştır. Öyleyse böyle bir kazancı başkalarının başarısıymış gibi kullanmalarına müsaade etmeden ümmetin hanesine yazdırarak bir cepheden de galip ayrılmamız gerekmektedir. Sadece iyi yardım yapabilen, böylesi afetlerde iyi organize olabilen bir ümmet olabilmenin dışında seküler düzenlerin dayattığı çirkefin, cerahatin karşısında da iyi organize olabilen ve tepkisini dile getirebilen bir ümmet de olabilmeliyiz. Bizi bir kılacak, diri kılacak olan şey de budur. Bu depremin Müslümanlar olarak bize öğretmesi gereken en önemli şeylerin başında da bu olsa gerektir.
İKTİBAS (Mart ayı yorumu)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *